Şu An Okunan
Beyoğlu Eko-Sisteminde Sinema

Beyoğlu Eko-Sisteminde Sinema

Beyoğlu Yurttaş Meclisi’nin düzenlediği Beyoğlu Kültür-Sanat Buluşmaları’nda tiyatronun ardından sinemaya, Beyoğlu’nun sinemayla ilişkisine odaklanıldı. Gezi Davası’ndaki mahkûmiyet kararından üç gün sonrasına denk gelen buluşmaya Documentarist adına katılan Elif Ergezen, Fasikül için yazdı: Bir Sinema Eko-Sistemi Olarak Beyoğlu’ndan izlenimler…

Beyoğlu Yurttaş Meclisi, yurttaşların kültür-sanat alanında daha etkin ve söz sahibi olmasını sağlamayı hedefleyen Beyoğlu Kültür-Sanat Buluşmaları’nın ikincisinde sinema sektörünü ağırladı. Bir Sinema Eko-Sistemi Olarak Beyoğlu başlığı ile 28 Nisan Perşembe günü gerçekleşen etkinliğe; belgesel sinemacı Enis Rıza Sakızlı, Cine Majestic’i temsilen Fırat Dilmaz, yönetmen Semih Gülen, yapımcı Sevilay Demirci ve Documentarist – İstanbul Belgesel Günleri adına bendeniz katıldık. Kolaylaştırıcılığını Aslı Sarıoğlu’nun yaptığı sohbette tarihten bugüne Beyoğlu’nda sinemayı farklı açılardan ele alarak; sinemacılar, sinema salonları, festivaller, yerel yönetimler, seyir kültüründeki değişimler gibi konulara değindik.

Öncelikle bu buluşma sanıyorum katılan herkese iyi geldi. Zira bu hafta başında Gezi Davası’nın sekiz arkadaşımızın tutuklanması ile sonuçlanması üzerine günlerdir “Hepimiz Gezideydik” demenin farklı eylem biçimleri üzerine düşünüyor, konuşuyor, eyliyorduk… Şüphesiz “Her Yer Taksim Her Yer Direniş”, fakat Gezi direnişi için Beyoğlu, hafıza mekânlarının başında geliyor. Böyle bir gündem içinde bu buluşma o nedenle çok daha anlamlı oldu.

HAFIZA MEKÂNLARININ YIKIMI

İlk olarak “Beyoğlu’nu bir sinema mekânı olarak düşünmek; sinemanın üretildiği, paylaşıldığı, yaşandığı yer olarak düşünmek mümkün mü?” sorusu üzerine beraber düşünerek başladık. Enis Rıza, çok isabetli bir şekilde hafıza ve mekân ilişkisi ile konuya girdi. Beyoğlu’ndaki değişimi, tarihsel bir süreç içinde ele alarak neoliberal politikaların sonucunda hafıza mekânlarının yıkımı ile ilişkilendiriyordu. Hafıza mekânlarının bir bir yerlerinden edilmesi, yıkılması, dönüşmesi sonucu belki de bir nesil artık geçmişin hafızasına uzak. Sinema özelindeyse emekçileri ve seyircilerinin yan yana geldiği, birbirine dokunduğu mekânların yokluğu nesiller arası bu hafıza aktarımındaki kopukluğu da büyütüyor. Fakat bu bir eko-sistem. Sadece sinema değil, tüm kültür-sanat alanındaki tahribattan etkileniyor. Sevilay Demirci’nin bu noktada dediği gibi Simurg Kitapçı’sının yok oluşu da bunu etkiliyor, Emek Sineması’nın yıkılmış olması da…

