Şu An Okunan
Vaha Kurudu mu?

Vaha Kurudu mu?

Söyleşi: Ekrem Buğra Büte

Bir süredir Türkiye sinemasının üzerinde bir hayalet dolaşıyor: Yeni Sinema Yasası hayaleti. 2018 yılının sonlarında sektörün ciddi bir payını oluşturan birkaç büyük yapımcının sinema salonları ve dağıtım açısından büyük oranda tekel oluşturan CGV Mars Group’la yaşadığı promosyonlu bilet kavgası (nam-ı diğer, “patlamış mısır krizi”) yılın ilk aylarında vizyona girecek anaakım yerli filmlerin ertelenmesi ve bir süredir düzenlenmesi gündemde olan sinema yasasının hızla yürürlüğe sokulmasıyla sonuçlanmıştı. Eski yasada sansürle ilişkilendirilen “komisyonca uygun bulunmayan filmler ticari dolaşıma ve gösterime sunulamaz” maddesinde herhangi bir değişikliğe gidilmemesi sansür tartışmalarını yeniden gündeme getirdi ve büyük yapımcıların bu konudaki sessizliği tepki topladı. Yasanın Temmuz 2019’da yürürlüğe girmesi Türkiye sinemasını yeni bir dönemin eşiğine getirmiş gibi görünüyor. Yılın ilk altı ayı itibarıyla, geçtiğimiz yıla oranla toplamda %25, yerli filmlerde ise %45 oranında bir düşüş yaşandı. Bu keskin düşüşün sadece vizyon tarihi ertelenen yerli filmlerle açıklanıp açıklanamayacağı sorusu ise belirsizliğini koruyor.

Ekonomik krizin kültürel hayatı doğrudan biçimde etkilediği, bir yandan sinemacılara yönelik davaların ve sansür uygulamalarının hızla arttığı son dönemde özgür sinemanın geleceği, bu kriz ortamının neresinde durduğu ve sinema salonlarındaki görünürlüğü de merak konusu.

2019’da mevcut rakamlarla son on yılın en düşük seyirci sayısına ulaşıldı. Sizce bu kriz, ekonomik krizin geçici etkilerini mi ifade ediyor yoksa daha kalıcı sorunlara mı işaret ediyor? Bir üretim krizinden ve içerik temelli sorunlardan bahsedebilir miyiz?
10 yılın dip seviyesini görmemizin çeşitli nedenleri var:

  1. Sene başında anaakım yapımcılar ile sinema salonu grupları arasında promosyonlu bilet kavgası baş gösterdi. Yasaya çeşitli maddelerin eklenmesiyle bu sorun aşılmaya çalışıldı, ancak yasanın bazı maddelerinin yürürlüğe girmesi temmuz ayına bırakıldığından bazı yerli filmler 2019 Ocak-Mart dönemini pas geçip filmlerinin vizyonunu 2019 sonbahar ayına bırakma kararı aldılar. Seyirci sayısının düşük çıkmasının “matematiksel” nedeni bu gibi görünüyor.
  2. Ekonomik kriz bence 1. maddedeki matematiksel krizden daha esaslı bir neden. Çünkü bu kadar süredir o promosyon uygulamaları devam ediyorken buna çok da ses çıkarmayan anaakım yapımcıların özellikle ekonomik krizin tetiklemesiyle bilet fiyatlarının (yani ana gelirlerinin) promosyon, kaçak bilet vs. gibi nedenlerle düşük kalmasına karşılık itiraz ettiler. Bozulan ekonomik göstergeler döviz kurunu yükseltip enflasyonun artmasına sebep olunca doğal olarak film maliyetleri hızla arttı. Artan maliyeti karşılayabilmek için de yapımcılar da ana gelir kaynakları olan sinema bilet fiyatını yükseltici önlemlerin alınması talebinde bulundular. Şu anda ortalama bilet fiyatı 2018’in Aralık ayına kıyasla %35 civarında artmış durumda. Zaten görünen o ki uzun metraj film üretimi de yavaşladı. Kuvvetle muhtemel önümüzdeki yıl daha az sayıda yerli film vizyona girecek.
  3. Promosyon yasağı Temmuz’da yürürlüğe girdi. Benim kendimce yaptığım bir hesaba göre Türkiye’de minimum 10 milyon promosyonlu bilet satılıyor. Yani promosyonlu bilet yasaklanınca satılan toplam bilet sayısı da bu oranda azalacaktır diye düşünüyorum. Bakanlık bu kaybı dengelemek için sinema salonlarındaki kaçak bileti önleyici bir yazılım hazırlattı. Bu sistem sinema salonunda satılan biletin adedini, türünü anlık olarak gösterecek. Uygulama nasıl sonuç verecek göreceğiz.
  4. Bunun dışında bir içerik krizi olduğunu da düşünüyorum. Bunda anaakım sinemada büyük oranda televizyona üretim yapan şirketlerinin ağırlığının artmasının da payı olduğunu düşünüyorum. Bu şirketlerin mevcut kurumsal yapılarını ve sinema perspektiflerini değiştirmeden gördüğüm içerik krizinin aşılabilmesi mümkün değil.

