Şu An Okunan
Yuvarlak Masa Tartışması: İmajlara Dair

Yuvarlak Masa Tartışması: İmajlara Dair

Aşağıdan Yukarıya serimiz için video üretenlerin katıldığı çevrimiçi yuvarlak masa tartışmasında imajlarla kurduğumuz ilişkiye dair çokça soru, çokça da fikir paylaşıldı. 16 Mayıs 2022’de, Senem Aytaç’ın moderatörlüğünde gerçekleşen buluşmada konuşulanların dökümünü herkesin faydasına sunuyoruz.

Senem Aytaç: Öncelikle herkese teşekkür ederek başlayayım. Bizim için çok heyecan verici bir proje oldu. Süreç içinde hepinizin fikirleri ile ortaya çıkan, birbirleriyle çok farklı biçimlerde diyaloğa giren ve en başta kafamızdaki soruları başka yerlerinden açan, aynı zamanda da tam istediğimiz gibi formla, imaj ve sesin bir aradalığıyla, montajla düşünen işler ortaya çıkmış oldu. Bunun için tekrardan ellerinize sağlık. İlk olarak, bakışın etiği meselesi ile başlayabiliriz belki. Bu, sinemayla, kamerayla, bakmakla ilgili olan; okumaya, yazmaya, çizmeye başlayan ya da eline kamera alan herkesin ister istemez düşünmeye başladığı bir konu. Bir yandan da mecralar değişip, çoğalıp hızlanırken, yeniden yeniden düşünmemiz gereken bir sürü soru var gibi. Oktay İnce’nin Hukuk ve İmaj yazısında da bahsettiği gibi ‘devasa bir imajlar ambarı’ var ve bugün herkesin kaydettiği görüntülerin inanılmaz hızlı bir dolaşımı var. Kaydın dolaşım bağlamının da, özellikle sosyal medya ile beraber sürekli kaygan bir şekilde değişmesi söz konusu. Bir yandan imajların çok hızlı dolaştığı, bir yandan arşivin çok genişlediği ve belki bu yüzden de bazen neresinden tutacağımızı bilemediğimiz bir dönemdeyiz. O yüzden de bu filmlerin her biri aslında, bu imaj ambarındaki görüntülerden bir şeylere odaklanarak söz üretme ve ona bir tür aşağıdan müdahale yapma çabası olarak adlandırılabilir. Oktay’ın filminde çok net bir cümle, bir tavır var örneğin. Bir eylemci olarak “eyleme giderken avukatınızı yanınıza almayın” önermesiyle özetlenebilecek bir ehliyet bu. Kameranın gördüğü ile olan ilişkisini serideki videolar farklı şekillerde düşünüyor. Bakışın öznesi ve baktığı nesne arasındaki güç ilişkisine dair, kendi yaptığınız işte ya da başkalarının filmlerini izlerken zihninizde neler uyandı?

Oktay İnce: Bakışın etiği ya da kameranın etiği değil de bu söyleyeceklerim, etik meselesi üzerine olsun. Hukuk bir uzlaşma alanı ve uzlaşma alanı iyi bir şey değil bence, bir zorunluluk. Benim açımdan etik de öyle. Hep karşı tarafa söylediğimiz “bu hiç etik değil” diye bir söz vardır. İşte buradaki “hiç etik değil” aslında hukukun bir başka biçimi, yani bir başkasına uzlaşılmış bir şey üzerinden iyi ya da kötü doğru ya da yanlış diyebileceğimiz bir söz. Dolayısıyla etiği de aynı hukuk gibi bir uzlaşma alanı olmaktan çıkarmak belki daha iyi bir şey. Şöyle bir cümle kurarsak belki uygun olur: “Etik bireysel bir şeydir.” Yani sadece benim etiğim var ve seninle üzerinde uzlaştığım bir etik yok. Dolayısıyla ötekine, topluma, bana şu etik ya da değil, diyemezsin diyebilirim. Ama benim bir etiğim var. Kendi seçtiğim bir etik var ve kendi içimde kurduğum etiğe uygun olmayan bir şey yaptığım zaman ötekinden “bu etik değil” sözünü beklemem ama ben içe dönük olarak kendi kendimden beklerim bunu. Beni bu durum olumsuz etkiler ve bir daha yapmamaya çalışırım ama bunu bir başkasına duyduğum bir sorumluluk olarak görmem. Ben kamerayı da öyle kullanıyorum. Şunu çekmek etik değil, bunu çekmek değil gibi değil de örneğin; taş atan eylemcileri çekmek ya da çekmemek işte iyidir ya da kötü gibi bir genelleştirmeden çok, tam o anda o taşı atan eylemci ile benim aramda bir mesele olduğunu düşünüyorum ve o anda o da beni görüyorsa ve itirazımız yoksa biz onunla anlaşmasızdır. Yoksa bir kural böyle dediği için ya da etik bir kural şöyle dediği için diye bir şey yok. Hayatın içinde her şey son derece canlıdır. Anlık olarak kuruluyor ve anlık olarak bozuluyor. Kamera da bence öyle bir şey. Sokakta kamera elimde ve her an onunla orada etik dışı bir şey ya da eksik bir şey yapabilirsin. Bunu genelleştirip bir el kitabı haline dönüştüremeyiz.

“Kimlerin elinde kamera var?”

S.A. Burada topu Osman ve Işık’a atayım. Çünkü siz videolarınızı yaparken bunları biraz konuştuk. Boğaziçi direnişi diye bir şey var ve bu dışarıdan büyük tek bir şey gibi görünüyordu ve sizin videolarınız, bütüne dair bir temsil olarak algılanır mı, algılanmaz mı gibi endişeleri konuştuk. Bu konuda şu an nasıl hissediyorsunuz?

H. Işık: Bu konudaki tartışmaları kendi içimizde de çok yaptık. Sembolik olarak şöyle bir yerden başlayabilirim. Sembolik olarak bakarsak, biz genel olarak kampüsün içinde var olduğumuz için ve kampüsün içine çoğu zaman basın giremediği için bizde şöyle bir ayrım oluyordu: İçeride üretilen görsellerle onların dışarıdaki dolaşımı nasıl oluyor? Aslında çoğu zaman sonuçtan çok da memnun değildik, çok iyi hissetmiyorduk. Örneğin hangi görüntülerin daha çok dolaşımda olduğu konusunda Osman’la çok konuştuk. İster istemez daha çarpıcı, şiddet anlarının olduğu görüntüler daha fazla dolaşıma giriyor ve izleniyor. Bir taraftan yaşam alanımızda 7/24 devam eden bir şiddet var ve çoğumuzun evi orada olduğu için orada yaşıyoruz. Yani bir yere gidip de direniş verdiğimiz bir olay değil. Her an yaşadığımız bir şiddet olduğu için bunu nasıl göstermeli, kendimizi nasıl anlatmalı meselesini epey tartıştık. Osman’la benim görüntülerimizi birleştirip bitirdikten sonra tekrar üstüne konuştuğumuzda görüntülerin birbiriyle konuştuğunu fark ettik. Osman’ın görüntüleri genelde güney meydandan yukarı doğru kapıya giderken benimkisinde tam tersi açıdan yürümeye başlayan birisi ana kapıya geliyor ve iki film o alanda buluşuyor gibi oldu.

