Şu An Okunan
Reyan Tuvi: İnsanların Peşinden Gitmek

Reyan Tuvi: İnsanların Peşinden Gitmek

Söyleşi: Fırat Yücel, Berke Göl
Fotoğraf: Furkan Üstel

Reyan Tuvi bugüne kadar üç belgesel çekti. Ama öyle belgeseller ki bunlar, Türkiye’nin yakın tarihinin deyim yerindeyse tüm fay hatlarını görünür kılıyorlar: Mülteci olmak, azınlık olmak, polis şiddeti, cezasızlık, direniş, yerinden etmeler, göç, Suriye sınırı, savaş ve evet sansür… Orta metrajlı belgeseli Ofsayt, 2010 yılında 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi İlk Belgesel ödülünü, Herkes Uyurken ile paylaştı. 2014’te aynı festivale Gezi Direnişi’ni anlatan Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’le döndüğünde, filmi ön jüri tarafından seçilmiş olmasına rağmen yarışmadan çıkarıldı. Aradan geçen dört yılda yasakçı devlet rolünü festivalciler de üstlenmeye başlamıştı zira. Avrupa Birliği uyum yasaları ve barış ihtimallerinin konuşulduğu yıllarda çekilen Ofsayt, bu demokratikleşme görüntüsünün ardında süregiden karanlığı görünür kılıyordu. Göç ve mültecilik meselelerinin Türkiye siyasetinin bugünkü kadar merkezinde olmadığı bir dönemde, Nijerya ve Gambiya gibi ülkelerden İstanbul’a gelen futbolcuların zorlu yaşamlarını takip ederken, bir yandan da, kurumsal ırkçılığı gözler önüne seren Festus Okey cinayetine temas ediyordu Ofsayt. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek ise Tuvi’nin olay/karakter takibi ve toplumsal analiz konularındaki gücünü çok net bir şekilde ortaya koydu. Henüz Gezi Direnişi’nin üzerinden bir yıl dahi geçmemişken bitirilip, Nisan ayında 33. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen film, isabetli karakter seçimleriyle Gezi’yi var eden farklı siyasetleri, çelişkileri ve itiraz seslerini bünyesinde taşımaktaydı.

Antalya’daki yıpratıcı sansür olayının ardından Tuvi, yılgınlık emareleri göstermek şöyle dursun, en zor konuyu seçti kendine. Kobanê’den “düştü düşecek” diye bahsedilen zamanlarda sınır hattına gitti, hattın iki tarafında da insanların ruh hâlini, yaşadıkları yıkımı ve yeniden inşa çabalarını kayıt altına aldı. Üstelik, bir belgeselci için en zor tarzı, karakterlere sırtını yaslamayan, kitlesel halet-i ruhiyeyi takip eden bir anlatım biçimini seçerek. Gözyaşına Yer Yok (2017), Türkiye’deki sansür kıskacından dolayı sadece Documentarist’te gösterilmiş olsa da Avrupa’nın en prestijli belgesel festivallerinden Visions du Réel’de Mansiyon aldı, Saraybosna’dan Beyrut’a pek çok yerde seyirciyle buluştu. Türkiye’nin yakın tarihini bu kadar yakından kayıt altına alan filmler olunca karşımızda, biz de kronolojik bir söyleşi yapmayı tercih ettik, Sheffield Northern Media School’un belgesel bölümünü tamamladığı 1995’ten günümüze, adım adım takip ettik Tuvi’nin tarihe döşediği taşları.

İzmir doğumlusunuz, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı’nda okudunuz, ardından Sheffield Media School’da belgesel öğrenimi gördünüz. Sheffield’a gitme süreci nasıl gelişti?
Boğaziçi Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı okurken, fotoğraf ve seyahat gibi konularla ilgileniyordum. Okul bitince, bir arkadaşımdan British Council’ın burs verdiğini duydum. Zaten başka alanlara açılmak istiyordum ve belgesel ilgimi çekiyordu. Sınavlara girdim, bursu kazandım ve İngiltere’ye, Sheffield’e belgesel okumaya gittim.

