Şu An Okunan
Zamansallığın Önemi: Susma Platformu ile Sinemada Sansür ve Otosansür Üzerine

Zamansallığın Önemi: Susma Platformu ile Sinemada Sansür ve Otosansür Üzerine

Söyleşi: Fırat Yücel, Ekrem Buğra Büte
Deşifre: Öykü Tanışman

Açık Radyo’da özgür sinema gündemini değerlendirdiğimiz Fasikül adlı programımızın bu ayki konukları, Susma24: Sansüre ve Otosansüre Karşı Platform’dan (diğer adıyla Susma Platformu) Sonay Ban ve Sumru Tamer’di. Susma Platformu kültür, sanat, medya alanlarında ve buna bağlı olarak tabii ki sinemada da ifade özgürlüğü kısıtlamalarının takibini yapıyor ve sansürle mücadele konusunda aktif rol oynuyor. Platformun sinemadan tiyatroya, edebiyattan yayıncılığa ifade özgürlüğünün yanında kuruluşları bir araya getiren, Altyazı Sinema Derneği’nin de parçası olduğu geniş bir katılımcı ağı var. Platformun hazırladığı Türkiye’de Sansür ve Otosansür başlıklı yıllık raporlardan, özellikle de Altyazı Fasikül: Özgür Sinema’nın yayın ve etkinliklerinde sıkça faydalanıyoruz.

Susma Platformu’ndan Sonay Ban ve Sumru Tamer’le hem bu karşılıklı diyaloğu genişletmek üzere, hem de basın-medya-sanat özgürlüğünün giderek daraltılmakta olduğu bir ülkede sansür üzerine çalışmalar yürüten insanlar olarak, dertleşmek üzere bir araya geldik. Niyetimiz, hem platformun Documentarist ile birlikte Temmuz ayında düzenlediği Sansüre Karşı Direnen Belgeseller forumunda gündeme getirilen mevzuların üzerinden geçmek hem de içinden geçtiğimiz sürece dair bir durum değerlendirmesi yapmaktı. Muhabbetimiz Açık Radyo’da yayınlanan Fasikül programının 20 dakikalık süresini bir hayli aşınca tamamını, bir bütün olarak sizlerle paylaşmak istedik.

Altta: Sonay Ban ve Sumru Tamer (soldan sağa). Üstte: Ekrem Buğra Büte ve Fırat Yücel (soldan sağa).

Susma Platformu’nun kültür-sanattan medyaya uzanan geniş bir faaliyet alanı var. Sinema tarafına yeterince eğilebildiğinizi düşünüyor musunuz? Ya da şöyle soralım: Bu alanda giremediğinizi düşündüğünüz yerler neler?

Sonay Ban: Biz daha önce Siyah Bant’ın1 da yaptığı gibi sanatta ifade özgürlüğü kapsamında pek çok vakayı ele almaya ve vakaları raporlamaya çalışıyoruz. Bunlar yıllık raporlar olarak da sunuluyor. Aslında medyadan sinemaya, tiyatrodan görsel sanatlara pek çok vakayı günbegün raporlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla işin bir gündelik olarak yapılan; vaka tarama kısmı var, bir de platformun, son yaptığımız Sansüre Direnen Belgesel Filmler forumu gibi, etkinlikler hazırlama ve özel içerikler üretme kısmı var. Ama şunu da belirtmek gerekir; bazı otosansür vakalarını çalışmak doğaları gereği zor olabiliyor. Örneğin forum yaptığımızda, katılımcıların o forumda söyledikleri üzerinden ancak bazı otosansür vakalarını fark edebiliyoruz. Bunlar üzerine konuşulmuyorsa, böyle bir alan açılamıyorsa bu vakalardan çok fazla haberdar olamayabiliyoruz. Son bir buçuk senede hepimizin gündeminde olan pandemiden dolayı da, önceki dönemlerdeki gibi fiziksel olarak bir araya gelme ve tartışabilme alanlarımız da azaldığından işin otosansür kısmının, özellikle sinema alanında, bir şekilde geri kaldığını düşünüyorum. Böyle bir handikap olduğundan bahsedebiliriz.

