Söyleşi: Aylin Kuryel
Geçtiğimiz yıl IDFA’da (Amsterdam Belgesel Film Festivali) En İyi Kısa Film ödülüne layık görülen I Signed the Petition siyasi bir amaçla imza verme eyleminin içinde barındırdığı birçok katman ve soruyu masaya yatırıyor. Filmin yönetmeni Mahdi Fleifel, 2017 yılında İsrail’de konser vermeye hazırlanan Radiohead’i İsrail’in işgalci politikalarına karşı kültürel boykota çağıran, BDS hareketi tarafından başlatılan bir metne imza atıyor. Ardından imza atmanın kendisi için doğurabileceği sonuçlara ve imza atma eyleminin kendisinin politik gücüne dair çeşitli sorular ve şüpheler musallat oluyor yönetmene. Kafasını kemiren soruları paylaşmak üzere Berlin’de yaşadığı evden Londra’daki bir arkadaşını arıyor. Kamera, hattın iki ucunu da görmeden yönetmenin Berlin’deki evinde dolaşırken, bu mevzular hakkında on dakikalık bir telefon konuşmasının parçası oluyoruz. I Signed the Petition kültürel boykot, imza verme, politik eylemlilik meselelerine dair bir tefekkür.
I Signed the Petition’ı izlemek için tıklayın.
Film bir telefon zili ile açılıyor: “Hey Faris”. Telefonun diğer ucundaki, yeni uyanmış olduğunu anladığımız Faris, sabah ilk iş olarak, boykotun olası sonuçları ve etkilerine dair sorduğun soruları duymayı beklemiyor hâliyle. Ona bir sanatçı olarak isminin kara listelere alınmasından veya Filistin’e gittiğinde başının derde girmesinden endişeli olduğunu anlatıyorsun. Bu telefonu açmaya seni iten ne oldu, oradan başlayalım.
Bir yandan, herkes böyle bir metni imzalamalı ve süregiden sistematik şiddeti sokaklara çıkıp protesto etmeli diye düşünürken, diğer yandan kendi verdiğim imzadan dolayı böylesine korkuya kapılmış olmak tuhaf gelmeye başladı. Filmin başlangıç noktası da bu oldu. Genelde kendi ismimin işlerim hariç bağlamlarda dolaşması beni huzursuz eder. Arkadaşlarım ve meslektaşlarımın imza verdiğini görüp dayanışma içinde olmam gerektiğini düşündüm ama imzayı verir vermez de paranoyalar kapladı zihnimi. Bunun sebeplerini anlamak ve tartışmak istedim ve politik olarak daha angaje Filistinli bir avukat olarak bu konularda benden çok daha iyi bir ifade gücüne sahip olan arkadaşım Faris’i aradım.
Konuşma boyunca karşı tarafta, yataktan yeni kalkmış, yüzünü henüz yıkamamış, büyük ihtimalle boxer’ı ile ortalıkta dolaşarak konuşan birisini hayal ediyor seyirci. Hatta bir an geliyor, sen derdini anlatırken karşı tarafta bir sifon sesi duyuyoruz. İster istemez bu geniş mevzuların bir o kadar da gündelik hayatımızın parçası, onu belirleyen ve şekillendiren öğeler olduğunu anımsatıyor bu sifon sesi.
Gerçekten de onu uyandırdım ve konuşmanın çok iyi gittiğini gördüğümde de kaydetmek için izin aldım. Sadece başında, belki de hissedebileceğiniz şekilde, konuşmayı yeniden başlatma çabam var ama sonrası doğalında akmaya devam ediyor. Berlin’de yaşadığım dairede tek başıma kafa yormak veya korkuya kapılmaktansa bunu başkalarına ulaşacak şekilde tartışmak istedim. Cevaplardansa soruları ortaya atarak…
Aslında biz de bu aralar Türkiye’de oldukça uzun ve sancılı bir süreçten geçiyoruz. 2015 yılında binden fazla akademisyen barış çağrısı yapan, Kürt illerindeki şiddet ve hak ihlallerinin durmasını ve acilen barış yönünde adım atılmasını talep eden bir metni imzaladı. Barış için Akademisyenler olarak bilinen grup, imza metninden hemen sonra hedef gösterildi ve terör propagandası yapma suçundan yargılanmaya başladı. Sayısız akademisyen üniversitedeki işinden oldu, yurt dışına gitmek durumunda kaldı, hapis cezası aldı. Barış istemenin ve devlet şiddetine hayır demenin sonuçları oldukça ağır oldu.