“O son sinemayı yıktırmayacaktık,” evet… Emek çok ön görülü, tarihsel olarak önemli bir direnişti. 20 Mayıs’ta Emek yıkıldı, 29 Mayıs’ta Gezi Direnişi başladı. Emek eylemlerinde kullanılan slogan “Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam” Gezi’nin ana sloganı olarak benimsendi. İki direniş de kent hakkı üzerinden ortak bir zemine oturuyor. Fakat burada da kalmıyor. Gezi’den hemen sonra 2014’ün Antalya Film Festivali’nde Gezi’yi anlatan Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek (2014) adlı belgeselin sansürlenmesi kadar başka hiçbir şey bu hak mücadelesinin genel olarak özgürlük mücadelesine eklendiğini daha güzel anlatamazdı. Emek ve Gezi mücadelelerinde esas olarak bizim nasıl, ne zaman, niçin bir araya geleceğimizi mekân üzerinden sınırlamaya, şekillendirmeye çalışan bir talana karşı direniyorduk ve bu yağma durdurulmazsa başka her türlü özgürlüğün kısıtlanmasına kadar varacaktı, varıyordu işte…

Bu etkinliği bir eko-sistem diye adlandırmak bu nedenle çok isabetli diye düşünüyorum. Bir eko sistemdeki unsurlardan birinin yokluğu ya da dönüşümü diğerlerini de etkiler. Filmler yoksa festivaller olmaz. Festivaller yok olursa onun getirdiği seyirci ve o seyircinin getirdiği iklim yok olur. Seyirci yok olursa sinema salonları yaşayamaz. Sinema salonları olmadığında bağımsız filmler kendine yer bulamaz, festivaller mekânsız kalır.

Özgürleşen Seyirci: Emek Sineması Mücadelesi (2016) filminden bir kare. Emek Sineması’nın yıkımına zemin hazırlayan Grand Pera AVM, görseldeki Demirören AVM’nin hemen karşısında açıldı. Gezi Davası’nda 18 yıl hapse mahkûm edilen Mücella Yapıcı ve Can Atalay, Emek’in yıkımına karşı verilen mücadelede de önemli rol oynamıştı.

DEĞİŞEN SEYİR KÜLTÜRÜ

Saray Sineması yerine dikilmiş olan Demirören AVM, Emek’in içinde olduğu ada üzerine kurulan Grand Pera AVM, Alkazar Sineması yerine ünlü bir spor ayakkabı markasının bir etkinlik salonuna dönüşen Hope Alkazar başka bir seyirlik sunar, başka bir seyirci talep eder. Sağlı sollu vitrinlerin arasından geçerek restoranların olduğu bir alana gelirsin ve sinemalar nedense hep bunun sonundadır. Çıkışta seni yine yemek kokuları karşılar, ışıklı vitrinlerin önünden geçerek sokağa çıkarsın. Bu sıralama sana sürekli alışveriş yapmanı hatırlatılır. Durup dükkanlara girmen, karnının acıkması ve bir şeyler yiyip içmen amaçlanır. Sinemaya gitme ‘etkinliği’ böyle bir paket içinde önüne sunulur. Bu mekân tasarımı, seni ancak bir tüketici ve müşteri olarak içine alır. Oysa bir filmden çıkınca fuayede ya da sokakta film üzerine sohbet etmek, sinema sanatını besleyen karşılaşmalardır. Film üzerine düşünmek, tartışmak daha bilinçli bir sinema seyircisi olmamızı sağlar. Sinemacılar için de çok önemlidir bu geri dönüşler ve eleştiriler. Seyircinin özgürlüğü de mekânla sanıldığından çok daha fazla ilişkilidir.

Saray Sineması yerine dikilmiş olan Demirören AVM, Emek’in içinde olduğu ada üzerine kurulan Grand Pera AVM, Alkazar Sineması yerine ünlü bir spor ayakkabı markasının bir etkinlik salonuna dönüşen Hope Alkazar başka bir seyirlik sunar, başka bir seyirci talep eder.