Osman Baran Özdemir: Işık da ben de ilk günlerden beri elimize kamerayı alıp kampüse indik. Çünkü yapmayı bildiğimiz ya da bir şekilde direnişe yararlı olabileceğimizi düşündüğümüz yöntem buydu. Fakat bunu yaparken şöyle bir gerçekle karşılaştık: Orada kayıt alan sadece biz değiliz. Öğrenciler arasında kayıt alan bir sürü insan var. Kampüsün sınırlarında gezinen basın var ya da içerdeki öğrencilerden haber alan basın var. Bunların ötesinde kampüsün içerisinde, bizim yaşam alanımızda, gayet normal bir şekilde elinde kamerayla gezen sivil polisler var. Bizim orada her eylemimiz çeşitli manipülasyonlarla, söylemediğimiz bir şeyi bize söyletebilecek şekilde, yeniden düzenlenilebilecek şekilde kayıt altına alınıyor. Burada benim ilk zamanlarda yaşadığım en büyük sıkıntı arkadaşlarımı kaydediyor olmaktı. Hem orada bir eylemci olarak durmak hem de basının rolünü üstlenmek.

Şunu hissetim; benim şu anda burada duruyor olmam, bu insanları kaydediyor olmam, onları rahatsız ediyor mu? Bir anda bir basın açıklaması yapılıyor. Elbette ki onun kayıt altına alınıp dolaşıma girmesini bekliyorsun. Fakat biz orada sadece basın açıklamasını kaydetmedik. Bazı gündelik şeyleri de kaydettik, anaakım medyanın ya da alternatif medyanın görmeyeceği çeşitli olayları da kaydettik. Bunların hangilerini dolaşıma gireceği, hangilerinin girmeyeceği açıkçası biraz kamuoyunun ne beklediği ya da bizim direniş sırasında yürüttüğümüz propagandanın hangi yöne sapacağıyla ilgiliydi. Zamanla o ilişki kuruldu. İnsanlar birbirini tanıdı; “Kimlerin elinde kamera var?”, “Kimler bunu hangi kanallarla paylaşıyor?” ya da “Kime güvenebiliriz?” sorularına direniş kendi içinde yanıt vermiş oldu.

Bir de şöyle ilginç bir durum var. Bizim direnişte her gün tekrar ettiğimiz sembolik eylemler oluyor. Örneğin güneye gidiyoruz, çadır açıyoruz ya da gün sonunda belli noktalarda genelde benzer saatlerde basın açıklamaları okuyoruz ve bunlar sürekli tekrar ediyor. Bir yerden sonra bunun performatif yapısından ötürü ister istemez siz de orada olayları kaydeden kişi olarak belli bir rol üstleniyormuş gibi hissediyorsunuz. Ben konumlandığım nokta gereği direnişe karşı belli bir sorumluluk hissettiğimi düşündüm. Tabii bu dediğim tekrar eden şeyleri tekrar tekrar kaydettiğimiz zaman da o arşiv ister istemez büyüdü. Örneğin iki ayrı günden basın açıklamalarını ardı ardına da izlesek hangisinin önce, hangisinin sonra ya da hangisinin hangi olayın ardından geldiğini anlayamayız. Ama biz bunların hepsini dolaşıma sokuyoruz. Yani orada hafızayı canlı tutmaya çalışıyoruz. Öte yandan işte o oluşan büyük arşivin tek başına belli bir tarihe göre sıralanmış hali ile bir hafızayı direkt temsil edemeyeceğini düşünüyorum. Bu arşivin nasıl tüketildiği, nasıl dolaşıma sokulduğu ya da bizim bu görüntüler arasında nasıl geçiş yaptığımız, neleri hatırladığımız, neleri çıkardığımız, yani direnişi sürdürüyor olmanın sorumluluğunu geride bıraktığımızda arşive nasıl yaklaştığımız da önemli geliyor bana.

“Kadrajın içini nasıl dolaşacağız?”

Aylin Kuryel: İmajların dolaşımına, hangi imajların kime ulaşacağına, hangi hızla dolaşacağına, hangi mecralarda dolaşacağına karar veren, onu şekillendiren çok karmaşık bir yapı var. Mecraların kendileri, yasalar, direnişin özneleri vs. Bu karmaşık yapıya biz ne kadar müdahale edebiliriz? Yani nerede nasıl dolaşacağı, hangi hızla dolaşacağına ne kadar müdahale edebiliriz? Bu haritada failliğimizi nasıl
ölçebiliriz? Bütün işler ve aslında Fasikül’ün kurduğu çerçeve, zaten buna çağırdığı için, bence her birimiz bir şekilde kadrajın dışını nasıl görünür kılabileceğimize yöneldik. Öte yandan hepimiz işlerimizde sanki kadrajın içinde nasıl daha çok dolaşabiliriz gibi bir yere de evriliyoruz. Örneğin ben Migros’tan Neslihan ve Hüseyin’le Yan Yana’yı yaparken, Osman, Işık ve başka Boğaziçili öğrencilerle de
benzer atölyeler yapmıştım. Bu atölyelerin amacı direnişin en güçlü anını değil, en çok dolaşan anını değil, en onu temsil eden anını değil, bir şekilde kıyısında köşesinde dolaşan imajları masaya getirmek ve onlara biraz daha yavaşlayarak bakmak. Genel olarak bir yavaşlama eğilimi, kadrajın içinde dolaşma ve bu dolaşmayı birlikte yapma eğilimi.

Benim etik konusunda kafam daha karışık. Yani etiği yasalarla aşık atma ya da birbirine polislik yapma anlamında değil de kararları kolektifleştirmek ve sürekli hareket ederken geri dönüp bakma ve birlikte karar verme gibi bir yerden okuma eğilimindeyim. Öyle olunca da, “Birlikte yavaşlama ve imajın içinde daha çok vakit geçirme bize neler söyleyecek?”, “Bu pozisyonlara dair neler söyleyecek?”, “Dolaşım hızına dair her şey ile kurduğumuz ilişkiye dair neler söyleyecek?” gibi sorular etrafında dolaşıyorum. Bu anlamda örneğin geçen hafta Aylin’in Gözün Üstümde videosunda imajı doğrudan vermeme, yani o imaja bakışın zamansallığıyla oynama ve parça, parça verme gibi yöntemler denediğini gördüm. “Kadraj dışını değil, içini nasıl dolaşacağız?” “Hangi zamansallıkta dolaşacağız? İmajlarla olan ilişkimizde yavaşlamak mümkün mü?” gibi sorularla sözü Aylin’e bırakmak istiyorum.