Sheffield’de mezuniyet projesi olarak Dream On adlı kısa bir belgesel çektiniz, onun dışında da çalışmalarınız oldu mu? Pratiğe öncelik veren bir okul muydu?
Kesinlikle pratik bir okuldu, başka projeler de yaptık. Mesela 16mm ile, bir ölü yıkayıcısının bir gününü çekmiştik. Ama o zaman bugünkü arşivci bakış açım yoktu. Mezuniyet filmim Dream On hâlâ elimde ancak diğerleri yok.

Dream On, Güney Afrika’da ünlü olan, ardından apartheid sebebiyle müzik yolculuklarına Sheffield’da devam etmeye karar veren Adelle ve Alistair’in hikâyesi. Onlarla nasıl tanıştınız?
Independent gazetesinin haftasonu ekinde bu şarkıcı çift hakkında bir haber vardı. Biz belgeselciler hem topluma hem de medyaya konu ararız, o haber de dikkatimi çekmişti. Sheffield’de olmaları önemliydi çünkü imkânlarım Sheffield’e yetiyordu. İlk film sayılır ve çok bilinçli olduğumu söyleyemem. Biraz içgüdülerle yapılan bir şeydi. Deneme yanılmayla 16mm’yi kullanmak… İnsanların gerçek hayatlarına katılmak, minibüsle onlarla birlikte “Working Men’s Club’’ olarak adlandırılan işçi sınıfının zaman geçirdiği kulüplere gitmek… Büyük bir deneyimdi benim için. Sınıf arkadaşlarımla yaptığım için çok iyi bir kameramanla da çalıştım. Ama mesela bugün neden röportajları siyah bir fon önünde çektiğimi kendime sorunca, çok hatırlamıyorum. BBC kuralları; tripod, sallanmayan kamera… Bunu öğrenmiştim, bunu uyguladım: Röportaj, iyi bir kadraj… Bugün daha deneysel olmaya çalışıyorum.

“Kameralar neden bu kadar ağır, neden ben kullanamıyorum derken hafif kameraların çıkmasıyla ‘Sıkıysa kendi küçük belgeselini çek’ dedim kendi kendime.”

Ofsayt’a uzanan süreç nasıldı?
1995’te Türkiye’ye döndükten sonra birkaç televizyonda iş aradım ama uygun gelmedi bana. Hattâ birisi bana “Boşuna koşuyorsun belgesel peşinde, kimse belgesel seyretmez” dedi. Ben de o sırada, Afrika’ya giden bir ekibe katılarak dört aylık bir seyahat belgeseline katıldım. Onun ardından Orta Asya geldi, ardından Avustralya… Ama seyahat belgeseli değildi yapmak istediğim, ‘insanın’ peşinden gitmek, kamerayı kullanmak istiyordum, denemek istiyordum. O büyük kameralar neden bu kadar ağır, neden ben kullanamıyorum derken hafif, küçük kameraların çıkmasıyla da “Sıkıysa kendi küçük belgeselini çek” dedim kendi kendime. O sıralarda Afrikalıların Kurtuluş’ta maç yaptıklarını duydum. Ofsayt’ın hikâyesi de böyle başladı.

