Şu An Okunan
Veysi Altay: Geleceğe Dönük Filmler

Veysi Altay: Geleceğe Dönük Filmler

Söyleşi: Ayça Çiftçi
Fotoğraf: Haydar Taştan

Veysi Altay ile yapılan söyleşinin videosu için tıklayın

Kuyu (Bîr, 2018) adlı belgeseli bu yıl Documentarist’te gösterilen Veysi Altay uzun yıllardır fotoğrafçılık, gazetecilik ve belgesel sinema alanlarında çalışıyor. Filmlerinin birçoğunda devletin bireylere karşı işlediği suçlara, özellikle de kayıplara odaklanan Altay, filmleriyle toplumsal yüzleşmeye katkıda bulunmayı amaçladığını söylüyor. Yakın dönemin toplumsal olaylarına dair arşivlerin yokluğu, Altay’ı belgesel sinema alanına yönlendiren temel etken olmuş.

Fotoğrafçılık, gazetecilik ve belgeselcilik arasındaki ilişki üzerine kendi deneyimin üzerinden neler söyleyebilirsin?
İnsan hakları alanında çalışırken fotoğrafa başladım. Amacım arşiv oluşturmaktı. Ciddi bir arşiv sorunumuz olduğunu fark ettim. Bütün sivil toplum örgütlerinin sorunu bu. Çektiğim fotoğrafların hikâyelerini oluşturdum ve bir fotoğraf albümü yaptım, ‘Kaybolan Biz: 100 Fotoğraf 100 Hikâye’. Sonra da neden bunların belgeseli de yapılmasın dedim. Belgeselci olayım diye bir derdim yoktu yani.

Gazeteciliğim de savaş muhabirliği asıl olarak. 2013’te, Suriye’de başlayan ayaklanma sonrasındaki süreçte Rojava’da neler olduğunu merak ettim. Kobanê’deki savaşta dört ay kadar aktif gazetecilik yaptım. Orada yaptığım çekimlerle Nûjîn (Yeni Yaşam, 2015) belgeseli çıktı ortaya ama çekim yaparken belgesel yapma gibi bir düşüncem hiç yoktu. Dünyayı orada yaşananlar hakkında bilgilendirmekti tek amacımız. Orada çektiklerimle başka filmler de çıkabilir aslında ama doğrusu dönüp o malzemeye bakamıyorum. Çünkü fotoğrafını, videosunu çektiğim insanların, abartmıyorum, yüzde doksanı orada hayatını kaybetti.

“Açıkçası benim çalışmalarım geleceğe dönük, on sene, yirmi sene sonraki nesle dönük çalışmalar. Kürt halkının hikâyelerini, mücadelelerini gelecek için belgeleme amacındayım.”

Bütün belgesellerinde acı çekmiş insanların hikâyelerini anlatıyorsun ve onlarla yakın bir ilişki kuruyorsun. Bu durum, yapım veya kurgu aşamasındaki tercihlerine nasıl etki ediyor?
Filmlerimde kameramı doğrulttuklarım genelde mücadeleci insanlar. Vicdanını kaybetmiş bir toplumun vicdanı olan insanlar. Bu bana da motivasyon veriyor. Ben filmlerimde tarafım, tarafsız falan değilim. Bu insanların tarafındayım. Objektif davranarak olayı anlatmaya çalışıyorum evet, ama bu insanların mücadelesinden yana tarafım. Onların mücadelelerine şahit olmak beni işimi yaparken güçlendiriyor.