Sumru Tamer: Son bir-iki senedir kendimizi sinemada yaşanan sansürü ve otosansürü konuşmak yerine dava takibi yaparken; Bakur (Kuzey, 2015), Nûjîn (Yeni Yaşam, 2014) gibi filmlerle ilgili davaları ya da diğer sinemacıların yasal süreçlerini takip ederken bulduk. Bu, yasal sansür mekanizmalarının nasıl arttığını ve sanatsal üretime, özellikle de belgesel sinema üretimine nasıl ket vurulduğunu açıkça gösteriyor. Bir yandan da, medyadaki sansür vakalarını da incelediğimiz için, RTÜK’ün televizyonda ve dijital platformlarda artan denetimini de görebiliyoruz. Tüm bunlar; sinema üretiminin ve gösteriminin nasıl artan bir şekilde farklı yöntemlerle denetlendiğini ve sansürlendiğini gösteriyor.

Son bir-iki senedir kendimizi sinemada yaşanan sansürü ve otosansürü konuşmak yerine dava takibi yaparken bulduk.

Katılımcı ağınız daha çok kültür-sanat oluşumlarını, kolektiflerini içerse de bazı sinema kurumlarına ve yayıncılara kadar uzanıyor. Bu süreçte, hangi sinema kurumlarıyla birlikte çalışmalar üretebildiniz? Ulaşamadığınız kurumlar da oldu mu?

S.T. Katılımcılarımız yaklaşık 120 oluşuma ve kuruma ulaştı. Eksik kaldığımız bir taraf da katılımcılarla sürekli iletişim halinde kalma kısmı oldu. Son bir-iki senedir bunu geliştirmeye çalışıyoruz. Beraber konu odaklı, sinema odaklı, tiyatro odaklı toplantılar yapıyoruz. Sinema alanından Oyuncular Sendikası ve Altyazı Fasikül’le daha çok beraber iş yaparken bulduk kendimizi. Fakat ileride katılımcılarımızın da daha aktif olarak yer alacakları daha fazla iş üretmeyi düşünüyoruz. Çünkü platformun kuruluş amaçlarından biri de bu ağı daha aktif kullanabilmek.

Çayan Demirel (solda) ve Ertuğrul Mavioğlu (sağda) yönetmenliğini yaptıkları Bakur belgeselinin suç sayılması sonucu 4’er yıl, 6’şar ay hapis cezası aldılar.

Siyah Bant döneminde bu konuya daha mesafeli yaklaşan, sansürü raporlamayı, kayıt altına almayı kendisine bir müdahale olarak gören kurumlar olmuştu. Bazı kurumlardan size karşı da böyle yaklaşımlar oluyor mu?

S.T. Şu ana kadar olmadı. Genelde kurumları katılımcı olmaları için biz davet ediyoruz. Bazen de kendileri katılımcı olmak istiyorlar. Şu ana kadar müdahale ettiğimizi düşünerek reddeden bir oluşum hiç olmadı. Cevap vermeyen oldu, ki muhtemelen zaten çok aktif olarak iş üretmediklerinden dolayı mesajlarına bakmadıkları için olmuştur diye düşünüyorum.

Platformunuzun isminde de mevcut olan otosansür konusuna da eğilmek isteriz. Yeryüzü Aşkın Yüzün Oluncaya Dek (2014) belgeselinin Antalya’da sansürlendiği 2014 süreci sonrasında öne çıkan, çok sık kullandığımız bir kavram oldu otosansür. Öte yandan, Sansüre Direnen Belgesel Filmler forumunda Bakur belgeselinden ötürü Çayan Demirel’le birlikte hapis cezası alan Ertuğrul Mavioğlu konuya farklı bir yaklaşım getirdi. Mavioğlu’na göre sansüre boyun eğmenin otosansür olarak tanımlanmaya başlanmış durumda. Otosansür bir yandan pek dile getirilebilen bir şey değil. Ama özellikle de son birkaç yıldır geri çekilmenin bahanesi olarak öne sürüldüğü durumlar da yaşıyoruz. Bu konudaki düşünceleriniz nasıl?

