Şu An Okunan
Hukuk ve İmaj: Devlet Halkı, Halk Devleti Kaydederken *

Hukuk ve İmaj: Devlet Halkı, Halk Devleti Kaydederken *

“Kamera yalan söylemez.” Peki o kameraların kontrolünü elinde tutanlar? Aşağıdan Yukarıya serimizde Kadrajın Dışı Yok adlı filmi gösterilen Oktay İnce, Hukuk ve İmaj başlıklı yazılarında bu gibi soruların izini sürüyordu. 2013 sonrası kaleme alınan bu yazılardan bir derlemeyi seri kapsamında sizlerle paylaşıyoruz.

Manipüle edilebildiği, üzerinde oynamalar yapılabildiği, hatta hiç yoktan üretilebildiği için imaj eskiden mahkemelerde kesin hukuki delil olarak görülmezdi, daha çok bir kanaat unsuru gibiydi. Fotoğraf ve video görüntülerinin giderek yargılamanın temel unsurlarına dönüşmesi, kriminal teknolojinin, üzerinde montaj yapılmış görüntüyü hassasiyetle ölçecek noktaya gelmesinden sonra gerçekleşir ve tabii medya aracılığıyla halkı ikna eder hale gelmesinden de sonra. 

Görüntünün hukuksal süreçlerin temel unsuru haline gelmesi, devletin, caddelerde sokaklarda, evlerde, kapalı açık bütün mekânlarda dev bir gözetleme mekanizması haline gelmesinden sonraya rastlar. Sistemine karşı işlenen suçların faillerini tespit etmek veya onları “gözetim altındasınız” kaygısıyla suç işlemekten caydırmak. Devlet, bu gözetleme mekanizmasında sadece MOBESE sistemleriyle sınırlı kalmadı. Bütün emniyet müdürlüklerinde foto film merkezleri, şubeleri oluşturdu, teknik kapasitesini ve eleman sayısını yükseltti. Şimdi sokakta en küçük bir toplumsal etkinliği en az beş kişilik bir fotoğraf ve video polis ekibi kayıt altına alıyor. Bu “setup”, mahkemelerde görüntü izleme ekranları, uzaktan görüntülü ifade, bizzat mahkemenin kendisinin kayıt altına alınması ve avukatların savunmalarını ekran başında yapmasıyla tamamlanıyor. Ve yapılan kayıtlar artık, sadece failin tespiti için değil doğrudan mahkemelerde mahkûmiyet için resmî kanıt olarak kullanılıyor.

Oktay İnce’nin Aşağıdan Yukarıya kapsamında gösterilen Kadrajın Dışı Yok videosundan.

Kanıtlama dediğimiz şey görüntüsüz neredeyse düşünülemez oldu. Tanık anlatımlarının hayalen gözümüzün önüne getirmeye çalıştığı olay, video ve fotoğrafın ikna edici gücüyle doğrudan gösterilebilme gücüne ulaştı: “İşte böyle oldu.” Gerçekliğin izi olarak imaj, parmak iziyle denk bir kanıtlama aracı haline geldi. 

Meselenin pozitif tarafı ise kurmuş olduğu bu görüntüleme ağlarına devletin kendisinin de takılması. Hapishanede ve karakolda, devlet işkencesinin en tecrit edilmiş mekânlarında kayıt zorunluluğu, işkencenin önlenmesinde ve yapıldığında faillerinin cezalandırılmasında etkili oldu. Engin Ceber davası ve başkaları… Ethem Sarısülük ve Ali İsmail Korkmaz’ın katilleri sokak kamera görüntüleri üzerinden tespit ve mahkûm edildi. Nihat Kazanhan’ın katili olan polisler, kendisine ateş edilen panzerden çekilen görüntülerle ortaya çıkarıldı. Avukat Tahir Elçi’yi hangi polisin vurduğu olay anı görüntüleri saniye saniye analiz edilerek tespit edilmeye çalışılıyor. 

Gerçekliğin izi olarak imaj, parmak iziyle denk bir kanıtlama aracı haline geldi. 