Ofsayt İstanbul’da gelecek hayali kuran ve burayı bir geçiş olarak gören göçmenlerin hikâyelerini anlatıyor. Ardından Festus Okey cinayeti dâhil oluyor anlatıya. Sonra tekrar karakterlere dönme kararını nasıl verdiniz? Tamamen Festus Okey’e odaklanan bir belgesele dönme ihtimalini de göz önünde bulundurmuşsunuzdur diye tahmin ediyoruz çünkü Türkiye’nin yakın tarihi açısından çok önemli bir olay sonuçta.
Aslında Festus Okey öldürüldüğünde film bitmek üzereydi fakat filmi bir kenara koydum. Afrikalılar artık konuşmak istiyordu, başlarına çok olay gelmişti, hep susmuşlardı, dövülmüşlerdi, kaybolmuşlardı, hiçbir şekilde hiçbir yere yansımamıştı. Bu sefer, belki bu belgeselden, belki benden aldıkları güçle “Biz konuşmak istiyoruz, bunu basında yayınlamak istiyoruz” dedikleri andan itibaren belgeseli bir kenara bıraktım, bir buçuk iki ay boyunca onların bir nevi menajerliğini üstlenerek basında bu haberlerin çıkmasını sağlamaya çalıştım. Sonra bir anda durdum ve dedim ki “Ben bir belgesel çekiyordum.” Ve belgesele geri döndüm. Festus Okey hikâyesini hiç koymayabilirdim içine, o bir hikâye olarak amacına ulaşmıştı: Manşet olmuştu Festus Okey. Bir siyahın öldürülmesi manşet olmuştu, üzerine yazılmıştı, köşe yazarları yazmıştı, amacına ulaşmıştı. Ancak o karakterlerden birinin Türkiye’yi terk etmesinde ve siyahların tedirgin hissetmelerinde Festus Okey cinayetinin etkisinin büyük olduğunu düşünerek bunu da filmin içinde, televizyon haberiyle vermek istedim. Festus’un öldürülmesi, üzerinden geçilip gidilecek bir olay değildi. Nitekim Rachid, Festus Okey’in cenazesinden sonra çekip gidiyor. Belgelemek istedim cenazeyi. Çekerken belgesele koyup koymayacağımdan da emin değildim ama o cenaze, o mücadele, o cenazenin kaçırılması… Yani ben bir belgeselciysem bunu belgeleyip bir kenara koymalıydım. Nitekim davada ‘Festus Okey vardır/yoktur’ tartışmasında Festus Okey’in görüntülerini sunarak davanın akışına bir katkıda bulunmak istedim.

Festus Okey futbolcularla beraber görüntülediğiniz bir karakter miydi?
Evet. Festus’u Festus olduğunu bilmeden çekmişim. Sonra arşive geri dönerek onun görüntülerini aradım, buldum ve davada “Festus Okey yoktur, yaşamamıştır” iddialarına karşı kanıt oldu bu görüntüler. Yani yine bir tür ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ meselesi devam ederken, en azından o görüntüleri verebildim.

Bir yandan mesafeli bir tavır var belgesellerinizde. Mesela Ofsayt’ta onları bir berber dükkânına sessiz sedasız bakarken uzun uzun çekebiliyorsunuz. Ama aynı anda karakterlerinizle yakın bir ilişki de kuruyorsunuz. Hattâ Ofsayt’ta sevgilisiyle birlikte Rachid’e sürpriz yapıyorsunuz, kamera işin parçası oluyor. Bu iki farklı yaklaşımı nasıl birleştiriyorsunuz? Kendinizi nerede görüyorsunuz bu açıdan?
Mesafeyi koruyamadığım için çok acı çektiğimi kendime her zaman itiraf etmişimdir aslında. Konudan konuya değiştiğini de biliyorum bunun. Bazen bu mesafeyi koymana karakterler de izin vermeyebiliyorlar, bazen kendini bunun içinde bulabiliyorsun… Kendi başına olmanın, kangrenleşmiş bir konunun içinde olmanın, ona çözüm bulamamanın, çözüm bulabileceğini zannetmenin, insanları kurtarabileceğini sanmanın acısını çok çektim. Sahne arkasında kimsenin bilmediği yüzlerce şey var ama belgeselcinin ikilemi de bu bence: Mesafe koymak mı koymamak mı? Sabaha kadar tartışabiliriz… Filmcisin, orada mesafe konulması gerekiyor bence ama mesafe koyarsan ne kadar gerçekliğe ulaşabilirsin onların hayatlarıyla ilgili, o da ayrı bir mesele. Sana hangi yüzlerini gösterebilirler? Çekmediğim o kadar şey var ki dertleşirken… Öyle anlar var ki çekilmesi gereken ama çekilmemiş… Bu çelişki benim hep yaşadığım, hep acısını çektiğim bir şey.

Ofsayt’ta ayağım sakattı, bir hastalık geçiriyordum ve koltuk değnekleriyle onların Kurtuluş’taki futbol sahasına gitmiştim. Ve dediler ki bana, “bir sürü insan geldi, bir sürü şey çektiler, hiçbiri sonuçlanmadı, hiçbiri bizim sesimiz olmadı, sana nasıl güvenelim?” İşte dedim, “burada karşınızdayım, sakat bir şekilde geldim”. Zamanla beni tanıyın, anlayın ve bana güvenebileceğinizi görün isterim. Memnun kaldılar beni tanımaktan sanıyorum, sonuçtan da memnun kaldılar.