S.B. Forum sırasında ben de Fasikül’de çıkan güzel özette de dile getirilen ve belirttiğin şeyi düşündüm. Otosansür kavramsal ve kuramsal olarak çetrefilli bir kavram. Türkiye’nin özellikle 2000 sonrası vakaları incelediğimizde, otosansürü uygulayan kişilerin kendilerinden çok onları eleştiren kişilerin vakaları otosansür olarak nitelendirdiğini gördük. Otosansürün hangi aşamada yapıldığı da keza çetrefilli. Bazen insanlar senaryo yazarken ya da projesini daha kaleme almadan otosansür uygulayabilir. Bu bilinçli de olabilir bilinçsiz de olabilir. Bunun ayrımını nerede yapacağız? Örneğin; bir senaryo yazıldı ve proje bakanlığa destek için gönderildi. Oraya giderken acaba senaryonun ne kadarı değiştiriliyor? Yani yapım öncesi, yapım sırasında, yapım sonrasında, dağıtımda ve daha bir sürü alanda otosansürün olup olmadığının tespit edilebilmesi hem uygulayan kişiler açısından hem onu gören ve “bu otosansürdür” diyenler açısından çok katmanlı. O yüzden de bizim gibi platformlarda çalışan kişiler olarak ya da araştırmacı olarak bu konuyu çalıştığınızda ya da insanlarla görüşmeler yaptığınızda hep böyle bir bilinmezlik oluyor. O bilinmezlik, bir yandan deşmeye çalıştığımız bir şey ama aynı zamanda kafa karışıklığına da sebep olabiliyor. Bu konuda Banu Karaca’nın işaret ettiği çok önemli durum var. Karaca otosansürde zamansallığın önemine dikkat çeker. Bazen bir otosansür vakasının ortaya çıkması yıllar alabiliyor. Beş sene ya da on sene sonra biri kalkıp “aslında ben şurada otosansür uygulamıştım ama bazı sebeplerden konuşamamıştım” diyebiliyor. Dolayısıyla zamansallığı da işin içine katmamız gerekiyor. Bu da sansür vakalarıyla otosansür vakalarını birbirinden ayıran bir unsur.

Bazen bir otosansür vakasının ortaya çıkması yıllar alabiliyor. Beş sene ya da on sene sonra biri kalkıp “aslında ben şurada otosansür uygulamıştım ama bazı sebeplerden konuşamamıştım” diyebiliyor.

S.T. Forumda da konuşulmuştu bu: Sansür normalleştikçe otosansür de normalleşmeye ve daha beklendik olmaya başladı. Her ne kadar otosansür vakalarını bir şekilde sayamasak da, somut olarak ortaya dökemesek de şu kesin: Özellikle festivallerde sansür normalleştikçe belgeselcilerin, sinemacıların işlerini gösterebilmek için otosansür yaptıkları varsayımı çoğu zaman doğru çıkıyor. Ama bir yandan forumda da şu vurgulandı: Sansüre direnen alternatif alanlar yaratmaya başladıkça bu normalleşen otosansür de ortadan kalmaya başlayacak diye bir umudumuz var. Biz de otosansürü raporlamaya çalışmanın yanı sıra biraz da bu alanları açmaya çalışıyoruz. Çünkü bu alanlar açılmaya başlandıkça insanlar da yapmış oldukları otosansür üzerine konuşabiliyor olacaklar.

Türkiye’de daha çok Amerikan sağının siyaseten doğruculuk karşıtı fikirlerinden beslenerek otosansür mevzusuna bakanlar da oluyor. Yaratıcının filmini üretirken politik bir tavırla yaptığı seçimleri ya da belli konularda kendini geri çekmesini de otosansür olarak tanımlayan böyle bir akım söz konusu. Bu konuda deneyimleriniz oldu mu?

S.B. Sansürün nereden geldiğine dair de bir konu bu. Türkiye özelinde baktığımızda Türkiye’deki sansür kavramıyla Amerika’daki sansür kavramı arasında tabii ki fark var. Biz daha çok bir otorite üzerinden uygulanan sansür ve onun bir izdüşümü olarak otosansürü konuşuyoruz kendi aramızda ve onları belgelemeye çalışıyoruz. Bu anlamda siyasi iktidardan, onun paydaşları olan festivallerden ya da benzeri oluşumlardan gelen sansür vakaları bizim için daha öncelikli oluyor. Ama bunu dışında, örneğin, Youtube’un yaptığı bir sansür de var. Bunun bileşenleri nedir? Ona bakarak da biraz sansürü konuşuyoruz aslında. O yüzden işin böyle çetrefilli bir tarafı da var.