Aylin Kızıl: Ben de dinlerken şunu düşündüm. Her imajın aslında çekildiği an dışında da başka bir sözü, başka bir anlamı olabiliyor. Farklı zamanlarda ona baktığımızda baktığımız yer değişiyor, baktığımız zaman, imajın anlamı, onu algılayışımız değişiyor. Ben de bu seride kullandığım bu fotoğrafları düşündüğümde hiçbiri o eylem anının en böyle ateşli, en doğrudan gösteren imajları değildi. Fotoğrafların hiçbiri o meseleyi anlatan fotoğraflar değil. Hiçbiri doğrudan o meseleye dair sözü olan fotoğraflar değil. Ona ne zaman bakıyoruz ve nasıl bakıyoruz?, Onu nasıl ele alıyoruz? Hangi bağlamda tekrar düşünüyoruz? Ben o kısmından bakınca aslında üretilen her görselin çok farklı zamanlarda, çok farklı şekillerde okunabileceğini ve bunun da bir yanıyla hem çok zenginleştirici hem imajı çok kıymetli hale getiren bir şey olduğunu düşündüm. Bizde genelde şöyle bir alışkanlık var: Bir toplumsal meseleye dair fotoğraf çekerken ve çektikten sonra, fotoğrafları eleriz, seçeriz, bir kısmını sileriz. Çünkü arşivde o kadar yer yoktur. Bu kadar fotoğrafı arşivleyemezsin. İçlerinden en iyisini, en güçlüsünü ya da en meseleyi anlatanını seçersin. Gerisi silinir gider ya da çok yakın planlar varsa içlerinden elersin. “İşlemeyen” fotoğraf gider. Ben bunu yaparken onu düşündüm. Neye göre “olmuyor” diyoruz ya da o imaj neye göre kalıyor, neye göre gidiyor? Yani nasıl seçiyoruz? O an imaja bakarken onu gördüğün koyduğun yerleştirdikten çok sonrasında orada bambaşka bir şey görüyorsun ve onun sözü bambaşka bir şey olabiliyor. Çok değişken bir hale gelebiliyor. O yüzden arşiv tutmak, belgelemek çok kıymetli ve birazcık daha bu şekilde tekrar bakıp yorumlamak, ele almak gerekiyor gibi düşündüm.



“İmaj çokluğunda ne yapıyoruz?”



Deniz Buga: Konuşmanın başında imajların çokluğundan bahsediyorduk, imaj çokluğunda ne yapıyoruz? Bunu belki büyük bir şehirde yaşamak gibi düşünebiliriz. Şu andaki bütün uluslararası büyük şehirlerde aşağı yukarı birbirini tekrar eden sokaklarda dolaşıp duruyoruz ve o şehir içinde aslında bize konuşan ya da bizim konuşabildiğimiz mekânlar çok yok. O şehirde bir bilişsel haritamız var ve biz oralara gidiyoruz. Şehrin diğer yüzleri ya da fırsatları bize çok konuşmuyor çünkü onun sistemiyle bizim sistemimiz çok uyuşmuyor. Biraz imajlar da böyle; bizim önümüzden her ne kadar çok yoğun dalgalar geçiyorsa da aslında hangi imajlara niye ulaştığımızı sanatçı, gazeteci ya da yazar olarak biliyoruz. O yüzden imajların çokluğu ya da dolaşımın fazlalığı politikasını düşünürken orada bu biriciklik bana çok çekici bir başlangıç noktası gibi geliyor. Çünkü biz kendi biricikliğimizden bir yere ulaşıyoruz. Kendi bilişsel haritamız bize çeşitli imajlar getiriyor. Benim de kendi yaptığım işlerde belli imajlar kalıyor ve bana musallat oluyorlar. Senin o imajlarla ilgilenmen gerekiyor. Biraz imajların musallat olma yeteneğine ya da gücüne de inanıyorum. Biz seçtiğimiz kadar bazı imajlar da aslında bizi seçiyorlar. Benim İsimsiz’de kullandığım deniz serisinin fotoğrafları da öyleydi. On yıl öncesinden fotoğraflarımdı. Onlarla hiçbir şey yapamamıştım ve bu fotoğraflar yer yer karşıma çıkıyorlardı. Biraz da imajların kendi zamanlarını talep etmesi gerekiyor, belki aynı zamanda sizin bir imaja dair büyümeniz gerekiyor. Böyle dağınık bir bulut çizeyim.

“Kadrajın dışı var mı?”

Alper Şen: ‘Kadraj dışı’nın dert edildiği bir noktadayız. Ben Hasan’ı Beklerken’de kadraj dışının aslında sesten ibaret olduğunu fark ettim. Bizim o merak ettiğimiz kadraj dışı, üretilebilen bir şey, zaten ürettiğimiz bir şey. Eğer ki o ses görüntüyle eşleşmiyorsa… Yani “basit bir tren sesini duysak da treni görmemize gerek yoktur” duygusunu aslında sonra kadrajın içinde başka bir yer veriyor. Bunu ne kadar manipüle edebilirsin? Bir süre sonra kadrajın dışında olmak sizin tüm dünyanız olabiliyor. Bu Oktay’ın da tarif ettiği etik aslında. Bir süre sonra çekmemeye karar vermek diye tahayyül ettiğiniz şey kadrajın dışında gerçekleşiyor. Ama ‘1984’ dilinden bakarsak: Kadrajın dışında olmak aslında iyi bir şey midir? Nihayetinde kadraj dışında kalmak iktidarın mekanizmasına karşı savunma aracıdır. Bu zaten kendi içerisinde bitmeyen bir şeydir. Çünkü bir sürü kayıt altına almak vs. Hep konuştuğumuz şeyler. Aslında bizim şu anda konuştuğumuz şey, görüntünün niteliğinden çok niceliğidir. Her durumda aslında biz bir şekilde biz kadrajın içindeyiz. Ben buna artık devletin kadrajı da demek istemiyorum. Her durumda bir şekilde kayıt altına alınan bir akış içinde biz kendi baktığımız yeri de kendi kurguladığımız dünyayı da tekrar tarif etmeye çalışıyoruz. Yine bir kadraj içindeyiz. Ama aslında, o eylem videolarında olduğu gibi, aslında arkadaki sesi canlandırdığınız bir kadraj içi bu.

S.A. Bu kadraj dışı, kadraj içi meselesinde; kadrajın içine ne kadar meselenin öncesi dahil olmuş ya da ne kadar olmamış diye düşünerek belki arşive de açılabiliriz. Bir anlatı kurmaya çalışıyorsun bugünden ve orada daha önce ne var ne yok ona bakıyorsun…

“Hızlanmanın olasılıkları nelerdir?”