Beyoğlu’nda kalan son sinemalardan Cine Majestic’in sahibi Fırat Dilmaz üç kuşak sinema işlettiklerini anlatırken, son on yıldır özellikle işlerinin çok kötü olduğunu söyleyerek yaşadıkları sorunlara değindi. İki yıldır pandemi nedeniyle de kapalı olan sinemanın sahibi, buna rağmen elektrik faturası, eski dönemlere ait vergi borçları ve 90 bin liraya yakın katı atık vergisi ödemeye çalıştığından söz etti ve bu süreçte bakanlıktan aldığı desteğin yeterli olmadığını aktardı. Film festivallerinin sinemalarına daha fazla ilgili göstermesini umduklarının, bağımsız filmleri de göstermek istediklerinin altını çizdi ve “yeter ki film versinler bize, destek olalım, kapılarımız her zaman açık” diye de ekledi.

FESTİVALLER ELİTLEŞİYOR

Sinema salonlarının fuayeleri neyse, sinema için de festivaller odur bence. Fakat bu eko-sistem dönüştükçe festivaller de bundan nasibini alıyor. O nedenle festivalleri konuşurken de özgür festivalleri bir kenara ayırmalı. Sohbette Enis Rıza’nın özellikle vurguladığı gibi “İktidar ve sermayenin uzlaşması ve hegemonyası film festivallerinin çoğunu elitleştirdi.” Antalya Film Festivali’ndeki sansür vakasından sonraki yıl, yani 2015’in İstanbul Film Festivali’nde Barış Süreci’ni anlatan Bakur (2015) belgeselinin sansürlenmesi bu ikili ilişkinin kültür sanat alanında hegemonya kurma çabasının bir sonucuydu. Bundan sonra sermaye ya da iktidarla ilişkisi olan festivaller bizzat kendileri filmlere sansür uygulayarak sinema sanatıyla ve daha özelde toplumla olan bağlarını koparmayı tercih ettiler. Festivaller seyirciyle eskisi gibi coşkuyla buluşmuyor. Sinemanın şenlik haline hasret kaldık.

Documentarist gibi sermaye ve iktidar ilişkisinden uzak özgür belgeseller içinse koşullar hep zordu ama pandemi ile daha da zorlaştı şüphesiz. Gösterimlerin yüz yüze olamayışı festival için yeterince ağırdı. Sanatın bu etkileşime ihtiyacı var çünkü. Bakanlıktan bir destek elbette almıyoruz. Mekân sorunu ve daha fazla insana ulaşmamızı sağlayacak yerel yönetimden billboard ve tanıtım desteğinin olmayışı her seneki dertlerimizden.

ÇEKİM İZİNLERİ PAHALI

Yerel yönetimlerle ilişkilerin özellikle konuşulduğu sohbette, belediyeden çekim izni almanın zorluğuna değinen yönetmen Semih Gülen, filmlerin aynı zamanda Beyoğlu’nun görsel veri tabanını da oluşturduğuna ama son yıllarda izin tarifelerinin yüksek oluşu dolayısıyla filmlerde ya da dizilerde Beyoğlu görüntüsünün neredeyse hiç olmadığına; bu yıl izlediği filmlerin neredeyse yarısının apartman dairesinde ya da kapalı mekânlarda geçtiğine dikkat çekti. Sevilay Demirci de hiç değilse ticari olan yapımlar ile arthouse ve kısa film gibi ticari olmayan yapımlara ayrı tarifelerin uygulanması gerektiğini ekledi. Sadece sokakta film çekmek için ücret istemenin dışında, ev çekimlerine malzeme getiren araçları kullanabilmek için bile ödeme istenmesinin Beyoğlu’nda film çekmeyi bir eziyete çevirdiğini; bu durumun bağımsız sinemaya hareket alanı bırakmadığını söyledi. Son sinema yasasında, belediyelerle birlikte bir kurul oluşturulmasının öngörüldüğünü, tarifeleri bu kurulun belirlemesinin kararlaştırıldığını ama söz konusu kurulun bir türlü toplanamadığını da hatırlattı.

