Susma Platformu ve Documentarist’in birlikte düzenlediği Sansüre Direnen Belgesel Filmler forumunda, 2000’lerin başından bu yana sansür ve devlet baskısının türlü biçimlerine maruz kalan sinemacılar bir araya geldi. Konuşmaların ana ekseninde, Gezi Direnişi’ni konu alan Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’in Antalya’daki gösteriminin engellendiği 2014 yılından bu yana sansürün film festivallerinde normalleşmeye başlaması vardı.
Susma Platformu ve bu yıl 14’üncüsü düzenlenen Documentarist işbirliğinde, 3 Temmuz Cumartesi 2021 akşamı düzenlenen ‘Sansüre Direnen Belgesel Filmler’ başlıklı çevrimiçi forumda, sansür ve otosansür kavramları odağında Türkiye’de belgesel sinemacıların yaşadıkları, film festivallerinin ifade özgürlüğüne karşı ihlalleri destekleyici tutumları konuşuldu; direnme yöntemleri ve alternatif çözüm yolları tartışıldı. Şairin Ölümü (2009) ve Elif (2017) gibi belgesellerde imzası olan, Altyazı Fasikül’ün İçeriden Dışarıya video serisi için İçeriden (2020) filmini üreten belgeselci Elif Ergezen’in moderatörlüğünü üstlendiği foruma; Sessiz Ölüm (2001) belgeselinin yönetmeni Hüseyin Karabey, Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek (2014) belgeselinin yönetmeni Reyan Tuvi, Nûjîn (Yeni Yaşam, 2015) belgeselinin yönetmeni Veysi Altay, Bakur (Kuzey, 2015) belgeselinin yönetmenleri Çayan Demirel, Ertuğrul Mavioğlu ve belgeselin yapımcısı Ayşe Çetinbaş’la birlikte farklı disiplinlerde üretim gösteren isimler konuşmacı olarak katıldı. Etkinlik programında izlenmesi tavsiye edilen belgesellerden Bîra Mi’têtin’in (Hatırlıyorum, 2015) yönetmeni Selim Yıldız’ın dâhil olamadığı çevrimiçi sohbet, izleyicilerin soru ve önerilerine de açık bir şekilde gerçekleştirildi.
Elif Ergezen: “Otosansür normalleşiyor”
Etkinlik için belirlenen filmlerin son 20 yılın adeta bir özeti olduğunu belirten Elif Ergezen, sansürün yıllar içinde daha yasal hâle getirildiğini, belgeselcilerin ve muhalif sinemacıların iyice yalnızlaştırılarak sansürü kabullenip içselleştirdiğini ve otosansürün daha görünür olduğunu belirtti. Yönetmenlerin sansüre dair deneyimlerini paylaştıkları forumda; festivallerin sorumlu oldukları kişi ve kurumlara göre tavır alarak işlevlerinden uzaklaştığına, bu bağlamda otosansürün normalleştiğine vurgu yapıldı. İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü’nce yayımlanan, kolluk personelinden kamusal alanda görevlerini yaparken ses ve görüntü kaydı alanların engellenmesini içeren 27 Nisan 2021 tarihli genelgenin anayasaya aykırı olduğu bir kez daha dile getirildi.
Reyan Tuvi: “Gezi Direnişi filminin başına gelen, diğer yönetmen arkadaşlarımın başına geleceklerin ayak sesleriydi”
Farklı ideolojilere ve yaşam tarzına sahip milyonlarca insanın, Gezi Direnişi’nde verdiği mücadeleyi Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’te kayda alan Reyan Tuvi, belgeselin 2014’te düzenlenen 51. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “magazinselleştirilmiş” bir sansüre maruz kaldığını dile getirdi. Altın Portakal’ın belgeselciler için önemli olduğunu belirten Tuvi, “rejimin bir yansıması, bir aynası” yorumunda bulunduğu dönemin Altın Portakal yönetiminin, ilk defa bir avukatın değerlendirmesiyle “Türk Ceza Kanunu’na aykırı” diyerek bir belgeseli sansürlediğini hatırlattı ve festival yönetiminin bu tavrından geri adım atmaması sonucu kendisinin sansürle mücadelesinin başladığını söyledi. Söz konusu vakadan önce hiç sansüre maruz kalmadığını dile getiren getiren Tuvi, “Gezi Direnişi filminin başına gelen, bundan sonra dinleyeceğiniz yönetmen arkadaşlarımın başına geleceklerin ayak sesleriydi. Sonra yarışmalar iptal oldu. Bu çamur Ulusal Yarışma’ya da sıçradı. Burada kalmayacağı kesindi,” dedi. Yönetmenin yalnızlaştırıldığı bu gibi durumlarda filmin sansürlenmesi üzerinden esasında izleyicinin cezalandırıldığına dikkat çeken Tuvi, bu noktada yönetmenler için yurtdışına yönelme durumunun doğduğunu ifade etti. Festivallerin politikaları konusunda geliştirilen mücadele biçimlerinde istikrarın önemine de dikkat çekti.
