Şu An Okunan
Gül Büyükbeşe: Karşı Bellek Oluşturmaya Gayret Ederken

Gül Büyükbeşe: Karşı Bellek Oluşturmaya Gayret Ederken

* Ölüm Ne Yana Düşer Usta‘yı izlemek için:

“10 Ekim 2015 Cumartesi günü güneşli bir gündü.” Son birkaç yıldır, yazmaya çabaladığımız neredeyse tüm metinler bu cümle ile başlıyor. “Kitlelerin Ankara Garı’na aktığı kalabalık, coşkulu, heyecanlı, sevinçli gün ve… hayat saat 10:04’te durdu!”

O gün saat 10:04’te, dört saniye ara ile iki bomba patladı ve Ankara’da Gar Meydanı’nı dolduran binlerce insan, Cumhuriyet tarihinin en kanlı katliamının tanığı oldu. Dehşet ve keder dolu o birkaç saat içinde, birçoğumuz sevdiklerimizi, kimimiz uzuvlarını ve hepimiz ruhumuzu alanda bıraktık. Görünen fail IŞİD idi.

İlk günlerde arkamız gibi, önümüz de karanlıktı. Tıpkı 5 Haziran 2015’te Diyarbakır’da İstasyon Meydanı’nda patlayan ve beş kişiyi bizden alan Diyarbakır Katliamı’nın ya da 20 Temmuz 2015’te Suruç’ta Amara Kültür Merkezi’nin küçücük bahçesinde patlayan ve otuz üç canımızı öldüren Suruç Katliamı’nın dosyaları gibi, 10 Ekim dosyasına da gizlilik kararı getirilmiş ve hepimiz süreçten kopartılmıştık. Üstelik henüz birbirimizi pek tanımıyorduk, yalnızdık.

Gül Büyükbeşe, Ali Sadet ile Ölüm Ne Yana Düşer Usta‘nın (2019) çekimlerinde. Ali Sadet, Suruç katliamında kızı Hatice Ezgi Sadet’i kaybetti.

Yetmemiş, üzerimize patlayan bombaların yanına başka şeyler de iliştirilmişti. IŞİD bombaları ile ölen bizler milli maçlarda yuhalanıyorduk. Önümüze adı daha önce hiçbir şekilde yan yana gelmemiş, gelmesi de asla mümkün olmayanlarla oluşturulmuş kokteyl terör örgütleri konuyor ve buna inanmamız bekleniyordu. Belli ki sadece IŞİD şiddetinin değil, ısıtılmış yalanların ve buz gibi bir nefretin de öznesi olmak üzereydik.

Aslında iyi bildiğimiz, defalarca izlediğimiz bir filmdi bu. Gerçek yerine yalanları dinlerken hakikatten giderek kopartıldığımız hissine aşina idik. Artık biliyorduk; yalan içinde yaşadığımız sisteme içkin bir kavramdı. Dünyanın herhangi bir yerinde; baskıcı rejimlerin neoliberal sömürüyü olanca acımasızlığı ile sürdürdüğü her toprak parçasında benzer şeyler yaşanıyor, kitleler yalanlarla güdülüyor, hakikat kırılganlaşıyor ve doğru ile yanlış arasındaki fark bilinemez, görülemez oluyordu.

‘Geçmişle Gelecek Arasında’ isimli kitabının Hakikat/Doğruluk ve Siyaset isimli son bölümünde Hannah Arendt, yalanın devlete içkin bir kavram olduğunu, doğrunun bilerek saklandığını söylüyor ve bunu geleneksel yalan olarak kategorize ediyor. Arendt geleneksel yalan ve modern yalan arasında önemli bir fark olduğunu da vurguluyor ve “geleneksel yalan, olan bir şey hakkında yalan söylemek ya da gerçekleri gizlemekle sınırlıdır. Modern örgütlü yalan ise olgusal hakikatin bizzat kendisini tahrip etmeye yönelen bir radikal eylem biçimini alır” diyor.[1]

 2015 Diyarbakır mitingi saldırısında iki bacağını kaybeden sinemacı Lisa Çalan, Ölüm Ne Yana Düşer Usta‘da patlama anında yaşadıklarını anlatıyor.