S.T. Bir sinemacının filmine uyguladığı sansürle bir festivalin ya da RTÜK’ün uyguladığı sansür arasında önemli bir fark var bence. Biri arkasında devlet ve sermaye mekanizmasını içeriyor. Diğeriyse kişinin kişisel olarak belki bir direnme yöntemi ya da direnme gücü olmaması sonucunda sansüre ya da otosansüre başvurması olabilir. Sansür biçimlerini ve aktörlerini iyi ayırt etmek gerekiyor diye düşünüyorum.

S.B. Ben de şöyle bir ekleme yapabilirim. Araştırmalarım üzerinden de gideceğim. Son 20 seneye odaklanacak olursak; politik düzlem, politik meseleler de aslında sansürün aktörlerini değiştirebiliyor. O yüzden beş sene önce Bakur’a uygulanan sansürdeki siyasi düzlemle şu anki düzlem çok farklı olduğu için o zamanki bazı sansür mekanizmaları şimdi işlemeyebiliyor ya da tam tersi olabiliyor. Daha farklı mekanizmalar, aktörler de işin içine girebiliyor. Dolayısıyla sansür tanımını bazen genişletebiliyoruz, bazen de daraltabiliyoruz. Orada da sürekli olarak bir pozisyon almak gerekebiliyor.

Sansüre direnen alternatif alanlar yaratmaya başladıkça bu normalleşen otosansür de ortadan kalmaya başlayacak diye bir umudumuz var.

Çok isabetli çalışmalar yapıyorsunuz mesela Ayşen Güven’in dizi senaristlerini bir araya getirdiği söyleşiyle, bizim hiç bakamadığımız sansürün, yaratıcılık alanına giren taraflarına dikkat çekti. Sonay, az önce bahsettiğin araştırma tam olarak neyle ilgili, öğrenebilir miyiz?

S.B. Doktora tez çalışmamı ‘2000 sonrasında Türkiye sinemasında sansür’ üzerine yaptım. Bu genel başlık içerisinde; sansür mekanizmaları ve aktörleri üzerine çalışarak vaka tespiti yapmaya çalıştım. O yüzden de işin içinde sansür, otosansür ve başka alt başlıklar da vardı. 2017’de tam da OHAL zamanında yönetmenler, yapımcılar, film eleştirmenleri ve akademisyenlerin aralarında olduğu pek çok kişiyle görüşerek alan araştırması yapmıştım. O dönemdeki görüşmeler hayli ilgi çekiciydi. Ondan dolayı politik düzlemin ve yaşananların hesaba katılması gerektiğini düşünüyorum. 2010 sonrası toplum olarak o kadar çok şey yaşadık ki… Her sene farklı mekanizmalar oluşuyor, değişebiliyor, farklılaşabiliyor ya da bazı şeyler devam edebiliyor. Bakur sürecinde yaşananlar ile Ölümüne Boşanmak (Dying to Divorce, 2021) filmine İstanbul Film Festivali’nde uygulanan sansürün2 birbiriyle oldukça benzeştiğini söyleyebilirim.

Doktora tezin tam olarak hangi dönemleri kapsıyor?

S.B. 2000 sonrasına odaklandım. Ama tabii ki bir bölümünde 1896 sinemanın Türkiye’ye gelişinden, 2000’li yıllara kadar sansür tarihine yer verdim. Çünkü şu anda nelerin değiştiğini ve değişmediğini belirtebilmem için bu tarihsel sürece de değinmek gerekiyor.

Bu karşılaştırmalı bakış açısı da çok değerli. O zaman ne yapılıyordu? Şu anda ne yapılıyor? Oldukça benzer taraflar olsa gerek…

S.B. Benzeyen çok şey var ama farklılaşan da çok şey var. Benim de argümanım, 2000 sonrasında aktörlerin çok fazla değiştiği. Onun da yasal sebepleri, sermayeyle ilgili tarafları, gibi bir sürü birleşeni var.

Yönetmenliğini Chloe Fairweather’ın yaptığı Ölümüne Boşanmak, kadın cinayeti davalarına bakan avukatlardan İpek Bozkurt’u takip ediyor.