O yıl festivalin belgesel bölümünde ön jüride yer alan Ayşe Çetinbaş da belirledikleri seçkide yer alan Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek belgeselinin TCK 299. madde yani “cumhurbaşkanına hakaret” gerekçesiyle yasaklandığını hatırlatarak, bu olaydan hemen birkaç ay sonra 2015 yılında Bakur’un sansüre maruz kaldığını söyledi.
Hatırlarsanız 2014 yılında 51’incisi düzenlenen Antalya Film Festivali’nin sansür politikasına karşı belgeselciler bir dayanışma göstererek filmlerini geri çekmişlerdi. Ancak diğer tüm sinemacıların katıldığı festivalin akışında bir herhangi değişiklik olmamış, üstüne üstlük sonraki yıllarda festivalde belgesele ilişkin bölümler de kaldırılmıştı.
Ertuğrul Mavioğlu: “Biz filmlerimizi programdan çektikten sonra hangi festival bizim karşımızda pazarlık gücüne sahip olabilir ki?”
Çözüm sürecinin devam etmekte olduğu 2013 yılında Türkiye sınırları içindeki PKK kamplarını görüntüleyen Bakur’un yönetmenlerinden Ertuğrul Mavioğlu, 2015 yapımı belgeselin İstanbul Film Festivali’ndeki gösteriminden bir gün önce ‘eser işletme belgesi’ olmaması gerekçesiyle gösterilemeyeceğini öğrendiklerini hatırlattı. Festivalde bu belgeye sahip olmayan işlerin yüzde 90’ları bulmasına rağmen sadece Bakur özelinde bir yaptırımın olduğuna dikkat çeken Mavioğlu, daha sonra bu durumun ‘hükümet baskısı’yla gerçekleştiğini öğrendiklerini ve boykot sürecinin de beraberinde geldiğini ifade etti. Bu dönem belgeselcilerin güçlü bir direniş refleksi geliştirdiğini, zamanla kurmaca film çeken sinemacıların da sürece dâhil olduğunu belirten Mavioğlu; filmlerin salonlardan çekildiği, yerine forumların düzenlendiği festivalde izleyicilerle sansürü konuşma fırsatı yakaladıklarını ve o gün itibarıyla bir sansür mekanizması olarak kullanılacağı için eser işletme belgesine hiçbir şekilde başvuru yapılmayacağı yönünde ortak kararı içeren bir bildiri kaleme aldıklarını ifade etti. Ancak boykotun zaman içinde önemini yitirdiğini, bu konuda herkesin hatalı olduğunu düşündüğünü belirten Mavioğlu, “Biz filmlerimizi programdan çektikten sonra hangi festival bizim karşımızda pazarlık gücüne sahip olabilir ki? Hangi festival bizim karşımızda ayakta kalabilir ki?” diyerek direnişin dirayetinin korunması gerektiğine dikkat çekti.
Elif Ergezen, belgeselin yönetmenlerinin “en yukarıdan” bir ceza alarak, 4’er yıl 6’şar ay hapisle cezalandırıldığını anımsattı. Bakur’un diğer yönetmeni Çayan Demirel, yüzde 99 Sürekli Engelli Raporu dikkate alınmayarak bu cezaya tabi tutulmuştu. Beş yıl boyunca arkadaşlarının da desteğiyle hukuk mücadelesi veren Demirel, mahkemece 18 Mart 2015’ten itibaren malulen emekli sayılmıştı.