Deniz Tortum: Biz filmimizi Mimar Sinan’ın film arşivinde, Sami Şekeroğlu Film Merkezi’nde çektik. Burası 1970’den bu yana Türkiye sineması filmlerinin arşivlendiği ve yaklaşık 10 bin filmin negatif kopyasının olduğu bir arşiv. Ama yıllardır, insanların erişiminin çok da fazla olmadığı bir arşiv. 2019’da Mimar Sinan’ın yeni rektörü yeni bir yönetim atıyor ve eski yönetimin bu arşive erişimini engelliyor. Biz Esen’in yaptığı bir podcast aracılığıyla yeni yönetim ile tanıştık ve bize arşivi gezdirdiler. Bu binanın yıkılma tehlikesi var diye bir deprem raporu verilmiş. Binayı girişlere kapatmadan önce bize bu binayı çekme izni verdiler. Biz çektikten sonra binaya girişleri yasaklayacaklar. Biz de o şekilde binaya gittik, kocaman arşiv, neresini çekebiliriz? Burada ne yapabiliriz? gibi sorularla karşılaştık. Biraz paralize de olduk. O yüzden çekebildiğimiz her şeyi çektik. Yanımızda 360 kamera ile gitmiştik ve tüm mekânın aslında sanal turunu da yapabilmek için tüm binanın her yerinden 360 fotoğraf çektik. Herhalde yaklaşık 700 – 800 tane noktadan çekilmiş fotoğraf arşivi oldu. Videonun en sonunda da, tüm bu 360 derece fotoğrafların hepsi birer kare olmak üzere art arda gelişiyle tüm binayı turluyoruz. Bu sekansı koyma nedenimiz de aslında bunun altından kalkamama halimiz; gerçekten bu arşivin, bu mekânın bizim anlatabileceğimizden fazla olmasıdır.

Bir yandan da belki amacımız bu kadar fazla görüntünün, hızının vs. başka bir şeye dönüştürülebilir olma ihtimali üzerine de konuşmaktı. Burada da Aylin ve Deniz yavaşlamaktan bahsederken acaba tam tersi “hızlanmanın olasılıkları nelerdir?” diye düşünüyordum ben de. Bir saatlik bir film yapılır ama aslında hard diskte 60-100 saatlik görüntü bekler. Acaba o görüntüler sadece imaj olarak, izlenmek için değil de veri olarak nelere dönüştürülebilir? Bu görüntüler aslında belki insanlar izlesin, biz izleyelim ve oradan anlamı üretelim diye çekilmiyor da olabilir ve belki gerçekten bilgisayarlar izlesin oradan anlamlar üretsin de istenebilir. Ama o bilgisayarların ürettiği anlamları da devlet yaratmasın bunu bizler yaratalım. Belki şimdi yaratamıyorsak da bunun ileride yaratılma olasılığı için bir şekilde en azından niyet oluşturmaya çalışalım gibi konular ve sorular vardı aklımda.

Esen Tan: Hem 360 derece kamerayla çalışmakla hem de mekânla ilgili, Deniz’in de söylediği gibi altından kalkamayacağımız; belli bir tarihi, belli bir bagajı, o mekânı deneyimleyenlerin ve özellikle de o mekâna hiç girememiş bir sürü insanın da varlığını hatırlayarak bir sürü meselemiz oldu. Sonrasında oradan çıkan bir görüntüye baktığımızda önceki tarihlerden kalma “Mimar Sinan’a girmenin, o arşive girmenin çok zor” olduğuna dair bir diskuru bu imajlarda da gördük. Bundan sonra o mekânı artık sonsuza dek gezilebilir, görülebilir hale getirmek gibi bir şey mümkün mü gibi bir soru da çıktı ortaya.

“Çok fazla görüntü var, peki habere ulaşabiliyor muyuz?”



Fatma Çelik: En başta Gündem şöyle bir soruyla başlamıştım: Evet böyle bir görüntü bombardımanına maruz kalıyorum ama habere ulaşamıyorum ki. Hep onun handikapını yaşıyordum. Evet, çok fazla görüntü var ama ben habere ulaşabiliyor muyum? Sonra kendi deneyimlerime döndüm, 90’lar benim için muğlak bir dönemdi. Çünkü ben tam o dönem çocuktum ve ne olup bittiğini anlamıyordum. İçinden geçtiğim ama anlamadığım süreci daha sonradan çok net bir şekilde anlayabilmemi sağlayan bir gazete vardı. Dolayısıyla bu bir taraftan da mümkünmüş diyebildim. Ama şimdiden bakınca, fotoğraflayan, arşiv tutmaya çalışan biri olarak hep şunu düşünüyordum; özellikle 2015-2016 sürecinde Diyarbakır’da Sur sürecinde kamerayı dışarı çıkarmak ve fotoğraf çekmek mümkün değildi. Ama Sur içinde Gazi Caddesi belli zamanlarda açılıyor ve orada fotoğrafçılar olarak hemen gidip fotoğraf çekebiliyorduk. Bize o alan tanınıyordu ama o zamandan beri düşünmeye başlamıştım. Aslında kadrajın dışı neresi? Ona kim karar veriyor? Aslında benim karar verdiğim bir şey değil ve ben orada fotoğraflayarak aslında birilerinin erişilmesini istediği görüntüyü kaydediyorum. Hangi görüntü kaydedilebilir? Hangi görüntü arşivlenebilir? Arşivleme ve kaydedilmeye değer görüntüyü kim belirliyor? Bu sorular ne zamandır kafamı kurcalıyordu. Ben fotoğraflıyorum ama kendi kaydımı kendi arşivimi tutmaya çalıştığını düşünürken aslında kimlerin sınırlarında, nerede dolaşıyorum? O dönem özellikle çok derinden böyle bir şey yaşıyordum. Çünkü çekim yapabileceğiniz alanlar belirlenmişti. Gazi Caddesi’nde çekim yapabilirsin ama ve belirli zamanlarda çekim yapılabilir.

Ben çoğu defa duygusal nedenlerle çekim yapamıyordum ama oradaki alanı ve sınırı asla benim belirlemediğim ve dolayısıyla benim çektiğim kadrajın kendisinin de belirleyen gerçekten ben miyim? Bu noktada o kadar çok dinamik var ki. Bu konuda Özgür Gündem bana o açıdan iyi geliyor. Olmayan bir arşivin kendisi, olup olmamasından, kadrajın dışında kalıp kalmamasından öte, varlığıyla bir hafıza oluşturabiliyor. Oradaki duruşuyla, konumuyla, sunduğu çerçeve ile, bizde bıraktığı izle, bende bir hafıza oluşturabiliyor. Şu an bir arşivi olmasa da, erişilemiyor olsa da ya da kendileri yakmış olsa da, yakılmış olsa da, kaybettirilmiş olsa da, orada onun kendisinin varlığı bunun açtığı yol ya da o tartışmanın kendisi bir şekilde bir şeyler söyleyebiliyor.