Enis Rıza, “belli mekânları hafıza mekânı olarak yeniden inşa etmek üzerine ciddi bir mücadele verilmeli,” diyerek Dilmaz’ın bahsettiği katı atık vergisi ile tek başına boğuşmaması gerektiğini söyledi. Belgeselcilerin de KDV açısından demir tüccarından bir farkı olmadığını sözlerine ekledi. Konformist, iktidarla uzlaşmaya çalışan, kendi payını kapmaya çalışan ve bağımsız sinemacılara karşı gizli-açık tavır geliştirmeye çalışan sinemacıların elbette olduğunu söyleyen Rıza; belli mekânları, bir nostaljiyi yeniden yaratmak üzere değil, geçmişin eleştirisinden hareketle bu dönemin koşullarına uygun bir şekilde yeniden inşa etmek üzere bir örgütlenmeye ihtiyacımız olduğunu vurguladı.

“BAŞIN BELAYA GİRER”

Barış İçin Sinemacılar metnine imza attığı için kara listeye alınmış sinemacılar var. Bunu hatırlatan Demirci, o listeler yüzünden birçok arkadaşımızın yıllarca destek alamadığını ya da yapabilmek derdiyle hikâyelerin çok güdükleştiğini ve bunun sektörde büyük bir yılgınlığa sebep olduğunu da ekledi. Semih Gülen de o dönemlerde ilk filmlerini yapmaya çalışan sinemacılar olarak bir üst jenerasyondan birileriyle konuştuklarında “başın belaya girer” gibi sözler işittiklerini; üst jenerasyon sinemacıların bu gibi sözlerle akıl verirken heves kırdıklarını ve bu yılgınlığı genç sinemacılara da aktarmaya çalıştıklarını söyleyerek Demirci’ye katıldı.

“AİLE” FİLMLERİ YAPMAYA TEŞVİK

Konuşmacıların çoğunun hatırlattığı gibi bakanlık yeni destek düzenlemeleri ile bizleri “aile” filmleri yapmaya teşvik ediyor. “80’lerde 90’larda çektiğimiz filmlere izin istesek 18+ alırlardı herhalde,” diyor Sevilay Demirci bir süredir film yapamadığını da ekleyerek: “Avrupa fonları önce kendi ülkenden destek almış olmanı bekliyor. Bakanlık ya da TRT’den destek alamadıkları için uluslararası fonlardan da yararlanamıyor sinemacılar. Sinemaysa pahalı bir iş. Dolayısıyla ya otosansür yapacaksınız ya da film yapmayacaksınız. O yılgınlığı üzerimizden neredeyse iki üç gün önce atabildik.” Gerçekten de öyle oldu. Gezi Davası’nda sinemacı arkadaşlarımızın da içinde olduğu sekiz kişiye verilen 18 yıllık cezalara karşı 24 saat içinde üç binden fazla sinemacı tek ses olarak imza metni paylaştı. Metinde “Bu korku imparatorluğunu kurmak adına girişildiği belli olan bu hukuksuzluğa seyirci kalmayacağız. Susmayacağız. Korkmuyoruz. Sinmiyoruz!” diyorduk. Bunu bu şekilde kalabalık ve kararlı dile getirmek sanırım hepimize çok iyi geldi.

Birbirimizden haberdar olmak her geçen gün daha da önem kazanıyor. Yurttaşlar olarak ne yapabiliriz sorusunu sordurması açısından da bu buluşma değerliydi. Bazı sorunları bir araya geldiğimizde daha kolay çözebileceğimize dair umudu tazeledi. Bu meselelerin de bir aciliyet olarak önümüze konması gerektiği vurgulandı. Bütün otoriter sistemlerin öncelikle kültür-sanatın önünü tıkadığı, dolayısıyla sermaye-iktidar ilişkisinden kurtularak, özgürleşerek kendi kültür-sanat politikamızı yaratmamız gerektiği belirtildi. Kimimiz eylemlere gidecek, kimimiz bu etkinlikleri yapacak, kimimiz filmler yapacak, kimimiz o filmleri gösterecek… Moderatörümüz Aslı Sarıoğlu “Dilmazların ısrarı” demiş, ben “dilbazların ısrarı” diye anladım da “ne güzel bir ifade” diye geçirdim içimden… Beyoğlu için, sinema için ve özgürlüğümüz için ısrar edeceğiz, çünkü Beyoğlu bizim, İstanbul bizim!