Filmlerin üzerinde çalışırken aklında belli bir izleyici profili var mı? Kürt halkına kendisini anlatmak, Türkiye’de yaşayıp bu hikâyelere erişimi olmayan kesime aktarmak, yurtdışında bu hikâyeleri görünür kılmak açısından daha fazla önemsediğin ve gözettiğin bir izleyici profili var mı?
Açıkçası benim çalışmalarım geleceğe dönük, on sene, yirmi sene sonraki nesle dönük çalışmalar. Kürt halkının hikâyelerini, mücadelelerini gelecek için belgeleme amacındayım. Türkiye izleyicisine gerçeği anlatmak istiyor musun sorusuna cevabım net olarak hayır. Türkiye’de bilinmeyen gerçeklerin olduğuna inanmıyorum. Geçmişte 90’larda Kürdistan’da yaşananlar için Türkler bilmiyor deniyordu, sessizlik bu söylemle meşrulaştırılıyordu. Ama işin aslı öyle değil. Yakın dönemden bir örnek vereyim. 2015’te Ankara’daki patlamada yüzün üzerinde insan öldü, barış yanlısı bir eylemde. Patlamadan iki gün sonra Konya’da Türkiye’nin millî maçında, elli bin insan attıkları sloganlarla stadyumda bu cinayetin arkasında durdu. “Bilmiyorlar” üzerinden bir tartışma yapmak anlamsız; bu söylem temize çıkaran bir söylem.

Bilginin kendi başına insanların perspektifini değiştirmediği doğru. Ama aynı olaya dair “farklı gerçeklerin” olduğunu anlatmak önemli değil mi yine de? Ya da yaşanmış olan bir gerçekliği Kürt perspektifinden anlatmak?
Aksine, çok anlamlı. Bizi kurtaracak şey o belki de. Ama şu anki durumda, bunu Türkiye’deki topluma anlatmak gibi bir derdim yok. Adana, Antalya, Ankara vb. festivallere de göndermiyorum filmlerimi zaten. Bu toplumun her kesimi anlattığım suçlardan bir şekilde sorumludur. Sadece bizzat suç işlemiş bireyler değil. Kimisi destek vererek, kimisi susarak. Dediğim gibi 10-15 yıl sonrası için anlatıyorum bu hikâyeleri. Bu böyle gitmeyecek çünkü, bir yüzleşme mutlaka yaşanacak.

Filmlerinin bugünden ziyade geleceğe dönük çalışmalar olduğunu düşünmende şu anki konjonktürün etkisi nedir? “Açılım” döneminde Kürt filmlerinin festivallerde ilgi gördüğü, izlenip tartışmalar yarattığı bir döneme şahit olduk. Sonra o dönem çok sert bir şekilde kapandı. Devam ediyor olsaydı yine böyle mi düşünürdün?
Açılım süreci genel olarak da, sanatsal açıdan bakınca da, bir tür tuzaktı. Benim gibi konuşacaksın, benim gibi düşüneceksin, öyle filmler çekeceksin diyen, sınırları belli bir alandı açılan. Biz de kendimize otosansür uygulamaya başladık. Mesele sadece Kültür Bakanlığı fonu da değil; belli festivallere dönük filmler çekmeye başladık. Mesele sadece Kültür Bakanlığı fonu da değil; belli festivallere dönük filmler çekmeye başladık. Ne çekersek nasıl çekersek bizi ödüllendirirler diye. Buradan çıkış yok mu, var. Buna düşmeyenler olmadı mı, elbette oldu. Ama genel tablo böyleydi. Bu da bir yönüyle kendini inkâr etmektir. Dilimi yumuşatmam lazım, belli kavramları telaffuz etmemem lazım diye diye. Biz yıllardır sanat yapıyorduk, bu alan neden şimdi birdenbire açıldı diye sormak gerekirdi. Yoksa, o alanı birden pat diye yeniden kapatırsa öyle kalırsın, ki kaldık. Bir çoğumuz kalakaldık. Eskisinden de kötü bir noktaya düştük. Eskiden küçük salonlar da olsa buluyorduk ediyorduk ondan sonraki süreçte bu da bitti.

Yaygın bir şekilde dolaşıma sokulmadıklarında, yine de bir toplumsal yüzleşme aracı olarak işlev görebilirler mi sence bu filmler?
Direnen insanların kendi hikâyelerinin paylaşıldığını ve doğru anlatıldığını bilmesi o kadar önemli ki. Mesela Faîlî Dewlet (2011) filminde ele aldığım, 90’larda Cizre’de yaşananlar, insanların kendi kendilerine, birbirlerine bile anlatamadıkları hikâyelerdi. Bu hikâyelerin başkaları tarafından görünür olduğunu bilmeleri çok önemli. Benimki gibi çalışmalar bir süre sonra yüzleşme aracı olacak. Arşivler o zaman önem kazanacak. Birebir bunları yaşamış olan insanlar aramızda olmayacak o zaman. Kayıplar da geride kalanlar da, ölümle yaşam arasında araftalar. Ölen de ölmüyor yaşayan da yaşamıyor. Kuyu belgeselindeki Hediye Ana mesela hep aynı kıyafetle dolaştı. Başka kıyafet alamadığı için değil, istemediği için. Yaşamıyor çünkü.