Dolayısıyla aslında kadrajın dışı, içi, içinde kalan, yani her şeyi kaydediyor olabilsek de bu ne kadar söz söyleyecek? Ya da tümden hiç kaydetmiyor olsak da mesele kadrajın dışında bırakılanların azlığı çokluğu değil. Bir yandan da arkadaşları dinlerken düşünmeye başladım ve bir taraftan arşivlemeyi dert edinsem bir taraftan da neyin arşivleneceğine gerçekten nasıl karar veriliyor? Ne arşivlemeye değer, ne görüntülenmeye, kaydedilmeye değer? Şu an 90’lardan ne olsa önümde benim için çok önemli bir veri olur. Ama şu an bu kadar görüntü nasıl seçilecek ve sonraya hangi söz kalacak? 10 yıl, 20 yıl, 50 yıl sonra buradan hangi sözler kalacak? Ben kendi çektiğim fotoğraflarla yine kendi sözümü söylüyor olacak mıyım? Ondan da emin olamıyorum.

D.B. Fatma’yı dinlerken mesela aklıma geldi. Ben 2015-2016 yıllarında, sokakları, taktik olarak çarşaflarla kapama görüntülerini topluyordum. Öyle bir dosya var mesela bilgisayarımda ve dönüp dönüp bakıyorum. O dönem niye ben tüm imajlar arasından böyle bir imaj havuzu oluşturmaya karar verdim diye düşünüyorum. Bir taraftan imajları seçerken bir taraftan da seçilen imajın içinde kadraj kurma diye bir şey de var.

S.A. Eninde sonunda bir tür tasnif meselesine geliyoruz sanırım. Kendi arşivlerimizi nasıl tasnifleyeceğiz ya da arşivleri nasıl kendimize göre tasnifleyeceğiz?

“Arşiv üçüncü kişilerin eline geçerse?”

Halil Yetiş: Bu imajın ve görüntünün etiğiyle ilgili Oktay sohbetin başında bir şey söylemişti. İşte tam da bu noktada herhalde etik ve hukuki bir tartışma çıkıyor. Mesela Oktay’ın arşivi üçüncü kişilerin eline geçiyor. Senin inisiyatifinden çıkıyor artık. Sonra ne olacak? Yani benim görüntülerim üçüncü kişinin eline geçtiğinde…

O.İ. Bu üçüncü kişi devletse daha başka bir mesele. Yani bu bir kişi de değil aslında. Daha derin bir sorun var orada. Devletin eline geçti. Bir anlamda bizim düşmanımızın yani asla arşivimizi, görüntülerimizi kendisi için çekmediğimiz, kaydetmediğimiz bir aygıt; bir anlamda onun eline geçti. Bu beni ne açıdan kaygılandırıyor? Elbette ki o arşivi onlar inceleyecekler ve bana oradan suç çıkarmaya çalışacaklar diye düşündüğüm zaman içim rahatlıyor. Ama en büyük korkulu rüyamız nedir? Arşivdeki başka insanları suçlamak için bir şeyler çıkarmalarıdır. Tedirginliğimiz asıl olarak odur.

Ama bir taraftan da şöyle bir rahatlığım var. Bunu arşiv mücadelesi sürecinde de şey yaşamıştım. Devlet de böyle şeylerin sürekli olarak peşinde koşmuyor. Koca bir Gezi direnişinden sembolik olarak seçmiş olduğu insanları yargılayıp cezalandırdı ve hepimiz adına onlar hapse girdi. Mekanizma böyle işliyor. Öyle demek istiyorum. Devletin 10 yıl ya da 15 yıl, kendisine çok lazım olmayan, kendisi için çok büyük bir pürüz oluşturmamış insanlar için suç arayacak zamanı yok. Onun rahatlığı birazcık içimde ama sonucun ne olacağını ben de tabii ki merak ediyorum. Ama beni en çok üzen şey bu ihtimal. Demek istediğim, kendi kaygımız bazen gerçekte olabilecek şeyin çok üstüne geçiyor ve bu aradaki açı çok fazla açıldığı zaman neredeyse hiçbir şey çekemez hale geliyoruz. Bu açıyı yeterince daraltırsak daha iyi olabilir.

Biz Seyr-i Sokak olarak tek bir olay yaşadık. Haziran Direnişi sürecinde polis gözaltına aldığı kişiye, bizim Tuzlu Çayır’daki çatışmalarda yayınladığımız videolardan bir tanesindeki bir sesi onun sesine benzeterek “bu ses sana ait değil mi?” diye sormuş. Sadece ses varmış, yüz ya da görüntü de yokmuş. Seyr-i Sokak videosunu izleyerek. Bu da mesela neye yol açar? İnsan kendi yüzüne karşı, kendi sesi ya da kendi fotoğrafı dayatıldığı zaman “Bu benim değilim” demekte çok zorlanır. Yani polise “bu benim sesim” demesi gibi bir şeye yol açar mı? Böyle bir etkisi var. Eğer o kişi politik olarak eğitimli ya da uyanık değilse bu sorun yaratabilir. Bunun dışında kendi kaygılarımızla gerçekte olabileceklerin olasılıkları arasındaki açıyı her zaman iyi ayarlarsak ancak öyle yürüyebiliriz sokakta kamerayla.

Ben kendi arşivimi tasnif etmedim. O zamanlar kasetlerin üzerine ne yazdıysak onlarla duruyor ve hiç bilmediğim bir geleceğe doğru onlardan şu ya da bu işleri çıkaracağıma ilişkin ben planlar yapıp duruyorum. Arşivi devletin elinden alma mücadelesi verdik. Biliyorsunuz aldık da. Şimdi orada duruyor. Hatta devlet iki kopya verdi bana. Al dedi. Ne yapacaksan yap dedi. Öylece duruyorlar.

D.B. Arşivinin kopyasını mı çıkarmışlar?

O.İ. Evet sekiz tane 4 terabaytlık kopya var. Biz bunu kopyaladık diyerek benim kendi orijinal hard disklerim dışında sekiz tane dört terabaytlık kopya verdiler bana.

H.Y. Ben yani benim de çok kafam karmaşık aslında bu etik ve hukuk konularında. Ben hayvanları çekerken tabii bu sıkıntıyı yaşamıyorum. Gayet rahat oluyor ama orada avcıları çekerken bir avcının kimlik ve beden mahremiyetini kamuya açıyorum, orada işte etik ve hukuki bir mesele var. Diğer taraftan herhalde 2012’de 1457 belgeselini çektiğimde, o başka bir zamandı, o bir sınırdı belki de. O zaman daha rahattı insanlar. Bir belgesel film ya da bir video film çekebilmek daha rahattı. Şimdi internetin hızı ya da işte imajın hızlı yayılışı, insanlar bunun farkında olduğu için, artık daha zorlaştı. Birisini kaydetmek ya da bir belgesel çekmek, sokakta falan daha zor. Karşı taraf da haklı bu konuda. Biz de aynı konunun mağduriyetindeyiz. Mesela İngiltere’de ortalama bir insan dışarı çıkar çıkmaz 300 tane kamera tarafından kayıt altına alınıyormuş. Yani bundan zaten kaçışımız yok. Bizde de üç aşağı beş yukarı böyledir. Çok hassas bir konu. Başta Oktay, benim etiğim vardır, oradaki sınırı koyarım demişti. Ama tam emin olamıyorum o konuda. Karmaşık bir konu, hassas bir konu.