Hüseyin Karabey: “Ciddi bir sokak hareketi vardı, filmler bir şekilde izleyiciyle buluşuyordu”
Avrupa’nın çeşitli merkezlerinde kapatıldıkları hücrelerde sosyal ve duyusal tecride maruz bırakılmış siyasi mahkûmlarla konuşarak F Tipi cezaevlerini anlatan Sessiz Ölüm (2001) belgeselinin yönetmeni Hüseyin Karabey, etkinliğe konu olan diğer filmlere nazaran daha eski olan belgeselinin uğradığı sansürü günümüzle kıyasladığında son dönem şartlarının daha acımasız olduğunu belirtti. Sessiz Ölüm belgeseliyle, 2000’de Türkiye’de açılmaya çalışılan F Tipi cezaevlerine karşı kamuoyunu bilgilendirmeyi ve o dönem yürütülen karşı kampanyaları desteklemeyi amaçladığını kaydeden Karabey; Hayata Dönüş Operasyonu’nun hayata geçirilmesiyle bu konuda yapılan haberlerin yasaklandığını anımsattı. O dönem İstanbul Film Festivali’ne seçilen Sessiz Ölüm üzerinden gazetelerin kültür sanat sayfalarında F Tipi cezaevlerinin yer bulduğunu ifade eden Karabey; etkinliğe de konuk olan Necati Sönmez’in konuyla ilgili Radikal gazetesine yazı yazdığını ve yazının, gazetenin o dönemki genel yayın yönetmeni İsmet Berkan tarafından bizzat sansürlenmesinin ardından Sönmez’in istifa etme kararı aldığını kaydetti. Birçok filminin yasadışı olarak fiilen yasaklandığını fakat o dönem sokakta izleyiciyle belgeselleri buluşturacak bir gücün olduğunu belirten Karabey, bugün gelinen noktada her anlamda bir baskı olduğunu vurguladı. Karabey, otosansürün meşrulaştığı, ahlaki bir çöküş yaşandığı bir dönemde tüm bu baskılara göğüs gererek üretmenin kolay olmadığını söyledi.
Necati Sönmez: “Festivallerin kendilerine uyguladığı otosansür en büyük problemlerden biri”
Festivallerin işleyişini etkileyen en büyük unsurun otosansür olduğuna vurgu yapan Necati Sönmez, devletten ya da herhangi bir özel sektörden destek almadan düzenlenen Documentarist gibi festivallerin özgürlük alanı açtığına dikkat çekti. Sinemacıların, özellikle de belgeselcilerin üretimlerinde otosansürün işleyemeyeceğini belirten Sönmez, “Festivallerin kendilerine uyguladığı otosansür en büyük problemlerden biri” ifadelerini kullandı.
Veysi Altay: “Devletten daha geri düşünen festivallere katkı sunmamalıyız”
Kobanê’de IŞİD’e karşı verilen mücadelede yer alan üç kadının hikâyesine odaklanan Nûjîn (Yeni Yaşam, 2015) belgeselinin yönetmeni Veysi Altay, Documentarist ve FilmAmed gibi festivaller dışında Türkiye’deki festivallere film göndermediği için sansüre maruz kalmadığını, daha çok özel gösterimlere ağırlık vererek belgeselin Kürdistan başta olmak üzere pek çok yerde izleyiciyle buluştuğunu aktardı. Polisin tehditlerinden dolayı daha önceden anlaşmış oldukları sinema salonlarının kendilerine yer vermediğini ve parti binalarından derneklere mekânlarda gösterim yapmak zorunda kaldıklarını, bazen de gösterimlerin direkt iptal olduğunu ifade eden Altay, Batman’da Yılmaz Güney Sineması’ndaki gösterim öncesi film afişlerinin polislerce toplandığını ve sinemanın o dönem görevlisi olan Dicle Anter’le birlikte gözaltına alınarak hapis cezası aldıklarını hatırlattı, yurtdışı yasaklarının hâlâ devam ettiğini kaydetti. İstinaf mahkemesince hükmü bozulup yeniden görülmeye başlayan davanın bir sonraki duruşması 7 Ekim 2021’de görülecek.