2019 sonu itibariyle bu değişkenlerin hangi ağırlıkta etkili olduğunu daha iyi tahlil edebileceğiz gibi görünüyor.

Yeni yasada sansürle ilişkilendirilen “komisyonca uygun bulunmayan filmler ticari dolaşıma ve gösterime sunulamaz” maddesinde bir değişiklik yapılmadı. Bir yandan da sinemacılara açılan davalar, bakanlık desteklerindeki kara liste tartışmaları ve sansür uygulamaları da hızla sürüyor…
Aslında burada bir yanlış anlama oldu kamuoyunda. Belki onu biraz açmak lazım. “Komisyonca uygun bulunmayan filmler ticari dolaşıma ve gösterime sunulamaz” ifadesi eski yasada vardı zaten. Yani bu yeni yasaya eklenmiş bir ifade değil. Ancak meslek birlikleri bu yeni yasanın taslağından o ifadenin çıkarılmasını talep ettiler. Sinema sektöründen temsilcilerin de bulunduğu bir komisyonun film yasaklama kararı alması hoş bir durum değil. Üstelik bu tip bir kurul yargı organı gibi davranıp film yasaklayamaz, yani bu da çok tuhaf bir durum. Sektör bunun yerine şöyle bir öneri yaptı: Bu komisyon film yasaklamasın, eğer bir sorun görüyorsa eser işletme belgesi vermeyi reddetsin, dolayısıyla yapımcıya da yargı yolu açık olsun. Ancak bu öneri kabul görmedi.

Yeni sinema yasası sonrası yerli bağımsız sinemanın yakın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bağımsız sinemacıları festival gösterimleri ve özel gösterimlerin ötesine taşıyabilmek için ne yapmalı? Sinema salonlarında var olmaya çalışmak nafile bir çaba mı, bu mecra savunulmalı mı?
Bir ülkedeki sinema rejiminin sadece yasa yaparak düzenlenebileceğini düşünmüyorum. Yasaların ruhunu doğru yorumlayan yönetmelikler, sağlam sektörel teamüller, şeffaflık, özerk sinema kurumlarının varlığı ve sinema ile ilgili sivil kurum ve kuruluşların etkin katılımının olması da yasal düzenlemeler kadar önemli. Yeni yasanın meclis komisyonunda tartışılması sırasında anayasa hukuku profesörü İbrahim Kaboğlu yeni yasanın ruhuyla ilgili bir kafa karışıklığı olduğu saptaması yapmıştı. Buna ben de kesinlikle katılıyorum. Yeni yasada sinemayı ticari bir faaliyet olarak gören ve buna yönelik düzenlemelerle, sinemayı daha kamu yararına kültürel bir faaliyet gibi gören düzenlemeler bir arada yer alıyor. Ben bu ikili yapının orta ve uzun vadede sorunlar oluşturacağını düşünüyorum. Bu anlamda da bu yasayı bir geçiş yasası olarak değerlendiriyorum.

Vizyon meselesi özellikle sinema salonlarının monopolistik bir yapıya dönüşmesine izin verilmesi, anaakım tarafının da birkaç yapım şirketinin çevresinde dönmeye başlamasıyla birlikte son yıllarda gittikçe kronikleşti. Bağımsız sinemamız ise özellikle son beş yılda festivallere sıkıştı kaldı. Öte yandan genç sinemacılarımızda da artan oranda sadece festivallerde göstermeye odaklı filmler yapma motivasyonu oluştuğunu görüyorum. Yaşadığımız içerik tıkanmasının nedenlerinden birinin de bu olduğunu düşünüyorum. Ancak aksine daha çarpıcı ve yenilikçi filmler yapmak, bu filmlerin finansmanında daha yaratıcı olmak, dağıtım konusunda da klasik dağıtım modellerine bağlı kalmamak gerektiğini düşünüyorum. Film finansmanı anlamında yeni modeller oluşmaya başladığı oranda bu klasik yapılar da değişime, dönüşüme uğrayacaktır.