Az önce Seda Gökçe’nin yaptığı Ölümüne Boşanmak belgeselinden bahsettiniz. Forumda Gökçe’nin dile getirdiği sansür vakası bizim de dikkatimizi çekti. Kadın cinayetleri ve kadın hareketini odağına alan bir belgesel. Tam da şu anki siyasi iklimde gösterilmesi gereken bir belgesel. Ancak İstanbul Film Festivali ekibi tarafından beğenilmesine rağmen siyasi kaygılarla program dışı bırakılıyor. Bu, basında bir sansür vakası olarak ele alınmadı, gündeme gelmedi. Sizce medyada da bir kabullenme, kanıksama var mı? Aslında medya olarak bizler de bu sıradanlaştırmanın bir parçası mıyız? Sansür sadece festivallerde değil medyada da sıradanlaşıyor olabilir mi?

S.B. Seda Gökçe’yle de ve Özge Sebzeci ile geçenlerde Susma Platformu olarak durumu anlatmaları ve vakayı konuşmak için bir görüşme yaptık. Şu an bu görüşmeyi yayına hazırlıyoruz. Bu konuda ilk gözüme çarpan şey şuydu; Elif Ergezen’le Sansüre Karşı Direnen Belgeseller forumunun moderasyonunu yapması için konuşurken bize Seda Gökçe’yi o önerdi. Böyle bir vaka yaşandığını duyduğunu söyledi. Büyük ihtimalle Documentarist’te gösterileceği için iletişime geçmişler. Bu vaka çok dillendirilmedi ve kendileri de bir yerde paylaşmadılar diye biliyorum. Seda Gökçe foruma gelip konuyu tartıştıktan sonra böyle bir vaka olduğunu öğrendik. İşin böyle bir boyutu var. Soruna dönecek olursak; diyelim ki böyle bir vakanın olduğu ortaya çıktı ve ondan sonra bizler ya da sektördeki başka bileşenler ses çıkartmadı. O zaman durum başka bir boyut alır.

Biz daha çok bir otorite üzerinden uygulanan sansür ve onun bir izdüşümü olarak otosansürü konuşuyoruz kendi aramızda ve onları belgelemeye çalışıyoruz.

Bir de, sansürle ilgili hep Bakur bir milat olarak görülüyor. 2014 Antalya Film Festivali’nda Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’in sansürlenmesi vakası, sonra Bakur ve ondan sonra sönümlenmiş bir aktivizmden, protesto yapılamamasından ve devamının getirilememesinden bahsediliyor. Bu noktada, yani devamı getirilemeyen aktivizmin nedeni olarak, OHAL sürecinde insanların artık çok yorulması, sektörün bir sürü birleşeninin olması ve onların bir türlü bir araya gelememesi gibi apayrı konuların da etkili olduğunu düşünüyorum. Bunların yanına son bir buçuk senedir insanların film seyretmeye gidememesi, sinemaların kapalı olması derken, başka sebepler de eklendi. O yüzden bazı vakalar bu şekilde ortaya çıktığında sektördeki bileşenlerin bir kısmı “Artık daha ne yapabiliriz?” diyor olabilir. Bir kısmı; “Zaten bir araya gelemiyoruz, ancak bu şekilde görüşebiliyoruz, buradan ne çıkabilir?” diye düşünebilir. Aynı zamanda vakaların takibi de yapamıyoruz tam anlamıyla. Çünkü eser işletme belgesinin verildiği Telif Hakları Genel Müdürlüğü’nün pandemiden önceki gibi işleyip işlemediğine dair güncel verimiz yok. Ondan önceki dönemde zaten Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Sinema Genel Müdürlüğü’nün şeffaf olmamasından dolayı bir sürü vakayı bilmiyorduk. Kümülatif şekilde şu anki noktaya geldiğimizi ve bahsettiğim sebeplerle birlikte bazı durumlarda bazı vakaların göz ardı edilebildiğini düşünüyorum.

Antalya 2014 ve sonrasında “çok az görece özgür alanımız var, onları lekelemeyim” gibi bir yaklaşım söz konusu olmuştu. Hâlâ var mı?

S.B. Bana varmış ve bazen de o yüzden ses çıkartılmıyormuş gibi geliyor. Bazı festivaller “şimşekleri üzerimize çekmeyelim, burada güzel güzel bir şeyler yapıyoruz” diyor sanki.