“Her yerde kamera var” fikri, suçunu işleyip de devlete yakalanmak istemeyen eylemci için belki caydırıcı. Ama devletin kolluk görevlileri için de caydırıcı. “Yarın görüntüsü çıkar, mahkûm olmasam bile teşhir olabilirim” kaygısı devletin kendisi için de bir özdenetim mekanizması olarak çalışır. Kameranın olduğu yerde devlet şiddetinin dozu düşer. Bazı ülkelerde kayıt işi emniyetin foto film ekibinin tekelinden çıkarılmış, her polise olay anında kayıtta olmak zorunluluğuyla kamera monte edilmiştir. Kamera söz konusu olduğunda, gözetleme ve kontrol birlikte işler. Toplumsal olaylarda, emniyet foto film şubesi, caddelerdeki gözetleme kameraları aracılığıyla gidişatı takip eder.

Gözetleme kameraları daha sonra yargılanmasını sağlayacağı failleri kaydederken aynı zamanda toplumsal olayın kontrol altına alınması ve dağıtılmasına yönelik operasyonu yönlendirmek, saklananları yakalatmak gibi bir işlev görür. Hatta Diyarbakır’da Sur çatışmaları sürerken, insansız hava araçlarından canlı olarak aktarılan görüntülere göre bombalama yapılır.

Görüntü bir hukuki sürecin parçası olduğu, hukuksal işleme maruz kaldığında hangi formlara dönüşmektedir? Dikkati ilk çeken şey, video imajın yavaşlatıldığı veya dondurulduğu, fotoğrafa dönüştürüldüğüdür. Görüntü akışını, çıplak gözün ayrıntıları görme hızına indirmek ve hatta görüntünün belli bir anını, noktasını işaretlemek, daire içine almak: “İşte burada, işte bu, işte böyle.” Mahkemelere polis tarafından gönderilen kayıtlar, ham görüntü olarak değil, montajlanmış olarak gönderilir. Sokak kameraları sesli kayıt almasına rağmen, gönderilen kayıtlar çoğu zaman sessizdir. Polis müdahaleleri sırasında kendi aleyhlerinde olabilecek anlar, en önemlisi sesler, ya kameralar başka yönlere kaydırılarak kaydedilmez, ya da montajda kesilir. Ethem Sarısülük’ün polis tarafından katledilme görüntüsü MOBESE kameraya düştüğünde, kamera başını öne eğer ve katil gözden kayboluncaya kadar kaldırmaz.

Ceza Muhakemesi Kanunu’ndaki yasağı takiben mahkemelerde genel olarak ses ve görüntü kaydına izin verilmez. Yargılama kamuya açık yapılıyor olmasına rağmen, mahkeme “off the record”dur. Bundan bir on yıl öncesine kadar, kayıt yasağı altındaki duruşma salonu bir tiyatro sahnesiydi. Bugün hem tiyatro ve hem sinema, her iki seçenek birlikte. Mahkeme heyeti hem karşınızdaki plazma ekranda hem de kürsüde. Bu ekrandan, Polis Foto Film Şubeleri tarafından -MOBESE’yle değil, elle- yapılmış kayıtların kurgulanmış, manipüle edilmiş halleri olan “polifilmler” de izleyicilere sunuluyor.

Görüntü sadece olay mekânını, kişileri ve oluş şeklini vermez, teknik olarak olay zamanını da verir. Farklı kameralardan, açılardan alınmış olan dijital kayıtlarda hareket ve zaman eşleşmesi yapılarak gerçeğe ulaşılmaya çalışılır. Polis, kendisinin fail olduğu durumlarda olay zamanını ve oluş şeklini saklamak için ham kayıtları değil, montajlanmış kayıtları mahkemeye vermeyi tercih eder. Tahir Elçi cinayetinde makaslanan 13 saniye bu duruma örnektir.** Ham kayıtlarda imajın kayıt ve değişiklik zamanı yazılı olduğundan, bunun tespiti için muhtemelen üniversitede Radyo-TV Sinema bölümünden bir akademisyen bilirkişi tayin edilecektir.