Mesela filmin ismi ‘Kir’ olacaktı. Çünkü onun içinde bir hikâye vardı; beyaz bir çocuğun bir siyahın tenine elini sürüp kirlendiğini hissetmesiyle ilgili. Sonra vazgeçtik o isimden. Onları rencide edeceğimi düşündüm. Bu tip hassas topluluklar söz konusu olduğunda belgeselcinin tabii ki bir sorumluluğu var. Buna sansür de denemez, otosansür de denemez ama onların hayatlarını altüst etmeye ya da onları rencide edecek, gururlarını incitecek bir şeyle onları karşı karşıya bırakmaya bizlerin hakkı yok.

Belgeselden sonraki sürecin, o dünyanın dışına çıkmanın nasıl bir etkisi oluyor üzerinizde? Karakterlerinizle diyaloğa devam ediyor musunuz, onlardan haber alıyor musunuz? Rachid’le görüştünüz mü mesela?
Bir belgeselci arkadaş neden kurmaca çektiğini söylerken, “Festivallerde, soru-cevapta ‘Hâlâ onlarla görüşüyor musun?’ sorusuna cevap vermek istemediğim için kurmaca çektim” demişti. Bir taraftan ona hak veriyorum ama diğer taraftan… Yani, evet, tabii ki görüştüm onlarla. Hayatlarını takip ettim, Rachid’i çok merak ettim, kız arkadaşı Diane’le buluşup buluşmadığını, Yunanistan’da sıkışıp sıkışmadığını, İngiltere’ye geçip geçemediğini çok merak ettim. Bu benim elimde değil, bir kişilik meselesi aslında bakarsan. Ama bir yandan da, belgesel kendi kendine yaşamalı… Sen eğer onlarla dostluğa devam etmek istiyorsan devam edebilmelisin, merak ediyorsan edebilmelisin. Sırf onların filmini çektin diye onlara borçlu kalmamalısın ya da onları hayat boyu taşımamalısın omuzlarında. Çünkü belgeseli yaparsın, denize atarsın ve birisi seyreder, hayatı değişir; birisi seyreder, hayatı sorgular ya da bir şeye karar verir… Bu noktada kalması lazım çünkü o filmden sonra devam etmek istiyorsun. Hayatla ilgili başka şeylere dokunmak, başka meselelerle uğraşmak istiyorsun…

Ofsayt Antalya’da Altın Portakal’da En İyi İlk Belgesel ödülü aldı. O festival deneyimini hatırlıyor musunuz? Bir belgeselci olarak orada olmak nasıldı, belgeselcilere karşı nasıl bir tutum vardı?
Tek başıma gittim çünkü filmin yapımcısı, yönetmeni, kameramanı bendim. İnsanlar ekiplerle gelmişlerdi, çok büyük bir yalnızlıktı benimki. Ama arkasında durdum filmimin. Başkalarının filmlerini merak ediyordum, festivaller benim için başkalarının filmlerini seyretmek için bir yoldu. Yalnız hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum, tabiri caizse “sap gibi”ydim orada ama Antalya Film Festivali’ni çok önemsiyordum. Kalabalıktı, uluslararasıydı… Hakikaten o insanların sesi olmak istemiştim ve ödül kazandığımda da bir nevi bunu başardığımı hissettim.

Ödül konuşmasında Festus Okey’le ilgili bir şey söylemiş miydiniz?
Evet, sanırım “Gözaltında öldürülen tüm herkesin anısına…” gibi bir şey söyledim, tam olarak hatırlamıyorum ama oradan sadece ödülü alıp inmek istemediğimi biliyordum. Onların sesi olmak adına bir şey söyleyip inecektim.

Ne kadar etkili oldu bu ödül? Sizin belgeselci olarak devam etmenizde, şevk duymanızda etkili oldu mu?
Ödülü Herkes Uyurken (2010) belgeseliyle paylaştım, orada tanıştım yönetmeni Murat’la (Çeliker). Daha da güzeldi paylaşmak, çünkü ilk belgesellere verilen ödülün ne kadar değerli, ne kadar motive edici olduğunun da farkındaydım. Ben artık bir belgeselciydim, ödüllü ya da ödülsüz, ilk filmimi yapmıştım. Bitirmiştim, tamamlamıştım… Gerisinin hiç önemi yoktu, gerisi gelecek diye düşünmüştüm.