10 Ekim katliamını izleyen yas dolu günlerde bizim de tanık olduğumuz buydu… Gözümüzün önünde olup biten her şey, bambaşka bir pakete konulup kitlelere öyle servis ediliyordu. Bu yeni “anlatıda” ne biz bizdik, ne IŞİD IŞİD. IŞİD’i Diyarbakır’a, Suruç’a ve Ankara’nın göbeğine kadar getiren yolları döşeyenlerin izine ise doğaldır ki, hiçbir yerde rastlanmıyordu. 

Bu yeni hikâye piyasaya sürülürken, 10 Ekim’de sevdiklerini kaybedenler, yaralılar, o gün alanda olup cehennemi görenler ya da fiziken orada olmasa da aklıyla ve ruhuyla alanı hissedenler, bir araya gelmeye ve bir dayanışma örmeye başlamışlardı bile. Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kurucu metni sayılan Roma Statüsü’nde “tahayyül gücünü aşan kötülüklerle karşılaşıldığında ona yanıt verme ihtiyacından” bahsedilir. Bu, 10 Ekim Ankara Katliamı, Suruç Katliamı ya da Diyarbakır Katliamı’ndan doğrudan etkilenen kitleler için aşikâr bir ihtiyaç olarak orta yerde duruyordu ve doğaldır ki akla ilk gelen yöntem de hukuki mücadele idi. Her üç katliamın avukatları -çoğu zaten katliamların tanığı idi- hukuk mücadelelerini, adaletin sadece ölenler ve yaralananlar için gerçekleştirilmesinden ibaret görmediler. Bunun için çabalarken yanı sıra katliamlara giden süreci ören politik tercihleri ve bu tercihlerin doğurduğu iş birliklerini de ortaya çıkartmaya gayret ettiler. Bu mücadele hâlâ devam ediyor.

Dava sürecinin ilerleyen aşamalarında bizlerden ve kamuoyundan ustalıkla saklanan gerçekler de usulca ortaya çıkmaya başladı. Manzara netleşiyor, hakikat seçilebilir hale geliyordu. Dolayısıyla karşımıza konulan ve gerçekliğine inanmamız beklenen anlatıya itiraz edecek, hakikatin kaydını tutacak bir bellek çalışmasına ihtiyaç hasıl oluyordu. Bu nedenle birbiri ardına yazılı, görsel, işitsel ürünler oluşturulmaya başlandı. Sibel Tekin ve bana düşen ise bir belgesel ve onu izleyecek aynı isimli bir kitaptı; Ölüm Ne Yana Düşer Usta.[2]

2015 Diyarbakır mitingi sonrasında kitlenin üzerine gaz atılırken arka planda dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun billboard’u dikkat çekiyor. Ölüm Ne Yana Düşer Usta‘dan.

Asuman Susam, ‘Toplumsal Bellek ve Belgesel Sinema’ isimli kitabında belgesel sinemayı ontolojik olarak bir bellek mekânı olarak tanımlıyor ve belgeselin iki önemli işlevine atıfta bulunuyor; yaşananları kaydetmek suretiyle şimdiyi depolar ve geçmişe ait olayları konu edinerek sorgulamacı, eleştirel tutumuyla bugünün ihtiyaçları üzerinden belleğin çerçevesini yeniden belirler. Böylece politik bir mücadele alanı oluşturur.[3]

Biliyoruz ki, bellek bir unutma ve hatırlama diyalektiği içinde çalışır. Eğer unutmamız istenen ile unutmak istemediğimiz arasında bir çelişki varsa, resmî ideolojik yapının dışına doğru bir yola çıkmışız demektir. Walter Benjamin’in önemli saptaması ile devam edecek olursak, “faşizmin estetikleştirilmesine karşı sanatın politikleştirilmesi gerekir!” Benjamin’e göre politize edilmiş sanat ve medya, kapitalizmin kitlelerde meydana getirdiği yabancılaşma ve yanılsama halinden çıkmalarına, var olan toplumsal/ekonomik koşulları ve sorunları sorgulamaya, eleştirmeye yönlendirir.