Faili Dewlet filminin adı, takip eden tüm filmlerinin de üst başlığını atıyor sanki. Suçlunun adını koymaya, geçmişte yaşanmış suçlarda devletin sorumluluğunun altını çizmeye çalışıyorsun hep.
Cizre’de 90’larda aile başına bir kayıp vardı neredeyse. Her şey o kadar açıktı ki. Bence Türkiye’de derin devlet yok. Son derece şeffaf devlet; derin devlet kurma ihtiyacı duymuyor. Faili meçhul kavramını kullanmak sorunlu geliyor bana o yüzden. Ailelere soruyorum, anlatıyorlar; çocuğumu şu aldı, şu araçla aldı, şurada görevliydi, üzerinde şu vardı vs. Her şey ortada; neresi meçhul bunun? Cemal Temizöz Cizre’de yaptığı katliamlardan dolayı 127 tane başarı ödülü aldı. Cizre’de ve Diyarbakır’da öldürdüğü insanlar için aldı bu ödülleri. Belgeseli yaparken de çok zorlandık. Çekimlerin çoğunu gizli yaptık. İki yıl kadar hep ailelerle birlikteydim. O dönem bir de gözaltına alınmıştım, arşivime el koymuşlardı.

Geri alabildin mi görüntüleri?
Hayır, alamadım. Ama yine de elde olanlarla tamamlayabildik belgeseli.

Sonrasında da 33 Yıllık Direniş-Berfo Ana (Berxwedana 33 Salan Dayika Berfo, 2013) filminde kayıp konusuna eğildin tekrar.
Berfo Ana 33 yıl boyunca çocuğunu aradı. İHD’de çalışırken zaten sürekli çekim yapıyordum. 3-4 yıl Berfo Ana’yı takip ettim. Röportaj hiç yapmadım onunla. Zamanla ilişkimiz iyice gelişti, kamera açıkken daha da doğal davranabilmeye başladı. Kaybedilen oğlu Cemil Kırbayır’la ilgili meclis bir komisyon oluşturdu, bir araştırma yaptılar. Altı ay sonra sundukları rapor, bizim Galatasaray meydanında onca zaman zaten söylediğimiz şeylerdi. Ama kim yargılanacak, nasıl cezasını çekecek konularında hiçbir şey yoktu raporda. Berfo Ana da kandırıldığını hissetti. Onunla birlikte ara ara Göle’ye gittik. Belgesel daha bitmeden yaşamını yitirdi. Berfo Ana oğlu 12 Eylül darbesi sonrasında kaybedildiği için Kenan Evren’i sorumlu görüyordu. Ama onun için Kenan Evren bir isim, kişi değildi, Kenan Evren ona göre devlet demekti.

“Filmde Hediye Anne oğlunun kemiklerinin bulunduğu haberini aldığında “müjde verdiniz bana” diyor, düşünsenize.”