S.A. Evet herhalde böyle tek ve mutlak bir cevabın zaten olmadığı bir mesele. Bir de işte gerçekten zamanın, dönemin, toplumsal koşulların getirdiği cevaplar da sürekli değişiyor. Ülkeden ülkeye, hatta firmalar nezdinde dahi sürekli değişen birtakım politikalar var. Bir yandan da mikro seviyede bir veri takibine dönüştüğü için gözetleme, belki eskisi kadar bizim de takip edebildiğimiz bir şey değil artık. Kameranın varlığı görünüyordu yine, görüntünün de varlığı var. Ama artık bir veri takibi meselesi haline geldiği için her şey aslında çok daha görünmez bir gözetim mekanizmasının içindeyiz. Bence bu da düşünce tarzımızı değiştiren bir şey. Bizim zaten neyin nereden nasıl takip edildiğini anlayamayacağımız kadar komplike bir mekanizma var. O yüzden karşı strateji üzerinden düşünmek daha mantıklı diyoruz belki de. Verileri korumaya çalışmak değil de, biz nasıl buna müdahil olabiliriz, müdahale edebiliriz, bunu düşünmek. Biz nasıl karşı söylem üretebiliriz? Onları kendimiz için nasıl kullanabiliriz? Buralardan böyle bir takım direniş stratejileri geliştirmeye çalışmak…

“Dolaşım mecraları çoğaltılabilir mi?”

A.K. Ben de şimdi bu ‘aşağıdan yukarıya’ meselesini düşünüyordum. Bir yanda Migros işçilerine, Boğaziçi direnişçilerine bakma meselesi var. Diğer yanda polis şiddetini ifşa etmek, izleyenleri izlemek, gözetleyenleri izlemek, şiddet, baskı uygulayanı izlemek, keskin nişancıyı gözetleyen keskin nişancıyı gözetlemek, gözetleyen avcının kendisini gözetlemek gibi bir boyut var. Bir yanda, izleyenleri izleme aciliyeti, ifşa etme aciliyeti var. Diğer bir yandan da birçok örnekte olduğu gibi biz kendimize nasıl bakıyoruz? Göz hizasına nasıl bakıyoruz? Yan yanalığa nasıl bakıyoruz? Kendi arşivimizi nasıl koruyoruz veya oluşturuyoruz? Bu gibi sorular var. Aklıma gelen bir soru da şu: Farklı aciliyetler mi bunlar? Yani izleyenleri izlemek ve kendi imgelerimizi oluşturmak mesela farklı estetik tercihler mi gerektiriyor? Farklı estetik tercihler mi yapıyoruz? Bu sorular uçuşuyor aklımda.

Biri daha acil, biri daha az acil gibi bir çıkarım yapabileceğimizi zannetmiyorum ama izleyenleri izlemekte, böyle bir sobelemek, ifşa etmek ve sonuçta belli bir gidişata çomak sokmak gerektirdiği için, karşı tarafın mecralarını kullanmayı gerektiren bir şey. Ama bir yandan biz kendi imgelerimizi, kendi filmlerimizi, video işlerimizi nerelerde dolaştırıyoruz? Festivallerin o atıl ve rekabetçi ortamı dışında nerelerde ne yapabiliyoruz? Diyelim ki İspanya’daki eylemlerin görüntüsünün alınmasının kriminalize edilmesi, gag law denilen hikâye vardı ya birkaç sene önce. Orada eylemciler mesela hologram eylemi yapmışlardı. Bu arada Gezi’den sonra o eylemleri düzenleyen gruba mail atmıştım. Park elimizden gittikten sonra bizim de buna ihtiyacımız vardı. Hiç cevap vermemişlerdi, oldukça da alınmıştım bu duruma. Ama bu hologram eyleminde ya da Amerika’daki şiddet uygulayan polislerin evlerinin duvarlarına şiddet görüntülerinin yansıtılması gibi eylemlerde de gördüğümüz, mecraları çoğaltmak, dolaşım şekillerini çoğaltmak ve zorlamak gibi ikinci de bir konu var bence önemli olan.

D.B. Dolaştırma mecraları kadar bir de şu soru var: Dolaştırmadığımız, köşede duran ne kadar filmimiz var? Türkiye’nin politik durumu nedeniyle şu anda kişisel sansürden dolayı birçok film dolaşıma çıkmıyor. O noktada da ‘aşağıdan yukarıya’ mevzusuna kendi içinde de bir kişisel sansür mekanizması olarak da bakmak mümkün. Sürekli kendi içinde tartışıyorsun: Ben bunu yapıyorum ama Türkiye kontekstinde şu anda ne olabilir? Nereye gidebilir? Bunları tartışmak zorundasın.
O noktada da yine etik tartışmasına bağlarsak: Düşününce, şu anda etikten çok “ne sunulabilir?” sorusu önce geliyor. O sansür mekanizmasının müthiş işlediğini görüyorum mesela. Bu da iş yapmaktan alıkoyan böyle bir şey. Bu bir boyunduruk olarak orada duruyor. Bizim yaptığımız bir film var. İçeriğinden dolayı filmi dijital platformlara koymuyoruz mesela. Çünkü ne çıkabileceğini bilmiyoruz ve bekliyoruz. Şu anki hükümet değişsin, tekrar biraz daha açık bir alan gelsin ancak o zaman sunarız filmi diyoruz. Ya da başka bir film fikri oluyor ama şu anda onu ben yapmayayım gibi şeyler düşünüyorsun. O yüzden etik tartışmasının yanı sıra kişisel sansüre de dikkat çekmek istedim.

“Kadraja kim girecek?”

O.B.Ö. Kendini gözetleme konusu Boğaziçi direnişinde çektiğim videolara döndüğümde çok da beklemediğim bir şeydi. Esas amacım Aylin’in de dediği gibi sobelemekti aslında. Ama bir anda kendimi, kendimi izlerken buldum. Ben burada kamerayı neden bu seviyede tutmuşum? Biri bana seslendiğinde neden dönmüşüm? Mesela kayıttayken biri geliyor karşıdan selamlaşıyoruz, ben kayda devam ediyorum. Dokuz aylık çekime böyle bakmak çok rahat hissettiren bir tecrübe olmadı açıkçası. Sürekli kendimi gözetlemek, neyi neden yaptığımı anlamaya çalışmak ve kameranın garip bir şekilde insan tecrübesine yaklaşma hissi vermesi… Sanki eylemde o anı birinin gözünden izliyormuşsun gibi bir hissiyata kapıldım ki burada kendi gözümden bahsediyorum.