Hiçbir yargılama gerçeğin peşinde değildir, tüm yargılamalar kendi tezini kanıtlama peşindedir. Ya da şöyle diyelim: Gerçeğin peşinde olmak, o gerçeğe o anda kimin ihtiyacı olduğuna bağlıdır. Görüntünün emniyet foto film şubesi tarafından yapılan “adli montaj”ı, yani hangi kesitlerin filme dahil olacağı bu teze bağlıdır. Mesela polisin olay yeri tutanak fotoğrafları, Ethem’in polise kaç taş attığını tek tek verirken, kendisini vuran polisin “cinayeti nasıl işlemek zorunda kaldığı” tezine göre dizilir. Avukat Tahir Elçi’nin vurulma anına denk gelecek şekilde olay kaydının 13 saniyesi montajda kırpılır; vurulma anında “şaşkınlıktan kayıttan çıkılmıştır”, iddia budur.

Toplumsal olaylarda polisin müdahale öncesi uyarı anonsu, göz altıların yasal biçimlerde yapıldığını gösteren anlar ve bulunan suç aletleri, mahkeme için yapılan “polifilm”e dahil edilir; devlet, kendi yasalarına sadakatini bu şekilde sürekli kanıtlamak zorunda kalır. Belgeselciler film yapmanın yanı sıra adli bilirkişi olma görevleri üstlenir, görüntülerin ayrıntılarında olayın nasıl gerçekleştiğinin resmî teknik analizini yaparlar. Veya kanıt olarak verilen bir videonun montajını sökerler.

Psikolog bilirkişiler ise olay anı görüntüleri üzerinden fail ya da mağdurların ruh hallerinin analizlerini yazarlar raporlarında: “Eylemciler polisin elinde silahı görünce şaşkınlık, korku ve kaçma eğilimi gösterdiler.” “Eli silahlı polis öfkeliydi, silahını ateşlemeden önce bir göstericiyi tekmeledi.” İmajın gözetleme, kontrol, teşhir ve kanıtlama aracı olarak hukuki gücü yalnızca devletin elinde değil, en azından mobil telefonlarla hepimizin elinde durur. 2005 Şemdinli Umut Kitabevi’nin bombalanması bir cep telefonuna kayıt edilmemiş olsaydı o olay olmamış sayılacaktı. Tıpkı Kasım 2015’te Tahir Elçi’nin katline dair görüntülerden 13 saniye kırpılmasıyla cinayetteki devlet parmağının örtülmeye çalışılacak olması gibi.

“KAMERA YALAN SÖYLEMEZ”

Bu sorduğumuz soruları biraz daha açalım; hukuk ve imaj arasındaki etkileşim açısından imaj lehine güçlenen ilişkinin, bu iki mefhumu karşılıklı olarak nasıl etkilediği, neyi neye dönüştürdüğü üzerine biraz daha kafa yoralım.

Günümüzde görüntünün tanıklığı canlı tanığın yerini almıştır. Artık devlet veya şahıs tarafından işlenen her bir cinayet için canlı tanık değil, “görüntü var mı?” sorusu daha önemli hale gelmiştir. Yargılama denilen şey kuruldu kurulalı dünyada, ister kilisenin engizisyonu isterse şer’î hükümlere göre adalet eyleyen Osmanlı kadısı olsun, tanıkların doğruyu söylemeleri, nesnel olmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak her durumda, insanoğlunun çiğ süt emmişliği ve de güvenilmezliği baki kalmıştır. Karakolda doğru söylemiş, mahkemede şaşmıştır. Genellikle kutsal kitaplara el bastırılarak sağlanmaya çalışılan, bazen Avrupa örneklerinde görüldüğü gibi tanıklıkta yalan söylememe ahlakına da dönüşen bu doğruluk ve nesnellik arayışı kamera görüntüleriyle neredeyse sağlama alınmıştır artık.

“Görüntü yalan söylemez”, çünkü olayı kayda alan cansız makinedir, o imaj “gerçekliğin izi, kopyası, aynısıdır.” Kameranın tanıklığı -rüşvet yediğinden veya korkudan, ya da kayırmak istediği herhangi bir durum dolayı- dili her yöne dönen insanoğlundan daha inandırıcı, daha ikna edici bulunur. Canlı tanığın anlatımları ancak kameranın testinden, doğrulamasından geçtikten sonra inandırıcılık vasfını kazanmaktadır artık.