Kuyu adlı son belgeselini de biraz konuşalım. Kürtçede ‘bîr’ aynı zamanda hatırlama, unutma, hafıza için de kullanılan bir kelime değil mi? Bu anlamda güçlü bir metafor.
Evet, her şeyi anlatan bir isim. Mardin, Dargeçit’te kaybedilen yedi kişinin hikâyesini anlatıyor bu belgesel. Bunların dördü çocuk. 11 yaşında bir çocuk bu devlete ne yapabilir, tehlikesi ne olabilir? 1991 ve 1993’te iki sefer bu insanların köyleri yakılmış zaten, 1995’te de çocuklarını ellerinden alıyorlar. Mardin’de o dönemde görev yapanlardan biri emekliye ayrıldıktan sonra CHP’de, biri de AKP’de belediye başkanlığı yaptı. Cumartesi günü anneler bu insanın ismini zikrediyor, Tayyip Erdoğan bu annelerle görüşüyor, ama altı ay sonra da bu kişiye kendi eliyle rozet takarak atamasını yapıyor. Gümüşlük’te belediye başkanı yapılıyor bu kişi. Bu yapılan, bu insanın arkasında durmaktır. Kayıpların biri 96’da hemen bulundu. Süleyman Seyhan, 67 yaşında. Altı tanesi kayıptı. Aileler çok mücadele ettiler. Her birini ayrı bir yere götürmüşler, farklı farklı yerlerde bulundular. Yakınların mücadelesini 5 yıl boyunca takip ettim. Kuyu‘daki Seyhan Doğan’ların cenazesini biz kendimiz bulduk. Bizzat kazıyarak bulduk. Savcılık başka bir yeri kazımıştı, onlar gittiler, biz devam ettik, bulduk kemikleri. Değişik zamanlarda kayıplardan dördünü bulduk, ikisi iki ayrı kuyuda, diğer ikisini de mağarada.

Kayıp yakınlarının bir tür dedektif gibi çalışmaya başladığını görüyoruz filmde. Mağarada bulunan helva kâğıdının üretim tarihine bakıp ipucu olarak değerlendirilmesi çok çarpıcı bir an.
Filmde Hediye Anne oğlunun kemiklerinin bulunduğu haberini aldığında “müjde verdiniz bana” diyor, düşünsenize. Ama orada ve daha önce birçok kuyu ve toplu mezar açılışında büyük hatalar yapıldı. Bu hatalara konuyla ilgili sivil toplum kuruluşları da bilmeyerek katkı sundu. Kemiklerin aranma ve bulunma şekli Minnesota protokolüne uygun değildi. Hayvan kemiği deyip işin içinden çıkabildiler o yüzden. O mezarların nasıl açılması gerektiği konusunda doğru yöntemi uygulamadık. Öyle olunca DNA araştırması şansını ortadan kaldırıyorsun. Yakınlar nasıl olursa olsun kayıplarını bulmak istiyorlar elbette. Onları anlamamak mümkün değil. Ama sonuç alabilmek için doğru yöntemle yapılması gerekirdi.

Kuyu Documentarist’ten önce nerelerde gösterildi?
İstanbul Kürt Film Festivali’nin açılış filmiydi, Filmamed’de de gösterildi. Yurtdışındaysa yüz yirmiye yakın festivalde gösterildi, yirmi ödül aldı, yedi-sekiz tanesi En İyi Belgesel ödülüydü. Önceki filmlerimde yurtdışı festivalleri için pek uğraşmamıştım ama Kuyu için uğraştım. Görünür kılınması gerektiğini düşündüm bu belgeselin.

Nûjîn diğerlerinden farklı bir konuya odaklanıyor. Bu belgesel nedeniyle senin hakkında bir dava da açıldı ve ceza aldın. Bütün bu süreci anlatır mısın?

Nûjîn belgeselini pek çok yerde gösterdik. Toplam yüz bine yakın insan izledi bu filmi. İstanbul’da Şişli Kent’teki galada yaklaşık 1500 kişi vardı. Şişli Kent’in önüne polis geldi, kitleye gaz sıktılar. Sonrasında da her gösterimi problemli oldu. Amed’de küçük bir gösterim yaptık, 400-500 kişi vardı. Çıkışta insanlar sloganlar attılar, tomalar geldi, gazlar sıkıldı yine. Batman’daysa Yılmaz Güney Sineması’nda yaptık. Belediyeden izin almıştım, afişler asıldı. Biz daha filmi izlerken afişler toplatılmış. Sonrasında da sinemanın yöneticisi Dicle Anter’i emniyete götürmüşler. Bir süre sonra benim evime de kâğıt geldi. Sonuçta bana 2 yıl 6 ay, Dicle Anter’e de 2 yıl 1 ay hapis cezası verdiler filmin afişinden dolayı. Devletin durduğu politik konum itibariyle bana ceza vermesini anlıyorum. Ama Dicle Anter’e ceza vermeleri akıl almaz bir durum. Filmle uzaktan yakından alâkası yok, afişle de yok. Batman savcılığı herhalde kendisine filmlere, yönetmenlere ceza verme gibi bir vazife edinmiş. Bakur’a da dava açmışlardı. Bizim filmde kullanılan görsellerin çoğu Türkiye’nin anaakım medyasında zaten yer almış görüntüler. Tamamıyla politik bir ceza.