Bu, bizim sosyal medya hesaplarından, hiçlikten açtığımız canlı yayınlara da benziyor. Bir anda canlı yayını açıyoruz ve o günkü eylem alanını, gerek kampüs içini gerek kampüs dışını izliyoruz; kim olduğunu bilmediğiniz birinin gözünden eylemi izliyoruz, insanları izliyoruz. Orada bir hiper gerçekliğinin içine giriyoruz ve herhangi birinin kimliğinde belli bir akışı izliyoruz. Bunun ne demek olduğunu dokuz aylık eylem sürecince anlamadım. Ardından yüksek lisansa başlamak için Almanya’ya geldim ve o zaman o gözle birkaç canlı yayını izleyebildim. Canlı yayının hiçlikten başlaması, birinin bakış açısıyla olayları izlemek, yakınlarının zarar gördüğünü izlemek… O canlı yayının çığlıklarla kesilmesinin nasıl bir his olduğunu biraz uzaklaşınca anlayabildim. Halbuki dokuz ay boyunca böyle imajlar üretiyordum. Bunun, politik dayanaklara tutunup bir şekilde devam edebileceğim, neredeyse bir iş gibi yaptığım bir şey olduğunu düşünüyordum ama bir anda konumumu değiştirince oradan bambaşka bir tecrübe çıktı. Mesela canlı yayında kadraja kim girecek? Kim girmeyecek? Bunun kontrolü çok fazla olmayabiliyor. Çünkü ağırlıklı olarak dışarıya bilgi aktaramayacağımız anlarda canlı yayın açıyorduk. En azından ilk yaklaşımımız bu şekildeydi. Öyle bir durumda kadraja kimin gireceğini, kimin giremeyeceğini kestiremiyorsunuz. O performatif diye bahsettiğim alandan biraz çıkmış oluyorsunuz.

Burada şöyle bir sıkıntı var. Bizim sosyal medyadan paylaştığımız her görüntü devletin bir şekilde insanları fişlemek için kullanacağı kaynaklar olmayabilir, evet. Fakat başka çeşit sorunları çok yaşadık. Mesela, henüz ailesine açılmamış öğrenciler eylem sırasında görüntüsü ailesine ulaştığı için eylem alanından uzaklaşmak zorunda kalabiliyordu. Bunun birçok örneğini gördük. Böyle bir konunun ötesinde de sırf eylem alanında olduğu için, bunun görüntüsü bir şekilde aileye ulaştığı için eylem alanından uzaklaşan çok fazla insan vardı. Burada insan tecrübesinin biricikliğinden de bahsettik mesela. O yüzden böyle konularda direkt devleti sobelenmekten daha farklı açılar olduğunu da düşünüyorum. Bir eylem alanında ister istemez herkes birbirinden sorumludur. Kimse tek başına başka birini tehlikeye atacak bir şey yapmamaya çalışır. Belki bu, videoyu çeken kişinin hem aktif hem pasif konumuyla ilgili soru işaretleri çıkarıyordur ama hayır. Bir video dolaşıma girerken de eylem alanının sorumluluğu devam ediyor. O eylemi aslında mekânsal ve zamansal olarak genişletiyoruz. Direniş boyunca kişisel konularda -çok yakın olduğumuz insanlarla çoğu kişinin hayal etmeyeceği ya da tecrübe etmediği durumlarda bulunduğumuz için- o sorumluluk biraz daha farklı noktalarda oluyor.

Buradan şöyle bir yere atlayacağım. Berke ve Perit tutuklandıkları zaman, o ana dair, Berke’nin arabaya çıktığı ana dair en net görüntüyü sosyal medya hesaplarından paylaşmıştık. Haberi aldıktan sonra inanılmaz büyük bir suçluluk hissettik. Çünkü anladığımız şey, o görüntüyü görüp bir şekilde tespit ettikleriydi. Zaten açıklama da gelmişti. Tamam artık, bizim de tetiklediğimiz bir olaya sebebiyet verdik diye düşündük. Bir de tam Almanya’ya gelmek üzereydim. İnanılmaz suçluluk hissediyordum, derken güvenlik görüntülerini gördük. Bir şekilde dosyanın içinde farklı kameralardan çekilen görüntüler olduğunu fark ettik. Hem özel güvenliklerin gizli kameralarıyla çektikleri hem de okula takılan yüzlerce kameranın çektiği görüntülerden bir dosya yapmışlar. Hatta o dosyayı Berke ve Perit’e de göndermişler. Onlarla biraz zaman geçirdikten sonra o tutanakta olan videoyu kimin çektiğini, kimlerin o işe bulaştığını bir şekilde açığa çıkardık. Bizi biraz rahatlattı açıkçası. Fakat bu görüntülerin bu şekilde kullanılabileceği hissi hâlâ devam ediyor. Öte yandan bu görüntüler Berke ve Perit tahliye edilmeden önce onların lehine kullanılmıştı. Öyle şeyler de yaşayabiliyoruz. Bir de kendini gözetlemekten bahsetmek istiyorum. Orada fotoğraf, video çekerken, eylem alanında ne yaptığımızın o kadar bilincinde miyiz çok emin değilim. Arşive girdiğim anda paralize oldum. Çekebileceğim her şeyi çekmişim. Bu benim çoğu zaman yaptığım bir şey. Dokuz ay boyunca da bunu yaptığımı fark ettim. Bilmiyorum sizler ne kadar bilinçli bir şekilde eylem alanındaki dinamikleri okuyup, nerede, hangi mesafede durmanız gerektiği gibi şeyleri düşünüyorsunuz. Belli bir süre sonra bu pratik konumlanmalar zaten içimize işlediği için bir yerden sonra daha bilinçsiz bir şekilde kayda girip çıkıyoruz. Kayıttayken hareketlerinizin kontrolünü biraz kaybettiğinizi düşünüyorum. Ama belki bu benim bir anda böyle yoğun bir tecrübeye girip çok da üstüne düşünemememden kaynaklanmış olabilir. Sadece sizlerin alandaki tecrübelerinizi merak ettim.

D.T. Osman’ın dediğine bir şey ekleyeyim. Tam doğru anlamamış olabilirim ama hani burada bakmaktan ya da bir eylem çekmekten ve onun içinde nasıl davrandığımızdan bahsederken şunu da eklemeli: Bakmak zaten aslında çok bedensel bir şey. Yani gözle olan bir şey değil. Gerçekten pozisyon almakla, mekânda yer tutmakla, hareket etmekle ilgili ve yani o yüzden hani gerçekten görme üstünden değil de, bedenin nerede olduğu üzerinden düşünmek güzel olabilir diye düşünüyorum.