Görüntü aynı zamanda, kamu adına yargılama yapan mahkemelerin ve kararlarının kamu tarafından denetlenmesine yol açar. Çünkü imaj, ulaştığı geniş kitleleri ikna edebilir ve hepsini birer canlı tanık haline getirebilir. Örneğin, Ethem Sarısülük’ün bir polis tarafından nasıl vurulduğunu görüntülerden izleyen bir kişi mahkemenin verdiği beraat ve tahliye kararlarını kendi vicdanında kabul edemez. Mahkeme kararlarının meşruiyetleri tartışmalı hale gelir.

“Kamera yalan söylemez” tezi izafidir, tartışmalıdır elbette. Burada kadrajın içi ve dışı, görüntünün öznelliği, yani kamerayı tutan elin neye odaklandığı önemli. Ama öncelikle görüntünün montajdaki manipülasyonunu tartışma dışı bırakmamız gerekiyor; eğer “görüntü ne zaman yalan söyler?” sorusunun yanıtını bulmak istiyorsak ya da “görüntü ne zaman doğru söylemez?”in. Bu konu üzerine düşünen filozoflar, misal Ulus Baker, görüntünün, “gerçek yalanlar”, “derin yalanlar” ve hatta “estetik yalanlar” söylediğini ifade ettiler. Ama bütün bu yalanlar, montajlanmış, biri birini takip eden en az iki sekanslı marjinal bir film haline gelen görüntünün eseriydi. Yalan söyleyen imaj değil bizizdir, imajın bizden ayrı bir mevcudiyeti vardır. Filistin’den bir fotoğraf karesini Kobani’ye, Kobani’den bir kareyi Cizre’ye yerleştirebiliriz, inandırıcı da olur. Ama bu fotoğrafın yalanı değildir.

Ethem Sarısülük dosyasında belgeselci bilirkişi, Konrad Wolf Televizyon ve Film Yüksekokulu Belgesel Yönetmenliği bölümünden Prof. Dr. Klaus Stanjek’ti. Sinemada saniyede ardı ardına 24 kare, hareketli görüntüyü oluşturur. Stanjek, Ethem’in katili olan polisin iki el havaya ateş ettikten sonra, o 24 kareden sadece birinde, tek bir karede silahın göstericilere dönük yatay bir pozisyon aldığını yakalar. Üç kare sonra da Ethem vurulur düşer. Stanjek, ayrıca göstericiler tarafından atılmış hiçbir taşın polise isabet etmediğini tespit eder ve devletin savunduğu “nefsi müdafaa” iddiasını görüntüler üzerinde çürütür.

Herhangi bir olaya çevrilmiş kameranın kadrajındaki görüntü, kaydedilen gerçekliğin bir kesitidir, bütünü değildir: Eksiktir ama doğrudur, ne ise odur. Ethem’in vuruluşunda CNN Türk kamerası tam olarak cinayete odaklanır ve cinayetin nasıl işlendiğini çırılçıplak verir, aranan gerçekliğin neredeyse bütün sorularını yanıtlar. Buna karşılık devletin kontrolündeki MOBESE kamerası durumu algıladığı anda yönünü yukarıya doğru çevirir, atılan gaz bulutu görüntüyü kaplar. Ama, her iki kameranın da kadrajındaki görüntü gerçeği, doğruyu yansıtmaktadır. Orada bir cinayet işlenmektedir ve aynı zamanda ortalık gaz bulutudur. MOBESE kamerası “o polis o cinayeti işlemedi,” dememektedir, diyemez, sadece tanıklıktan çeker kendini.

Her bir kameranın başka bir açısı vardır, bütünlük ise çoklu bakış açılarının birleşiminden çıkacaktır. Nitekim o meydanda aynı anda onlarca küçük olay, durum yaşanmaktadır ve hepsine başka bir açıdan bakan birer kamera olduğunu düşünürsek; bir kamera sadece yan dükkândan panik ve şaşkınlıkla meydana bakan insanları göstermektedir, bir diğeri canlı tanıkları göstermektedir, Güvenpark içinde göstericiler polise taş atmaktadır, uzaktan bir ambulans gelmektedir… Bütün bu kayıtların hepsi doğrudur, merkez olayla direkt ya da dolaylı bir bağıntısı vardır. O anda, o gerçekliğin sadece bir kesitidir bunlar ama gösterdikleri şey doğrudur. Ambulans gelmekteydi, göstericiler taş atmaktaydı, dükkandaki insanlar cinayetin nasıl işlendiğine bakmaktaydı, polis koşarak gelip Ethem’i vurmaktaydı. DİHA muhabiri o 13 saniyede kamerasını ateş eden polislere değil de Tahir Elçi’nin vurulduğu yönde tutsaydı kurşunun nereden nasıl geldiği bilgisine daha kesin ulaşabilecektik. Açısını Tahir Elçi’den polislere doğru çeviren kameranın kadrajında görünen her iki bilgi de doğrudur, gerçektir.