Yeryüzü…’nde karakterleri farklı altyapılardan seçerken sanırım içgüdüsel davrandım. Bir ulusalcının Gezi’de ne yaptığını, bir Kürt’ün ne istediğini ben de merak ediyordum.”

Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’e gelelim… 2013’te birçok sinemacı ilk günlerden itibaren kamerasını alıp Gezi’ye, Taksim’e, çeşitli yerlere gitmeye başlamıştı. Sizin de aynı refleksle çekmeye başladığınız bir sürecin sonucu mu oldu bu film? Hangi aşamada karar verdiniz bunu bir filme dönüştürmeye?
Gezi’nin ilk günü oradan geçiyordum, doktora gidiyordum. Baktım, baktım, “Allah Allah” dedim, neyse, dönerken sakinleşmiş olur herhalde diye düşündüm. Doktordan dönerken hâlâ devam ediyordu ve hemen parka girdim. İkinci gün yine gittim, kamerasız. Ve dedim ki bu benim bildiğim ve gördüğüm hiçbir şeye benzemiyor. Ve ertesi gün, üç sene sonraydı Ofsayt’tan, kameramı çıkardım, aküleri taktım, şarj ettim ve ertesi sabah oraya gitmeye başladım. Aklımda hiçbir şekilde belgesel yapma fikri yoktu, tamamıyla belgelemek istedim. Yine bu zulmü, bu haksızlığı belgelemenin er geç birine yararı olur mu acaba diye düşündüm. Birkaç kişiyle konuştum, kolektif bir şey yapalım dedim. Yetişmek mümkün değildi, çok boyutluydu… Kimseyle bir araya gelemedik, herkes dağılmıştı doğal olarak. Sonra, çektikten sonra onları bir belgesele dönüştürmeye karar verdim.

Peki ilk andan itibaren o röportajlara başlamış mıydınız?
Hayır. Gezi’ye giden arkadaşları ve karakterleri çekiyordum ara sıra ancak karakterleri takip etmek mümkün değildi. Hadi buluşalım diyorduk, gaz maz derken birbirimizi kaybediyorduk. Ben sadece çektim, son âna kadar çektim, sonra forumları çektim, sonra bütün görüntüleri alıp kurgucu Thomas’a (Balkenhol) gittim ODTÜ’ye. Röportaj hiçbir zaman tercih ettiğim bir yöntem olmadı. Hep kendimi doğallığın içinde, aksiyonun içinde bulmak istedim. Oradan oraya sürüklenen olmayı tercih eden bir yapım var. Ama Thomas’la oturup konuştuğumuzda ve görüntüleri birlikte seyrettiğimizde o insanların neden orada olduğunu öğrenmenin çok önemli olduğuna karar verdik. Ve görüntülerden o insanları bularak, onlarla her şey bittikten sonra röportaj yaptım. Zaten Gezi boyunca hepsinin telefonlarını ne olur ne olmaz kaydetmiştim. İşte “Direniş Ayşe”, “Direniş Ahmet” diye… Kendileri de kabul etti. Hepsi farklı ideolojilerden, farklı altyapılardan geliyorlardı. Gezi’yi Gezi yapan buydu; gerçekten o insanları dinlemek gerekiyordu. Röportajı sevip sevmememin önemi yoktu, onları dinlemeye ve röportaj yapmaya karar verdik.