H.I. Osman’ın daha önce de bahsettiği, benim de kafamı kurcalayan şey bu görüntülerin şiddete maruz bırakılan tarafın hukuk mücadelesinde ne kadar işe yaradığı. Hak mücadelesinde bulunan insanların, kayıt altına alınmaya çalışılan anlardan dolayı cezalandırılması, orada şiddet uygulayan kişininse apaçık görünürken hiçbir şekilde ceza almaması gibi bir yerden düşününce… O anları kayıt altına alma içgüdüsü ve o ânı bir şekilde yine de dolaşıma sokma isteği de var. Öbür taraftan benim kafamda bu görüntülerin nerede dolaştığı ve aslında gerçekten kim için dolaştığı sorusu da var. Hukuki tarafını düşününce… İmajın o bahsettiğimiz kanıt olma hali var. Ama aslında imajın arşivi olmayan hali de bir tanıklık. Yani özneler imaj olmadan da anlatılarla tanıklık edebilirler. Örneğin 90’lardan birkaç görüntüde, videonun içinde video kamera görünüyor; ilk yaygınlaştığı dönem olduğu için bunu heyecanlı ve umut verici bir şey olarak hissettiklerine dair diyaloglar geçiyor. Aslında o zamanlar az bile heyecanlanmışlar. Hani benim deneyimlediğim bir süreç değil ama böyle yeni bir araç var ve yaygınlaşıyor. Bunun hak mücadelesi verirken aslında çok güçlü bir araç olabilme ihtimali var ama bugünden düşününce bu durum ne kadar değişti, diye de düşünebiliriz. Bu hissi hâlâ ne kadar taşıyoruz? Hukuki davalardan takip ettiğimiz kadarıyla bu görüntülerin gücünün çok fazla olmadığının farkındayız.

S.A. Oktay İnce, sitede yayınladığımız Hukuk ve İmaj makalesinde de aslında bu meseleler üzerinden iki taraf için de o gözetim mekanizmalarının nasıl kullanılabileceği, işe yarabileceği veya bu durumun nasıl değişebileceğine dair örnekler veriyor. Son olarak Aylin’in bahsettiği “Hangi mecralar?” meselesi önemli bence. İnternet bir mecra, farklı platformlar bir seçenek ama bir de gerçekten kamusalda da bunu yapmak var. Hakikaten duvarlara, binalara hologram yansıtmak vs. gibi farklı örnekler üzerine de son bir tur konuşsak güzel olur. Sizin kendi deneyimleriniz üzerinden, kendi yaptığınız işleri konumlandırırken nasıl bir ihtiyacınız var? Hangi yöne gitme eğiliminiz var? Nerelerde sıkışmışlıklar var?

“Gri zemin ya da bir sürü renk”

O.İ. Ben şu anda arşiv montajlıyorum. Ama bu montajları herhangi bir platformda göstermek amaçlı yapmıyorum. Bu videolara ben arşiv-video diyorum. Herhangi bir arşiv bloğundan, konu bloğundan, dışarıdan herhangi bir görüntü ya da ses eklemeksizin görüntülerin içerisinden çıkardığım izlenebilir filmler diyebiliriz bunlara. Şu anda bir arkadaşımızın Tekel işçileri arşivini kurguluyorum. Gece, Melek ve Bizim Çocuklar, Tuzluçayır direnişine ilişkin bir arşiv-videoydu. Ankara Haziran Direnişi’nin videosu sadece canlı yayınlardan oluşmuş sesler ve gölgeleri içeriyor. Yani belli başlıklar altındaki videoların, dışarıdan katkı olmaksızın kendi içinde kurgulanmış halleri. Bunların bazılarını YouTube’a koyuyorum ama bazılarını da koymuyorum. İllaki görülsün gösterilsin, yayılsın şeklinde bir isteğim yok. Sadece montajlamaya çalışıyorum ve buradaki fikrim şöyle bir şey: Olay zamanı ile yapılmış olan montaj arasında kurmuş olduğum bir ilişki var. Örneğin Yüksel Direnişi ile ilgili etkinlikler için çok kısa videolar yaptım. Hatta bir tane de gözaltı aracından hiç çıkmadan yapmış olduğum video var. Ama Yüksel Direnişi’ni henüz montajlamadım. Bir biçimiyle Yüksel Direnişi’nde hâlâ eylem yapan insanlar var. Bekliyorum. Çünkü görüntünün kaydedilmiş olan olaydan özgürleşmesi diye bir fikrim var. Özgürleşme, yapacağınız montajın o anda, o eylemi olumlu ya da olumsuz etkileyecek halde olmaması demek. Dolayısıyla eylem ya da direniş devam ediyorken yaptığımız montajların dışsal yani politik bir sorumluluğu var. O politik sorumluluk estetik olana, yapacağımız videoya müdahale edeceği için, bazı şeyleri film dışında bırakmak gerektireceği için (örneğin eleştirel bir bakışımız olacaksa o direnişe ilişkin bundan imtina etmek gibi sonuçlar doğuracağı için) arşiv videolarının olay sonrası kurgulanması gerektiğine dair bir fikrim vardı. Aslında şu anda benim yapmaya çalıştığım şey tam olarak böyle bir şey. YouTube’a koyuyorum ama herhangi bir mecrada gösterilmesini hedeflemeksizin.

Eylemdeki konumumuza dair de şunları söyleyebilirim. Sonuçta kaydetmek, çekmek dediğimiz şey vurmak, avlamakla çok yakından alakalı. Halil’in avcıları konumlayışına çok benzer. Video-eylemciler olarak eylem sırasındaki konumlanışımız bir tür avlanmak üzerine. Bir avcı gibi konumlanıp görüntü avlıyoruz tabii ki.

A.Ş. Bu işin sanatsal formlarla yürüyen bir hali var. Daha öncesinden toplumsal mücadelenin bir kaydını yaparken “bunu biz kaç kere kullanabiliriz?”, “kaç kere arka arkaya kullanabiliriz?” ve “kim için kullanılacak?” gibi sorular aklıma geliyordu. Zaman içerisinde “bunu bir forma mı sokmak?, “kendi kaydını mı yapmak?”, “iliklemek mi?” gibi sorular eklendi. Doğru olanın bunların hepsini kapsadığını fark ediyoruz. Ben hem otosansür hem de etik konularda final kurguyu yapan kişinin son ütücü gibi bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü onun elinden çıkıyor her şey. O kelimeyi kesecek mi, koyacak mı? Ama bunlardan ziyade aslında 90’larda, 2000’lerde hep böyle bir “kompleksimiz” vardı: Biz sanatçı mıyız, eylemci miyiz? Aslında bu çok havada kalan bir soruya başka başka cevaplar vermişiz. Tam emin değilim ama sanırım Jacques Rancière soruyordu: “Bu video-eylemci, bu politik sanatçı nerededir? Eylemin içinde midir yoksa galeride midir?” O “gri zemindedir” diye tarif ediyordu. Bu gri zemin lafının da aslında kötü bir tabir olduğunu zaman içerisinde fark ediyoruz. Gri lafında bile bir kompleks ve bir eziklik var. Tüm bu ekibin konuşmasındansa ben rengarenk bir şey görüyorum. Siyahla beyaz arasında gri yok aslında, bir sürü renk var ve kendimizi gri diye tanımlamak da aslında bir varoluş bunalımına sürüklüyor. Bulunduğumuz yer çok iyi. Ben Boğaziçi Direnişi’nde belki Tekel Direnişi’ni, belki başka bir direnişi görüyor olacağım. Bunların hepsi bizde kolektif bellek yaratıyor. Orada olmadığımız zamanları bize yaşattığı için aslında biz de onu kendi belleğimiz içerisine alıyoruz.