Tanıklığın kameraya geçmesi sokakta, suç mahallinde kamera sayısının ve imaj üretiminin artmasına yol açar. 

Görüntünün kanıt özelliği ile eylemi sonsuzca tekrarlama gücü aynı anda yaşanır. Aksinden Yansı sergisinde, Haziran 2013 Direnişinde, Ankara Polis Foto Film Şubesi tarafından mahkemeye kanıt olarak sunulmuş olan görüntülerin, aynı zamanda direnişin gücünü yeniden üretme yönünde bir potansiyelleri olduğunu göstermeye çalıştık. Hem de haber ya da video/eylem kameralarının çoğu zaman duramayacağı bir açıdan, MOBESE’lerle yukarıdan, polis el kameraları ile protestocuların aksi tarafından alınmış kayıtlarla.

Bazı olaylar sadece polis tarafından kaydedilmiş olur, halkta görüntü yoktur. Bu durum, mahkemenin kurulduğu iki düzlemden birini, halkın vicdan ve kanaatini görüntüden yoksun bırakır. Nihat Kazanhan cinayetinde olduğu gibi, devlet görüntüyü dosyaya vermek zorunda kalır, oradan halka yayılır. Ethem Sarısülük vurulma anını sonsuzca dile getirme potansiyeli ile, o dosyayı asla kapatmaz, unutmaz, unutturmaz, gelecek kuşakların zihninde taze bırakır.

Tanıklığın kameraya geçmesi sokakta, suç mahallinde kamera sayısının ve imaj üretiminin artmasına yol açar. Devlet olabilecek her yere MOBESE’ler yerleştirerek gözetleme ve kontrol mekanizmasını tahminlerin ötesine taşır ki sesin de bir imaj olduğunu düşünürsek dinlemeyi de buna dahil edebiliriz.

Oysa ki kamera, kimin elindeyse ona hizmet eden, karşısındakini gözetleyen bir araç. Kolluk görevlilerinin işlediği suçlara maruz kalanlar da -bunlar vatandaş oluyor- kameranın kontrol ve gözetleme merceğini devlete çevirir; öyle ki devletin halkı gözetlemek için kurduğu sistemler bazen kendisini suç üstü yakalar. İşyerleri ve kurumların, şahısların kendi kurdukları özel güvenlik kameraları sistemini de düşündüğümüzde görüntü üretiminin nasıl hayallerin ötesine geçtiğini tahmin ederiz. Böylece, devletin halkı, halkın devleti ve yine halkın halkı kayıt altına alırken ürettiği devasa bir imajlar ambarından söz etmemiz kaçınılmaz hale gelir. Bu üretimin kamuya servis edilmesi, görünür kılınması mecburiyeti de bugün YouTube, Facebook, Twitter, Vimeo vb. olarak karşımızda durmaktadır.

* Bu yazı, Oktay İnce’nin altı yazıdan oluşan Hukuk ve İmaj başlıklı yazı dizisinden derlenmiştir. “Hukuk ve İmaj: Giriş” ile “Hukuk ve İmaj (İki): Nesnel Tanık Olarak Kamera ‘Yalan Söylemez” yazılarından alınan bölümler yazarın izniyle, Aşağıdan Yukarıya video serisinin çerçevesi doğrultusunda yeniden düzenlenmiştir. Bu yazıda bölümlerine yer verilen “Hukuk ve İmaj (İki): Nesnel Tanık Olarak Kamera ‘Yalan Söylemez”’in tamamı daha önce Otonom Arşivleme kitabında yayımlanmıştır. (ed.: Alper Şen, Özge Çelikaslan, Pelin Tan, 2016).
** Tahir Elçi cinayetini görüntüleyen kameraların eksik kayıtlarına ilişkin detaylı bilgi için: bit.ly/3uUBRzy