Peki siz onları özellikle farklı kesimlerden mi seçmiştiniz, yoksa öyle mi denk geldi?
Öyle gelişti. Çünkü ben kendim zaten Gezi’nin içinde merak etmeye başladım. Bilinçsizce çektim onları ama sonuçta belgeselde karakter gerekiyor, bunu biliyordum. Ama o karakterleri farklı altyapılardan seçerken de sanırım içgüdüsel davrandım. Bir ulusalcının orada ne yaptığını, bir Kürt’ün ne istediğini, ne beklediğini ben de merak ediyordum. Sadece röportaj yaptım bilinçsizce. Kürt arkadaş yüzünün görünmemesini istedi, anlayışla karşıladım. Sigara içiyordu, ellerini çektim. Derken orada namaz kılınınca, bir Antikapitalist Müslüman’la konuşma ihtiyacı hissettim…

Gezi’nin etkileri sosyal hayatta da, siyasette de devam etti, hâlâ da davem ediyor bir bakıma. “Bu film bitti, kendi içinde bütünlüklü bir şeye dönüştü” kararını hangi noktada aldınız?
Forumlar, Duran Adam, derken yavaş yavaş sakinleşti… O noktada artık tamam, bundan bir şey yapabilirim diye düşündüm. Filmin tamamlanmadığını da düşünseydim, kurgu devam ederken çekimlere de devam edebilirdim, Thomas’la böyle bir çalışma sistemimiz var. Ama belgeselcinin bir yerde nokta koyması ve artık o oluşumun kendi hâlinde akmasına izin vermesi gerekiyor. Çünkü hayat akıyor ve biz hayatı belgeliyoruz. Hayatın sonlanmasını bekleyemezsin, olayların sonlanmasını bekleyemezsin. Bu bir doğum değil, bu bir ölüm değil. Ne kadar sevsen de artık ondan vazgeçmen gerekiyor. Thomas da belgeselciyi durdurabilen bir kurgucu. “Bundan bir şey olur, bu tamamdır” diyebilen bir adam.

Gözyaşına Yer Yok’a gelirsek, orada başka bir belgeselcilik var. Bölgeye gitme, bir sınır hattına gitme, bir köyden karşı yakaya bakan, Kobanê’ye bakan insanları görüntüleme… Çok zorlu ve riskli. Nasıl gelişti o süreç?
Çok istedim, engel olamadım kendime, biraz da şuursuzluk vardı herhalde. Belgeselin çekimlerine önce Suruç’taki Maheser köyünde başladık. Belki önce sadece orayı çekmenin yeterli olacağını düşünmüş olabilirim fakat sonra baktım ki, belgesel yarım. Karşıda, savaşı tüm gerçekliğiyle yaşayan ve acı çeken bir şehir vardı ancak ben sadece savaşın seslerini duyduğum ve dayanışmayı görebildiğim taraftaydım. Kobanê’ye gitmeseydim asla bu belgeseli bitiremezdim, bitirmezdim, bir kenarda kalırdı. Maheser köyü çok farklı bir atmosferdi; ateşler yakılıyordu, şarkılar söyleniyordu ve savaşın sesleri hiç durmadan devam ediyordu. Ama karşıda ne olduğunu dayanılmaz bir şekilde merak ediyordum. Savaş sırasında gitmeyeceğim kesindi, zaten o güne dek hiç haber belgeselciliği yapmamıştım. Zaten o tip bir belgeselcilik yapmadım hiçbir zaman. Her zaman insan hikâyesi peşinde koştum, her zaman insanların yeniden hayata dönmesi üzerine bir şeyler yapmaya çalıştım. Ama Kobanê özgürleştikten ve IŞİD’den kurtulduktan sonra, elimde Maheser’de çektiğim malzemelerle durdum kaldım. Her sabah uyanıp huzursuzluk hissediyordum, “Ne yapacağım, ne yapacağım?” diye. Karşıya gerçekten geçmem gerektiğini düşündüm. Yüzde yetmişi yıkılmış o şehrin yeniden nasıl ayağa kalkacağını çok merak ediyordum. Maheser’de çok sıkıntı çekmiştim çünkü bilmediğim bir dilde bir belgesel çekiyordum. Konuşmalar tercüme edilirken “Aaa, bu mu söylenmiş? Aaa bak bu da öyle! Tüh, keşke burada böyle bir şey sorsaydım” dediğim oldu. Büyük bir riskti bilmediğim dilde bir belgesel yapmak. Ama oradaki dayanışma ruhunun, karşı tarafa verilen desteğin, o hissin, annelerin, karşı tarafta sevdiği olanların, hislerin ve ruhun peşinden giderek yaptım çekimleri… Nitekim Kobanê’de de öyle oldu. Şehrini yeniden inşa etmek ve yeniden dönebilmek o topraklara… Bu hissin peşinden gittim, o benim yoldaşım oldu, o beni o küçük şehrin içinde dolaştırdı.