Bu imzayı verenler sadece Kürtler mi?
“Hayatımızda birçok direniş biçimi var, birçok imza var ve bunlar hakkında gündelik hayatta sürekli konuşan insanlar… Bu yüzden gündelik bir telefon konuşmasını kamusallaştırmakta büyülü bir yan var diye düşündüm, neredeyse ses-röntgenci (audio-voyeuristic) bir tat.”
Hayır, barış çağrısı yapma ortak zemininde buluşan heterojen bir grup. IDFA esnasında filminin ismini katalogda görünce anında beni çarpmasının sebeplerinden biri de anlattığım bu süreç. “Evet, ben de bir imza attım” diye düşündüm hemen.
Hayatımızda birçok direniş biçimi var, birçok imza var ve bunlar hakkında gündelik hayatta sürekli konuşan insanlar… Bu yüzden gündelik bir telefon konuşmasını kamusallaştırmakta büyülü bir yan var diye düşündüm, neredeyse ses-röntgenci (audio-voyeuristic) bir tat. Büyük ihtimalle işitme temelli gözetleme için bir kavram icat edilmiştir şimdiye dek, bilemiyorum… Ama ben her zaman merak etmişimdir iki Yahudi bir araya geldiğinde neler konuşur, iki Türk neler konuşur. Büyük ihtimalle birçok Filistinlinin aralarında yaptığı özel bir konuşmayı kamusal hâle getirsem ne olur fikri ile harekete geçtim. İki Filistinlinin neler konuştuğunu çok daha iyi biliyorum nihayetinde, politik olmayanlarımızın bile konuşması ister istemez her zaman dünyanın hâline, sürgünde yaşamanın nasıl olduğuna varır.
İki Türkiyelinin de bu aralar bunlardan çok farklı şeyler konuşmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Film tam da dediğin gibi politik olanın özel alana sızdığı bir âna tanıklık etmeye olanak sağladığı için oldukça cömert. İzleyiciyi evine alıyor, Berlin’de kısa süreliğine yaşadığın evde hayalet gibi dolaşan kameranın gözü hâline getiriyorsun. Görüntülerin birçoğu 8 mm çekilmiş, bu da ânı henüz yaşarken nostaljik kılıyor, belki de sürgünde olma durumuna göz kırpıyor böyle bir yerden.
Aslında telefon konuşmasını dinlemenin önüne geçmeyecek, dinlemeye konsantre olmayı sağlayacak şekilde kullanmak istedim imgeleri. Hareketsiz imgeler de kullanmayı denedim ama izleyicinin konuşmanın içine girmesi için imgeyle birlikte hareket etmesinin daha etkili olacağını düşündüm. Bir de arşiv görüntüleri var tabii, 2008’de babamın gittiği bir eylem mesela, Danimarka’da bir Gazze destek eylemi, Filistin arşivlerinden görüntüler, Lübnan’daki bir kamp…
Faris, hayatı boyunca yerinden edilmiş, evini kaybetmiş, devlet tarafından topluca yok edilmek istenen bir gruba mensup bir Filistinlinin Radiohead ile uğraşma zorunluluğunun absürtlüğünden bahsederek başlıyor konuşmaya. Arada cümlelerini yarım bırakıyor, konunun çelişkileri boğazına diziliyor. Telefon görüşmesi boyunca fikir değiştiriyor, nihayetinde, “belki de ismini hedef tahtası hâline getirmekten başka hiçbir işe yaramayacak ama bu durum, metne imza atmaman gerektiğini göstermez” diyor. Filmin belli bir düşüncede sabitlenmemesini tercih etmiş gibisin.