Şimdi ne olacak peki?
İstinafa gönderdik kararı. Ama istinaftan farklı bir sonuç beklemiyorum. Şu anda film yurtdışında çeşitli yerlerde gösterilmeye devam ediyor bu arada. Kuyu’yu festivallere gönderirken Nûjîn’i de gönderdim. 8 tane en iyi belgesel ödülü aldı. Yakında İtalya’da 30 yerde gösterilecek.

“Alternatif sinema yapmak isteyen, o festivallerle ilişkisini kesmek isteyen bir sürü sinemacı var. Onlarla ortaklaştığımızda çok ciddi bir güç olabiliriz. Festivalleri boykot edelim, protesto edelim de demiyorum. Boykot veya protesto bile ayrı bir önem vermektir. Hiç gerek yok. İlgilenmeyelim, işimize bakalım.”

Devletin kendi durduğu yerden dava açmasını anlıyorum diyorsun ama senin durumun var, Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu’nun davası var, başka örnekler de var; filmler yüzünden yönetmenlerin yargılanması gibi akıl almaz bir durumun farklı örneklerini gördüğümüz bir dönemdeyiz. Bunu nasıl değerlendiriyorsun? Sence böyle bir tabloda nasıl tavır alınmalı?
Sinema üzerinden bakınca çok uç bir durum gibi, çok absürd gibi geliyor. Ama Türkiye’nin genel halini düşününce o kadar uç gelmiyor. Hakimler, savcılar terör suçlamasıyla karşılarına gelene ceza vermezse başlarına bir şey geleceğini düşünüyorlar. Ortada hukuk yokken neyi konuşacağız, ne diyeceğiz. Kendi hukukuna uymayan bir sistem var. Devletin baktığı noktadan bizim yaptığımız her şey tehlike. Ben demokratikleşmek istiyorum dese, tamam, o zaman diyecek bir şeylerimiz olur. Ama böyle bir tutum yok ortada. Kendisi gibi düşünmeyen, yaşamayan herkes tehlike. Yıllardır bu sistemin sahibi olan CHP’liler bile artık tehdit olarak görülüyorlar. O yüzden, ben ceza almamı tuhaf bulamıyorum. O kadar büyük haksızlıklar var ki, sıradanlaştı artık.

Sanat, özellikle de sinema –çünkü görsel bir sanat ve her eve rahatça girebiliyor– onlar için ciddi bir tehlike. Bu yüzden gözdağı vermek istiyorlar. Başarılı da oluyorlar. Bir belgesel Antalya’da sansüre uğramıştı; Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek (2014). Biz belgeselciler olarak bunu protesto etmek için imza verdik. Sonra festivalde kimi imzacılar kırmızı halıdaydı. Önce dürüst olmamız lazım. Çünkü elimizdeki kamera çok güçlü aslında. Çağ itibariyle güçlü, görsel oluşuyla insanlara çok hızlı ulaşabildiği için. Tavrımızı netleştirsek güçlüyüz aslında. Ama dayanışma ağımız yok, karşı duruşumuz yok. Hâlâ bu festivallerden bir şey bekliyoruz. Sadece Kürt yönetmenler için söylemiyorum bunu; bir derdi, duruşu olan tüm sinemacılar için söylüyorum. Ama özellikle Kürt yönetmenlerin bu festivallere film göndermemesi gerektiğini düşünüyorum.

“Diyarbakır’da festivallerin içeriğine dair büyük toplantı yaptık 2015’te, üç gün tartıştık. İşçi Filmleri Festivali’nden, Documentarist’ten, Kuirfest’ten arkadaşlar da geldi. Ortaklaştığımız bir sürü arkadaşımız vardı.”