Ölümüne Boşanmak vakasıyla ilgili son bir şey söylemek istiyorum. Festivalin, yürütücü yapımcıları arayıp filmi çok beğenmelerine rağmen böyle bir sansür yaptıklarını dile getirmesi bana hâlâ çok ilginç geliyor. Şu açıdan ilginç: Hiçbir şey demeyebilirlerdi. “Biz gösteremiyoruz çünkü beğenmedik filmi” demek aslında çok meşru bir gerekçe ama onun yerine “biz çok beğendik ama…” diye bir açıklama yapmalarının gerçekten ilginç bir tarafı var.

S.T. Yönetmenden anlayış bekliyorlar sanki.

2010’dan beri var olan siyasi iktidarın yarattığı toplumsal zemin böyle tuhaf bir meşruiyet zemini yaratmaya başladı. Herkes işine geldiği biçimde kullandığı bir esnekliğe sahip olmaya başladı. Herkes kendi dertlerini, daha büyük bir zorluğun altından kalktıklarını söyleyerek dile getiriyor, bir anlamda sorumluluktan kaçıyor.

S.B. “Biz de mağduruz”, “Biz de isteriz ama bizim de elimiz kolumuz bağlı”cılık ile daha üst bir makama topu atmak belki.

Bir yandan da dijital platformlar mevzusu var. En son sizin 2019 – 2020 raporunuzda da dile getirdiğiniz gibi, pandemiyle birlikte gösterimlerin dijital platformlara kayması hızlanırken sansür de dijital platformlarda yaygınlaşmaya başladı. 2019’da dijital platformlar RTÜK’e bağlandı ve sansür vakaları da yaşandı. ‘Şimdiki Aklım Olsaydı’ vakasını hepimiz takip ettik.3 Bir eşcinsel karakterden dolayı dizinin çekimleri engellendi. Gündem oluşturan bazı dizilerin/filmlerin yayınının engellenmesi ya da yayın programından geçici olarak çıkarılması gibi durumlar da yaşandı. Ama bir yandan da bildiğimiz kadarıyla henüz herhangi bir dijital platformda buzlama ve mozaikleme sistematik olarak yapılmıyor. Kürtçe filmlere yer vermeme gibi bir eğilimi çok net olarak görebiliyoruz ama bununla birlikte üzerinde çok konuşulan, LGBTİ+ karakterlere sahip diziler platformlardan çıkarılmadı. Şimdi RTÜK el artırabilir mi? Artırırsa ne zaman arttırır? Türkiye’de dijital platformlarının ofislerini açması bu süreci nasıl etkileyecek sizce?

S.T. RTÜK ve Aile Bakanlığı’na bağlı kurumlar oldukça popülist ve toplumun tepkisiyle harekete çok hızlı geçen kurumlar. Özellikle sosyal medyada toplumun linç kampanyaları sonucu diziler, kitaplar vb. yasaklanıyor. Bakanlıklar ve kurumlar biraz ihbar hattı gibi çalışıyor. Mesela BluTV’de Çıplak yasaklanmıştı. Platformda bununla ilgili de bir haber yaptık. RTÜK’ün henüz dijital platformlarda seri işleyen bir mekanizması olmayabilir. Genelde hedef gösterildikten sonra yasaklama yapılıyor diyebilirim. BluTV’de, Şenay Aydemir’den öğrendiğimiz bir Terminatör (The Terminator, 1984) vakası var.4 Mozaikleme yok ama sahneyi kesme var.

Tivibu’nun Sinema Yerli kanalında 28 Mayıs 2020’de gösterime giren Ahlat Ağacı‘ndaki bir heykelin memelerinin buzlanması, ekranlarda sansürün boyuta işaret eden ekstrem bir örnek.

“Önceden sansürlenmiş olan bir kopya mı gösteriliyor?” gibi bir soru işareti de var sanırız o konuda.