Fernando Solanas ve Octavio Getino Fırınların Saati’ni yazıp, çekip, kurgulayıp, tamamladıktan sonra 1969’da kaleme aldıkları ve Üçüncü Bir Sinemaya Doğru olarak adlandırdıkları manifestoda “bir kural olarak filmler yalnızca sonuçla ilgilendiler, asla nedene bakmadılar” der.  “Verili durumda” diye devam eder sevgili yazarlarımız; “iki kültür, sanat, bilim ve sinema anlayışı birbirleriyle rekabet eder, egemenlerin anlayışı ve ulusun anlayışı.”[4]

Yine aynı manifestoda belgesel sinemanın, devrimci film üretiminin temeli olabileceği vurgulandıktan sonra, “belgelenen her imgenin bir film imgesinden ya da sanatsal bir olgudan daha fazlası olan bir duruma tanıklık ettiği ve sistemi ya yalanladığı ya da derinleştirdiği için sistem tarafından kolayca sindirilemeyecek bir şeye dönüştüğü” söylenir.

Sınavımız büyüktü; hem acılar deşilmeyecek hem bu büyük şiddete tanık olmayanlara neler yaşandığı aktarılacak ve hem de “hikâye” duygu sömürüsüne mahal vermeyen, mücadeleyi kırmayacak, aksine yeni eklenmeleri davet edecek bir tonda kurulacaktı.

Ölüm Ne Yana Düşer Usta (2019) belgeseli, üzerimizdeki koyu sisin açılmaya, hakikatin belirginleşmeye başladığı bir zamanda, tam da Solanas ve Getino’nun çizdiği çizgide ilerlemeye gayret eden bir film olarak biçimlendi. Onların önerdiği gibi bir “gerilla sineması” örneği değilse bile, 10 Ekim’den sonra ortaya çıkan ve giderek pekişen dayanışmanın içinden çıktı film… Çok küçük bir ekiple ama dayanışmanın bütün bileşenlerinin; Ankara, Suruç ve Diyarbakır ailelerinin, yaralıların, her üç dosya için bir araya gelen avukatların, Suruç Aileleri İnisiyatifi’nin, 10 Ekim Barış Derneği’nin katkıları ile hazırlandı. Çok insanın eli ve özeni başından itibaren Ölüm Ne Yana Düşer Usta’nın üzerinde oldu. 

Gül Büyükbeşe (sağda), Depo İstanbul’da.

Film, ilk kez Ankara Katliamı’nın dördüncü yılında, 9 ve 10 Ekim’de, çoğunu ailelerin, yaralıların, demokrasi güçlerinin oluşturduğu bir izleyici kitlesinin önüne çıktı. Sınavımız büyüktü; hem acılar deşilmeyecek hem bu büyük şiddete tanık olmayanlara neler yaşandığı aktarılacak ve hem de “hikâye” duygu sömürüsüne mahal vermeyen, mücadeleyi kırmayacak, aksine yeni eklenmeleri davet edecek bir tonda kurulacaktı.

İlk gösterimlerden sonra salonda oluşan duygu yüklü havayı filmin karnesine geçer not olarak kaydettik. Filmin daha genel bir izleyici kitlesi ile buluşması ise, 2019 yılında 9. Hangi İnsan Hakları Film Festivali sayesinde oldu. Film, festival kapsamında İstanbul’da birkaç ve Diyarbakır ile Batman’da birer gösterimle çıktı izleyici karşısına.

Derken kapımızı pandemi çaldı. Bu olağandışı durum kişisel ve toplumsal hayatların üzerinde büyük spotlar yaktı, eşitsizlik, adaletsizlik, her türden hak ihlali elle tutulur denli somutlaştı. Yeteri kadar şanslı olanlar için hayat evlere çekildi, diğerlerinin ise zaten film izlemeye mecali yoktu, hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Ölüm Ne Yana Düşer Usta, bu koşullarda orada, burada birkaç neşesiz özel gösterimde gösterildi, belirli gruplar içinde birkaç sohbetin konusu oldu. Tatsız günler, belirsiz zamanlardı. Zorlayıcı bütün bu koşullar nedeniyle, biz de birçok başka film üreticisi gibi filmimizi Vimeo’da açık hale getirdik, çünkü her isteyen ulaşabilsin, izleyebilsin istedik.*