Her koşulda ilkesel olarak reddetmekten yanasın yani?
Bu alanlar pozitif değil negatif çünkü. Alternatif işler yap. Filmamed güçlensin mesela. Sansüre uğramış filmlere, o festivallere filmlerini göndermeyen sinemacılara destek ol. Documentarist’i güçlendir. Ankara’ya, İstanbul’a filmlerimizle katıldığımızda, biz bir adım geri atınca onlar bir geri adım daha atalım istiyorlar. Hatırlarsın, Diyarbakır’da festivallerin içeriğine dair büyük toplantı yaptık 2015’te, üç gün tartıştık. İşçi Filmleri Festivali’nden, Documentarist’ten, Kuirfest’ten arkadaşlar da geldi. Ortaklaştığımız bir sürü arkadaşımız vardı. Sur’da çatışmaların sürdüğü dönemde yaptık o buluşmayı. Düzenlediğimiz pek çok festival var, bunların içerikleri nasıl olmalı, insanlara nasıl ulaşmalı, köylere nasıl gitmeli, kadın yönetmenleri, LGBTİ+ sinemacıları nasıl desteklemek lazım vs. konularında çok da anlamlı tartışmalar yaptık. İlk defa Kürt sinemacılar “gelin bize öğretin” demediler de, “biz bunları yapıyoruz, nasıl birlikte yapabiliriz, nasıl ortaklaşabiliriz, bizim imkânlarımızdan da siz nasıl faydalanırsınız” diyerek bu buluşmayı gerçekleştirdiler.

Peki o toplantının somut sonuçları oldu mu, kalıcı bir şeyler yarattı mı bu buluşma sence?
Çok zor bir dönemdi o. Kısa bir süre sonra da belediyelere kayyum atandı zaten. Bizim en büyük eksikliğimiz her şeyi belediyeler üzerinden kurgulamaktı. Alternatif sinema yapmak isteyen, o festivallerle ilişkisini kesmek isteyen bir sürü sinemacı var. Onlarla ortaklaştığımızda çok ciddi bir güç olabiliriz. Boykot edelim, protesto edelim de demiyorum. Boykot veya protesto bile ayrı bir önem vermektir. Hiç gerek yok. İlgilenmeyelim, işimize bakalım diyorum.

Bu bağlamda İstanbul’daki Kürd Film Festivali’ni de konuşalım. Bu yıl ilk kez düzenlenen festivalin organizasyonunda yer aldın sen de.

Evet bir ilkti ve beklediğimizden daha iyi geçti. Pek çok eksiğimiz vardı ama yetersiz de olsa başlatalım, bir adım atılmış olsun, sonraki yıllarda güçlendirerek devam ederiz dedik. Kırka yakın film gösterildi bu yıl ve seanslar hep doluydu. 4-5 bin arasında insan takip etti festivali. Olumsuz tepkiler genelde yerin darlığına dairdi, neden daha geniş yerler tutulmadı, yer bulamadık, izleyemedik şeklindeydi. İzleyici bu eleştiriyi yapmakta çok haklı ama kimse bize bu filmleri gösterebileceğimiz alan açmadı, salonlar vermedi maalesef. Bu süreçte Kürt kelimesini duyan kişi kaçtı. Mekân konusu bizim elimizde değildi.

Neden sadece Kürt filmlerine odaklanan bir festival diye de birtakım eleştiriler geldi. Ama bu bir ihtiyaçtı. Bir sürü festival var İstanbul’da sonuçta ve Kürtlerin çektiği filmler o festivallerde yer bulmuyor. Açılım sürecinde gösterilen üç beş film dışında Kürt filmleri, Güney Kürdistan’dan, Rojova’dan, Avrupa’dan Kürt filmleri İstanbul izleyicisiyle buluşmamıştı. O anlamda, böyle bir festival olmasa İstanbul’da kendisine bir alan bulamayacak pek çok film izleyiciyle buluşabilmiş oldu. Ödüle dayalı festival kültüründen farklı bir şey kurmak, bir dayanışma kültürü yaratmak istiyoruz bu festivalde.