S.B. Yaptığım görüşmelerde bir yapımcı, zamanında Digitürk’e vermiş olduğu bir filmine televizyonda denk geldiğini ve filmi bayağı bir kesilmiş olarak izlediğini söyledi. O dönem Digitürk’ün kendisi yapmış. Dolayısıyla böyle bir şey zaten vardı ve o da yavaş yavaş dijital platformlara geliyor. Felaket çığırtkanlığı yapmak istemem ama bu mümkün. Bir dayatma olacaktır ama otosansürü de hesaba katarsak, platformların da mozaiklame ve sahne kesme yoluna gitmesi muhtemel. Terminatör vakası da ilginç. Üzerine çok gidemedik. Gerçekten BluTV mi yaptı yoksa Şenay Aydemir’in ironik bir şekilde “TRT’den kopya mı aldınız?” diyerek ifade ettiği gibi başka bir durum mu var? Çünkü sansür tarihine baktığımızda 80’lerde böyle vakalar yaşanmış. Zamanında TRT 1 bir Türk filminin sansürlü kopyasını yayınlıyor. Milliyet’te filmin bir sebepten haberi çıkıyor, sonra TRT, “Biz bunu aslında özel bir kanaldan almıştık. O kopyayı yayınladık,” şeklinde bir açıklamayla kendisini de bir şekilde temize çıkarmaya çalışıyor. Böyle bir şey de olmuş olabilir.

S.T. Tivibu’da Ahlat Ağacı’ndaki (2018) heykel buzlandı. Tivibu da esasında bir dijital platform.

RTÜK ve Aile Bakanlığı’na bağlı kurumlar oldukça popülist ve toplumun tepkisiyle harekete çok hızlı geçen kurumlar. Özellikle sosyal medyada toplumun linç kampanyaları sonucu diziler, kitaplar vb. yasaklanıyor.

TV kanallarında bu noktaya gelinmesinin nedenlerinden biri de sansüre karşı herhangi bir direniş olmamasıydı. TV kanalları zamanla sansürü kendileri uygulamaya başladı. Aslında biliyoruz ki TRT’de de ve kimi özel kanallarda da sansür karşıtı insanlar var. Ama öyle bir kanıksama oldu ki artık ceza almamak için kanallar kendileri sansürlüyor. Şimdi dijital platformların da bir direniş öznesi olma hali yok gibi. Siz dijital platformların bu açıdan durumunu nasıl görüyorsunuz?

S.T. Netflix, RTÜK’le konuşup anlaşamayınca projeyi başka bir yerde çekme kararı alabiliyor.2 Bunu bir direniş olarak okumak zor ama ticari bir tercih olarak sansürü kabul etmemek olarak okunabilir.

S.B. Özellikle salgın döneminde herkes dijital platformlarda film ve dizi izlemeye yoğunlaştı ve önceden vaka olarak değer görmeyecek sansür haberleri fazlalaşmaya başladı. Bu geçiş çok hızlı olduğu için bu kadar belirsizliği de beraberinde geldi. TV kanallarıyla dijitali aynı kefede değerlendirebiliyor muyuz, değerlendirmeli miyiz? Ya da yasal düzenlemeler hangi aşamada, bilmiyoruz. Netflix, Twitter gibi dijital platformlar Türkiye’ye ofis açıyor ama sonraki yasal süreçlerle ilgili bilgimiz yok. Bu muğlaklık bir süre devam edecek. Ondan dolayı bazı dizi ve filmler irili ufaklı sansürlere uğrayarak yayın hayatına devam edecek ya da yapımcılar, yönetmenler projelerini sansürleyecekler. Her ikisi de bir süre devam edecek, öngörüm bu yönde.

Bu belirsizlik durumu biraz 90’lar başını da hatırlatıyor aslında: Frekanslar boşta, özel radyolar istedikleri gibi yayın yapıyor… Ama bugün dijitalde sansür ve otosansür şimdiden kendini göstermiş durumda.

S.B. Hüseyin Karabey’in forumda dile getirdiği bir durum var, dediğinle örtüşüyor; 90’ları hiçbirimiz çok güzel yıllar olarak hatırlamıyoruz ama bu dönemle 90’lar arasında o kadar farklılık var ki. Bazen geriye dönüp “bu nasıl özel kanallarda yayımlanmış!” dediğimiz dizileri ya da programları şu an yayımlamanız mümkün değil. Bu sırf Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) “kötülüğü” olarak da açıklanabilecek bir şey değil elbette ki. Evet şu anki durumu 90’lara benzetebiliriz ama şu an yapılamayacak çok şey var.