“Belgeselde sadece iyi bir kameraman, iyi bir ekip yeterli olmayabiliyor, aynı zamanda zorlu koşullarda birlikte var olabileceğin biriyle o yolculuğa çıkman gerekiyor.”

Bir yandan da bu kez kamerayı kendiniz kullanmıyorsunuz, başka bir kameramanla çalışıyorsunuz…
Sinan Kesgin benim sevgilim, bu kadar zorlu bir yolculuğa ancak güvendiğim biriyle çıkabileceğimi düşündüm. Evet ilk defa bir kameramanla çalıştım, Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’te birçok videoaktivist benimle görüntülerini paylaştı, onu da belirteyim. Ama ilk defa kamerayı unutarak, başka şeylere konsantre olarak çalışmak rahatlatıcıydı. Aynı şekilde düşünen, bölgeye aynı şekilde bakan biriyle çalışmam gerekiyordu zaten, Sinan da böyleydi. O nedenle çok rahat ettim, çok uyumlu çalıştık, büyük zorluklar atlattık. Belgeselde sadece iyi bir kameraman, iyi bir ekip yeterli olmayabiliyor, aynı zamanda zorlu koşullarda birlikte var olabileceğin biriyle o yolculuğa çıkman gerekiyor.

Üç filminin tümünde mücadele eden insanların hikâyeleri var. Filmleriniz arasında böyle bir ortaklık görüyor musunuz siz de?
Gazetecilik ve belgeselcilik hayatımda bazen kendime oturup soruyorum: Yani mutlu bir olayın da belgeseli olmaz mı, gazetecilikte hep mutsuz olaylar mı haber olur diye. Ama ortada bir çelişki olmak zorunda, ortada ulaşılmaya çalışılan bir şey olmak zorunda. Umut, başarı, ulaşmak, özlem, geri dönüş… Bütün bunlar hayatımızı yöneten duygular. Hep bizim kendi hayatımız, kaosumuz içinde zaten mücadele ettiğimiz duygular. Demek ki beni de bir belgeselci olarak, bu duygular kendine çekiyor. Evet, Ofsayt’ta başka bir acı var, dışlanmak var. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’te başka bir direniş var, Gözyaşına Yer Yok’ta başka bir zulümle, başka türlü bir dehşetle savaş var. Üçünde de bir savaş var aslında, hepsi de başka türlü savaşlar. Hayatın kendisi bu… Demek ki mutluluktan belgesel yapamıyoruz.

Gazetecilik de yapıyorsunuz, izlenimler, seyahat yazıları… Belgeselcilikle örtüşen tarafları var mı?
Gazetecilik benim ilk göz ağrım, her zaman da tutkulu olduğum bir alan. Gazetecilikle belgeseli birbirine çok benzetiyorum. Çünkü gazetecilikte de insanları saatlerce dinliyorum. Yani bir hikâye yapabilmek için gazetecilikte de hikâyeyi aynen belgesel yapacakmış gibi dinliyorum, aynen belgesel yapacakmış gibi araştırıyorum. İkisi çok iç içe geçmiş alanlar benim için. Fotoğraf da öyle. Babam fotoğrafçı, bütün çocukluğum büyük fotoğrafçıların albümlerine bakarak ve onları babamla analiz ederek, neyi nasıl kadrajladıklarını konuşarak geçti. Bugün babam seksen iki yaşında ve hâlâ fotoğraf konuşuruz. Hattâ ben kendisini eleştiririm, “Yine mi gün batımı? Geç bunları, geç” diye. Onun da çok etkisi oldu bana. Fotoğrafçılık ve gazetecilik belgeselde daha derine inebilmemi sağlıyor.