Önceki sinema yasasının ve beraberinde gelen yönetmeliklerin yapımcılar açısından en tartışmalı tarafı, yapımcılara çok fazla finansal yük bindirilmesiydi. Örneğin dijitalleşme sürecinde film başına ödenen vpf bedelleri küçük yapımcıları ve salonları zor durumda bıraktı. Yeni yasada bu gibi konularda küçük üretici lehine herhangi bir düzenleme yer alıyor mu?
Türkiye bir süredir benim tabirimle bir “sinema ülkesi” olmaktan çıktı. Böyle bir ortamda bağımsız sinema yapmak ise her zamankinden daha zor artık. 5224 sayılı eski yasa 2004-2019 yılları arasında geçerliliğini korudu, ancak aynı yasa 2004-2011 yılları arasında başka, 2011 yılından itibaren ise çeşitli yönetmelik değişiklikleri ve yasanın daha “dar” yorumlanmaya başlanmasıyla daha farklı bir şekilde uygulandı. Bu noktada, Türkiye’de tam da o dönemden itibaren siyasi gerilimlerin artması ile de ilginç bir paralellik göze çarpıyor.

Son yasada destekler hibeye (geri ödemesiz) dönüştürülmüş durumda. Ancak buna rağmen eski yasada uygulanan ve dünyanın hiçbir destek mekanizmasında var olmayan yapımcının destek tutarına karşılık banka teminat mektubu, ipotek, kefalet vermesi gibi uygulamalar devam ediyor. Bunlara bir de yeni yasanın yönetmeliğinde olacağı tartışılan bir fatura kesme olayı eklendi. Eğer sektörden gelen itiraz dikkate alınmazsa bundan böyle yapımcılar destek tutarı kadar bir fatura kesecekler bakanlığa. Dediğim gibi bunlar dünyada uygulaması olmayan şeyler.

Avrupa’da bağımsız yapımcılar aynı anda birkaç film projesini birlikte yürütürken Türkiye’de filmi bitirip teslim edip, vizyona girip bütçe raporunu da teslim etmeden yeni bir film için başvuruda bulunamıyorsunuz. Bu da bağımsız yapımcıların az sayıda film üretmesine yol açıyor ve hayatlarını idame ettirmelerini zorlaştırıyor. Türkiye’deki KDV rejimi de Avrupa’daki uygulamalardan tamamen farklı ve bağımsız yapımcılar için çok büyük bir sorun yaratıyor. Bu KDV konusunda da bir değişiklik olmayacağı kesin gibi.

Geldiğimiz bu noktada yasanın ruhunu (sinema destekleriyle neyin hedeflendiği, nasıl bir kamu yararı gözetildiği gibi konuları) masaya yatırmak gerekiyor. Ne yazık ki bizdeki son fiilî uygulamalarla yasanın uygulamada tamamen bürokratik ve muhasebesel, dar bir perspektif ile dosya kapatmaya endekslendiğini görüyoruz. Bu tarz uygulamaların olması durumunda Avrupa kıtasında bağımsız film üretilemezdi. Türkiye’de ise şimdilik kişisel feragatler ile işler sürdürülmeye çalışılıyor.

Çakarer’le söyleşimize ek olarak sorularımızı seyir sürecinin farklı yakalarından (dağıtım, sinema işletmeciliği ve seyircilik) isimlere de yönelttik. Bir Film ve Başka Sinema’dan Ersan Çongar, Kadıköy Sineması’ndan Funda Kocadağ, ODTÜ Sinema Topluluğu’ndan Umut Gülcan ve “film izleme rekortmeni” olarak tanınan Vahit Tansoy’un görüşlerinin konuyu farklı açılardan değerlendirmeye katkı sunacağını düşünüyoruz. Tüm görüşleri okumak için: Yeni Sinema Yasasının İlk Etkileri