S.T. Son aylarda Punto24 Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24) de dahil olmak üzere sivil toplum kuruluşlarının aldıkları fonlar üzerinden hedef gösterme kampanyaları yine başladı. Biliyorsunuz Susma Platformu P24 altında faaliyet yürüten bir platform. Bir de geçtiğimiz aylarda sivil toplum alanını iyice daraltacak olan bir kanun Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi de meclisten geçti. Birçok STK ile beraber kültür-sanat üzerine çalışan sivil toplum örgütlerinin birçok tehditle karşı karşıya olduğu bir dönemdeyiz. Sivil toplum aktörlerinin hapiste olduğu, yargılandığı bir dönemdeyiz, sivil toplum kuruluşarına artık kayyım atanabilir veya çok kolay kapatılabilirler. Böyle bir durumdayken, aklımızdaki etkinlikleri ideal şekillerde değil, sansür ve bahsettiğim tehditlerin etrafından dolaşacak, bunları bertaraf edecek şekilde yapıyoruz. Mesela Sansüre Direnen Belgesel Filmler forumunun öncesinde, sansür nedeniyle yayımlanamayan filmlerin gösterildiği üç haftalık bir çevrim içi gösterim programı yaptık ve film gösterimlerini uygulamaya koyma aşamasında çok zorlandık. Sansürsüz, otosansürsüz nasıl yayın yapacağız? Bir yaptırımla karşılaşır mıyız? Duyuruyu nasıl yapmalıyız? Susma Platformu’na bir şey olur mu? Aldığımız riskleri uzun uzun tartıştık. Çok çetrefilli bir süreçti. Aklımızdaki ideal etkinlik formatını eğip bükmeye otosansür deniyorsa, kaçınılmaz olarak biz de otosansür yaptık diyebiliriz. Çünkü sansürden uzak alanlar yaratmaya çalıştıkça alanımız daraltılıyor. Mesela Hüseyin Karabey forumda bahsetmişti, gösterimler festivaller tarafından engellense bile sokakta özel gösterimler yapılabiliyordu, şimdi bunun da koşulları zorlaştı.

Politik stratejiyle otosansür arasında da bir fark olduğunu vurgulamak lazım belki.

S.B. Kesinlikle. Biz küçük bir film gösterimi yapabilmek için bile haftalarca tartıştık. Ama sonuçta göstermek istediklerimizi göstermeyi başardık. Güzel de bir forum yaptık.

Bu konular maalesef belli kuralları olan konular değil. Her rejim ve her politik iklime göre tekrar tekrar konuşulup yeniden yol haritası çizilmesi gereken konular.

S.B. Bugün bu konuları hep beraber, açıkça birbirimizi anlamaya çalışarak konuşabiliyor olmak ve birlikte kafa yorabiliyor olmak bize çok iyi geldi.

Evet, özellikle bu dönemde dertleşebilmek çok değerli, teşekkür ederiz.


NOTLAR
1 Türkiye’de sanatta sansürün aktörlerini ve yöntemlerini araştırmak, internet sitesi ve yayın aracılığıyla belgelemek ve sanatsal ifade özgürlüğü hakkını savunmak amacıyla 2011 yılında bir grup kültür sanat emekçisi tarafından kurulan bir girişim.
2 Birleşik Krallık yapımı Ölümüne Boşanmak belgeselinin yürütücü yapımcılarından Seda Gökçe, Sansüre Direnen Belgesel Filmler forumunda 40. İstanbul Film Festivali seçkisinde filme yer verilmemesinin ardında siyasi nedenler olduğunu açıkladı. Gökçe’nin aktardığına göre, festival organizatörleri belgesele programda yer verememelerine neden olarak, avukat İpek Bozkurt’un filmde toplumsal olaylarla ilgili yaptığı yorumları göstermişti. Gökçe’nin konu hakkındaki ifadelerine forumla ilgili derlememizden ulaşabilirsiniz.
3 ‘Şimdiki Aklım Olsaydı’ dizisinin çekimleri, senaryoda bir eşcinsel bir karakter olması nedeniyle Türkiye’de iptal edilmişti. Ece Yörenç’in senaryosu, İspanyol senarist Irma Correa tarafından uyarlandı. Si lo hubiera sabido (If Only) ismini taşıyacak bu dizinin Netflix İspanya’da yayınlanması planlanıyor.
4 James Cameron imzalı Terminatör filmi BluTV’de Sarah Connor (Linda Hamilton) ile Kyle Reese’in (Michael Biehn) seviştiği sahnenin kesilmiş olduğu bir kopyasıyla gösteriliyor.