Sara Ahmed “Duyguların Kültürel Politikası”[5] adlı kitabında; “Egemen, ‘ben’ ya da ‘biz’ olarak tanımladığı kendisi dışında kalanı, kendi varlığını tehdit edici bir unsur olarak görür. Ve bu nedenle ‘öteki’ olandan nefret etmek, ulus sevgisinin bir göstergesi olarak inşa edilebilir,” diyor. Biliyoruz ki; yönetici erk tarafından “öteki” ilan edilen aynı zamanda kırılgan olandır. 2015 katliamlarından sağ çıkmış, yerde bıraktıklarına borcu olduğunu düşünen, ısrarla barış isteyen ve bu nedenle katledilen ve fakat yası tutulmayan insanlar olarak bizler de, yeni bir bellek hattı döşemek zorundayız. Önemsizmiş vurgusu yapılan yasımıza sahip çıkmak, unutmanın karşısına hatırlamayı koymak ve “kırılgan” olanın ürettiği bellekten ve bir araya gelişlerinden çekinen devlet aklının karşısında durabilmek için gerekli bu; öfkemizi kendimize yurt bellememek, o öfke ile başka şeyler yapabilmek, mesela bir mücadele alanı örmek için… Yaptığımız budur. Biz bu mücadele alanında filmlerimizle, fotoğraflarımızla, turnalarımız, örgülerimiz, battaniyelerimiz, kuşlarımız ve anıt ağaçlarımızla duruyoruz.

Barışa Uçan Kanatlar ve Ardakalan sergileri 10-25 Aralık 2021 tarihleri arasında 11. Hangi İnsan Hakları Festivali kapsamında Depo İstanbul’daydı.

Bu yıl, yani katliamın üzerinden altı yıl geçmişken Emine Kart’ın Ardakalan Fotoğraf Sergisi, Hatice Kapusuz’un Barışa Uçan Kanatlar Sergisi, Örgülü Mücadale Gönüllüleri’nin 104 parçalı battaniyesi, Aslı Saraç’ın Barış Durağı ve Ölüm Ne Yana Düşer Usta isimli belgesel filmimiz ve kitabımız “İnadına ve Hâlâ, İnadına ve Daima Barış” şiarı ile bir araya geldi ve 10 Ekim’de Ankara’da, daha sonra Çanakkale ve Malatya’da ve son olarak da 11. Hangi İnsan Hakları Festivali kapsamında izleyici ile buluştu. Hayli yalnız bırakıldığımız 10 Ekim mücadelesi içinde birbirimizle nefes alıyor, birbirimizle dinleniyoruz; bu doğru. Ama öncelikli amacımız yaşananları doğru biçimde anımsamak ve aktarmak. Bu yüzden mekânlaştırmayı önemsiyor, tek başımıza yaptığımız filmlerin, çizdiğimiz kuşların, çektiğimiz fotoğrafların ve yazdığımız satırların yanına birlikte ördüğümüz battaniyeleri, kaybettiklerimizin isimlerini işlediğimiz örgülerle sardığımız anıt ağaçları iliştiriyor, kendi bellek mekânlarımızı da kendimiz yapıyoruz.

Bütün bunlar yaşanmış ve biz birlikte eylemenin/yapmanın/üretmenin sağaltıcı yanını keşfetmişken aklımızda yine de aynı kadim soru var: Battaniyenin son düğümünü ne zaman atacağız, son turnayı ne zaman katlayacağız, son kuşu ne zaman boyayacağız, filmin son jeneriğini izledikten ve kitabın en son sözcüğünü okuduktan sonra ne yapacağız… biz ne zaman susabileceğiz? Adalete ve barışa ne zaman ulaşabileceğiz?


NOTLAR
1 Hannah Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, Çev.: Bahadır Sina Şener, Onur Eylül Kara (İletişim Yayınları, 2016)
2 Gül Büyükbeşe ve Sibel Tekin, Ölüm Ne Yana Düşer Usta (NotaBene Yayınları, 2021)
3 Asuman Susam, Toplumsal Bellek ve Sinema, (Ayrıntı Yayınları, 2015), 19.
4 Fernando Solanas ve Octavio Getino, “Üçüncü Bir Sinemaya Doğru”, Çev.: Ertan Yılmaz (1969), 11.
5 Sara Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası, Çev.: Sultan Komut (Sel Yayınları, 2015)