Anti-demokratik, ırkçı, cinsiyetçi ve faşist bir ülkede sansür ve engellemelerin olmasının son derece normal olduğunu belirten Altay, “sansür ancak demokratik ülkelerde tartışılabilir” dedi. İnsan Hakları Vakfı’nca düzenlenen İnsan Hakları Film Festivali’nde bile sansüre maruz kaldığını belirten Altay, festivallere film göndermek ya da bakanlıktan destek almak gibi sebeplerle sinemacıların ve belgeselcilerin de otosansüre başvurduğunu söyledi. Altay, sansüre direnen belgeselcilerin, festivallerden herhangi bir olumlu yaklaşım görmeden geri adım atmasını eleştirerek, “Artık ‘festivaller niçin film almıyorlar’ ya da ‘devlet niçin böyle yapıyor’ noktasından ziyade ‘biz bu işin neresindeyiz’i ciddi biçimde tartışmamız gerekiyor” dedi ve ekledi: “Devletten daha geri düşünen festivallere katkı sunmamalıyız. Mücadele ettiğimiz sistemin parçası olmamalıyız.”
Seda Gökçe: “Sansürün normal sayılması büyük bir problem”
Kadın cinayetleri ve kadın hareketini odağına alan Chloe Fairweather imzalı Ölümüne Boşanmak (Dying to Divorce, 2021) belgeselinin yürütücü yapımcılarından Seda Gökçe, olabildiğince çok kadına ulaştırmayı ve diyalog ortamı yaratmayı hedefledikleri belgesele 40. İstanbul Film Festivali seçkisinde yer verilmemesinin ardında siyasi nedenler olduğunu ifade etti. Gökçe, festival ekibinin filmi beğenmelerine rağmen programda yer veremeyeceklerini dile getirmesi üzerine, belgeselin takip ettiği kişilerden biri olan avukat İpek Bozkurt ile birlikte festival direktörüyle görüştüklerini anlattı. Festival ekibinin otosansüre neden olarak, kadın hareketi içindeki bir avukat olan Bozkurt’un toplumsal olaylar ve bunların kadın hareketine etkisiyle ilgili filmde yaptığı yorumlara işaret ettiğini söyleyen Gökçe, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve sermayedarların desteklediği festivalin o kadar da bağımsız olamayacağının da festival tarafından vurgulandığını aktardı. Gökçe, festival ekibinin sansürü bu şekilde sıradanlaştırmasının oldukça problemli bir tavır olduğuna dikkat çekti.
Oktay İnce: “Direnme biçimlerimizi maruz kaldığımız saldırıların ağırlığına göre şekillendirmeliyiz”
Video-eylemci Oktay İnce, gazetecilerden ve sinemacılardan örnek vererek bir engellemeye ya da sansüre maruz kalan bu kişilerin işlerine olduğu gibi devam etme durumunun bir direnme biçimi olarak görüldüğünü belirterek, “Maruz kaldığımız siyasi saldırıların, hukuki saldırıların, sansür türü saldırıların niteliğine göre, ağırlığına göre karşı cevaplar geliştirmemiz gerekiyor,” dedi. Sinemacıların sinema yapmaya devam etmesinin direnmeyi sürdürmek anlamına gelmediği fikrini savunan İnce, sinemanın sınırlarını aşacak eylem biçimleri geliştirmenin önemini ifade etti. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ‘kültür teröristleri’ diye ayrıştırdığı kesimi terör eylemlerinde bulunan kişilerle aynı kefeye koyduğunun ve paralel yaptırımlar uyguladığının altını çizen İnce, direniş biçiminin sektörün dışına taşarak daha radikal, sürekliliği olan, kararlı ve çözüm odaklı olması gerektiğini söyledi.
Ayşe Çetinbaş: “Yarın kuşlarla ilgili bir belgesel sansürlenebilir, öyle bir yere doğru gidiyoruz”
2015 yılında Bakur’un sansürlendiği dönemde belgeselin festivallerde yer almasını ve ardından gösterime girmesini arzuladığını belirten Ayşe Çetinbaş, dönemin konjonktürünün de dikkate alınarak sürece yayılan bir değerlendirme yapılması gerektiğini söyledi. 2021’de Bakur gibi bir filmin çekilmesinin bile çok güç olduğunu ifade eden Çetinbaş, “Bugün kadına yönelik şiddetin konu olduğu bir belgesel sansürleniyor, yarın kuşlarla ilgili bir belgesel sansürlenecek muhtemelen. Öyle bir yere doğru gidiyoruz,” dedi. İstanbul Film Festivali yönetiminin ifade özgürlüğünü ihlal eden tavrının bugün birçok şeyi değiştirdiğini vurgulayan Çetinbaş, “Eskiden sadece Kürtlerin filmleri sansürleniyordu, bugün bu noktaya geldik, yarın başka bir yere gideceğiz,” dedi. Çetinbaş, Türkiye’deki birçok festivalin sansürlediği Bakur’un, siyasi iklimin sert geçtiği 2015’te, Documentarist’te yer aldığını aktararak gösterimden saatler önce kapıda yüzlerce insanın film için sıraya girdiğini ifade etti.