Faris bazen “biz” bazen “onlar” diyor Filistinlilerden bahsederken. Büyük ihtimalle biz’i Filistin halkı için, onlar’ı eylemciler için kullanıyor, çünkü kendisini eylemci olarak görmüyor aslında ya da gidip geliyor bu konuda. Ben de görmüyorum ama bir yandan da belgesel yapmanın kendisinin de bir çeşit eylem olduğunu düşündüğüm için bu ayrımı yapmam kolay değil… BDS hareketinden filmi izleyen birileri filme şüpheyle yaklaştı mesela, sonuçta film biraz da tüm bu çabaların boş olduğunu söylüyor. Faris bir noktada bana: “herhangi bir gücün olduğu yanılsamasına kapılma, tek yapabildiğin kendin ve ailen hakkında filmler yapmak ve sen Fransa’nın güneyinde doğup lavanta tarlalarında geçen seks filmleri yapabilen Fransız bir yönetmen değilsin, kendin hakkında üçüncü tekil şahısta düşünme lüksün yok” diyor. Ama bana kalırsa gücümüzün sınırlarını kabul etmek ve dile getirmek bizi güçlendirebilir.
“Radiohead konser vermesin diye mektup yazılırken aynı anda Robert de Niro gibi ünlüler İsrail ordusuna milyonlarca dolar bağış yapıyor. Para, güç, ordu sahibi bu Goliath ile nasıl başa çıkacağız?”
Film aslında bir tarafı seçmeye zorlamıyor bence, tam tersine direnmeye devam ederken örgütlenme biçimlerimizin sınırlılığını tartışmaya açma taraftarı. Sinizm veya kahramanlığa düşmeden. Peki imza metnini sana gönderen kişi filmi izledi mi?
Evet izledi ve filmi sevmesine rağmen duruşuna katılmadığını söyledi. İran’daki savaşa karşı milyonlarca kişinin sokağa döküldüğü gösteriler mesela, çok güçlü bir an, ama bir şeyleri değiştirebildi mi, bu tür dayanışma eylemleri bir şeyleri değiştirmeye kadir mi, gerçekten bilmiyorum. Değişimin nasıl nereden geleceğini bilmiyoruz, biliyormuş gibi davranmak da doğru değil. Bizim jenerasyonun hayatı boyunca hiçbir şeyin değişmediğini hatta kötüye gittiğini gördüğünü düşünürsek sinizmin nereden geldiğini de anlayabiliriz. O yüzden de sokakta pankart taşımaktansa film yapmaya devam edebiliyorum.
Aslında şimdi düşününce filmin isminden, “I Signed the Petition”, güzel pankart olurmuş. Türkiye’de de yapabiliriz, “Bir İmza Attım”!
Savaştığımız güçler o kadar büyük ki. Bir yandan Radiohead konser vermesin diye bir mektup yazılıyor ama aynı anda Robert de Niro gibi ünlüler İsrail ordusuna milyonlarca dolar bağış yapıyor. Para, güç, ordu sahibi bu Goliath ile nasıl başa çıkacağız? Ama dediğim gibi, güçsüzlüğümüzün yüzüne bakabilmek bizi güçlendirebilir. Elimizdeki ateşi taşımaya devam edeceğiz nihayetinde, yangının ne zaman ve nasıl çıkacağını bilmesek de… Bu filmi ve önceki filmlerimizi İsrail devleti destekli herhangi bir yerde göstermiyoruz. BDS sponsorlu başka festivallerde gösterdik. İsmimiz Nakba FilmWorks* sonuçta, başka türlüsü biraz zor.
* Fleifel’in yapım şirketinin ismi Nakba FilmWorks. Arapçada “felaket” anlamına gelen Nakba/Nekbe, aynı zamanda 1948 Arap-İsrail Savaşı esnasında 700 bin Filistinli Arap’ın yerlerinden edildiği sürece verilen isim.