Forumun ardından katılımcılardan da sorular geldi.
“Sansüre boyun eğmek otosansür olarak tanımlanıyor”
“Gelecek kuşaklar sansürden kurtulur mu?” sorusuna yanıt veren Ertuğrul Mavioğlu, sansürün kadim bir mesele olduğunu ve devlet otoritesi geri çekilmediği sürece çözüme kavuşmayacağını söyledi. İtiraz eden yönetmen ve yapımcılar olmadan sansür meselesinin hiç gündeme gelmeyeceğini belirten Mavioğlu, Documentarist gibi, filmlerin gösterilebileceği bağımsız kanalların yaratılmasının önemini vurguladı; festivallere üretimlerin gönderilmemesi odağında geliştirilen eylem biçimini savundu. AKP iktidarının tüm medya kuruluşlarında söz sahibi olduğunu, muhalif gazetecilerin giderek azaldığını, kültür sanat muhabirlerinin filmlere ya da kitaplara tanıtımı yapılabilen/yapılamayan diye yaklaştığını ifade ederek, “Her dönemde sansür ve baskı vardı ama hakikaten bu dönem tamamen ipin ucunun kaçtığı, hiçbir hukuki kuralın hayata geçmediği, geçmesinin mümkün olmadığı, her şeyin talimatnamelerle, genelgelerle, arka odalardaki ya da sözlü talimatlarla yürüdüğü bir dönem hâline dönüştü,” dedi. Sansüre boyun eğmenin otosansür olarak tanımlandığını söyleyen Mavioğlu, bağımsız mecralar gibi alternatif yolların denenmemesi durumunda sansüre boyun eğmenin de normalleşeceğini ifade etti, “Yapmamız gereken esas şey, sansürün birileri tarafından kaldırılmasını beklemek yerine, sansüre direnen mekanizmaları üretmeye çalışmaktır,” diyerek sözlerini noktaladı.
“Üretimler dijitalleştikçe sansür de dijitalleşiyor”
“Dijital platformların yaklaşım ve tutumları nasıl?” sorusunu yanıtlayan Susma Platformu’ndan Sumru Tamer, üretimlerin dijitalleşmesiyle birlikte sansürün de dijitalleştiğini ifade etti. RTÜK’ün müdahale alanının genişlediğini belirten Tamer, son dönemde dijital sansür vakalarındaki artışa dikkat çekti.
Elif Ergezen ise dijital platformların da RTÜK’ün denetimine girdiğini belirterek, “Bu da sansürün daha net ortaya konuluşu galiba,” yorumunda bulundu.
“YouTube’da muhatap bulamıyorsunuz”
“Dijital platformların yaklaşım ve tutumları nasıl?” sorusunu, Bakur’un fragmanının şikâyet edilmesinin ardından YouTube’daki kanallarının kapatılması örneğiyle yanıtlayan Ayşe Çetinbaş, bu gibi platformlarda konuyu tartışacak bir muhatabın olmadığını belirtti. Netflix’in yayınlayacağı filmleri kendi belirlediğini ifade eden Çetinbaş, dijital platformlarda yer almanın kolay olmadığını söyledi.
“Sansüre uğrayan sanatçıların medya temsiliyetiyle görünürlüğünü arttırmak bir çözüm olur mu? #MeToo hareketinde olduğu gibi mağduriyet yaşayan bireylerin kolektif bir şekilde sosyal medya aracılığıyla sesini çıkarması bir değişim yaratır mı sizce?” sorunu yanıtlayan Hüseyin Karabey, 90’lara kıyasla şimdilerde bütün toplumun sindirilmeye çalışıldığını belirterek bu dönemde her koşulda üretmenin önemli olduğunu ve bu üretimlerin sosyal medyada, internette yok edilemediğini ifade etti.