Genelde belgesele finansal destek veren kurumların istediği şey karakter öyküleri. Gözyaşına Yer Yok’ta nerdeyse hiç karakter yok, kitlesel bir hikâye anlatıyorsunuz. Bu açıdan baktığınızda, bugüne kadar fonlarla kurduğunuz ilişkiler –varsa eğer– nasıl gelişti?
Ofsayt’ı yaparken fon mon nedir bilmiyordum zaten. Direkt girdim içine, masa başında form dolduracağıma, kendi imkânlarımla, başka işlerden kazandığım paralarla bu belgeseli çekerim dedim. Dolayısıyla hiç fon aramadım. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, post-prodüksiyon aşamasında Anadolu Kültür tarafından desteklendi. Gözyaşına Yer Yok’la Yeni Film Fonu’na başvurdum, önce kabul edilmedi, sonra ikinci başvuruda post-prodüksiyon desteği aldım. Fonlar karakter istiyor, doğru ama karakterler üzerine kurulu olmayan çok başarılı belgeseller de yapılıyor. Gözyaşına Yer Yok’ta biraz mecburiyettendi bu çünkü karakterlerin savaş sırasında takibi çok zor, bir bulduğunu tekrar bulamıyorsun, takip edemiyorsun…

Her üç film de devletin sinir uçlarına dokunan, hassas konuların üzerine cesurca giden filmler. Çekim sürecinde ve gösterimlerde karşınıza çıkan engellerden bahseder misiniz?
İlk filmim Ofsayt’tan itibaren hep bağımsız olmaya karar verdim. Herhangi bir kontrol mekanizmasından uzak kalmak benim için çok önemliydi. Ve biliyordum ki, ülkemin yüzleşmesinin zor olabileceği konulara değiniyorum. Bu nedenle de hiçbir şekilde devlet fonlarına, bakanlık fonlarına başvurmadım. Onunla vakit kaybetmek istemedim diyelim. Tercihim çok yoğun bir şekilde başka işlerde çalışıp, kendi paramı belgesellere harcamak ve tam bağımsız olabilmekti. Bunu Ofsayt’ta ve Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’te başardım ancak Yeryüzü…’nde çok başka bir açıdan duvara çarptım. Bu bir ters köşeydi: Bu kez kontrol mekanizmalarını devreye sokan devletin kendisi değil festivalin yöneticileriydi. Filmlere ve yönetmenlere sahip çıkması gereken, onları izleyiciyle dürüstçe buluşturmakla yükümlü bu kişiler, aynı zamanda bir belgesele sansür uygulayanlardı da… Yarım asrı aşkın bir süredir devam eden, uluslararası bir festivalde, sinemaya emeği geçtiğini iddia eden bu “prestijli” isimlerin baskı uygulayarak, festivale zarar vereceklerini ve aynı zamanda kendi ayaklarına kurşun sıkacaklarını ilk anda kabullenmek istemedim. Kendimi, onlara rağmen, festivali kurtarmanın mücadelesini verirken bulduğumda, çamur üzerime sıçramıştı bile. Otosansürü bilmeyen ve sansürle ilk kez karşılaşan bir belgeselci olarak, aslında tek dileğim arkadaşlarımın filmlerinin izleyiciyle buluşmasıydı. Beş yıl sonra bugün hâlâ aynı konuyu konuşuyor olmaktan utanç duyuyorum. Aslında “patron ne der?” diyen festivalcilerin de utanması gerekiyor. Çünkü bu yolun taşlarını onlar döşediler; hâlâ filmlere sansür yapılıyor, gösterimler engelleniyor, yönetmenler yargılanıp hapis cezası alıyorlar… Ne var ki, bu yılki festival de sansürle yüzleşmek için tek bir adım atmış değil. Her geçen gün, bu girdabın içine başkalarının da çekilmesi adına bir kayıp. Sizce kim bu ülkede çıkıp “Evet, pişmanım, bu yapılan bir sansürdür. Tekrar yaşanmaması için, sansürü yapan da, sansüre göz yuman da hesap vermelidir, yüzleşmelidir,” diyecek?

Bizim ilk günden beri amacımız zaten başkalarının aynı olaylarla mücadele etmek zorunda kalmamasını sağlamaktı. Ama sansür sonra zaten çorap söküğü gibi, kurmacacıları da içine alarak büyüdü. Zaten ilk ayak sesleriydi, benim geçtiğim süreç başkalarını da içine alacaktı. Belgeseller özgür olmazsa hiç kimse özgür olamaz. Hiçbir yapım, hiçbir sanat eseri özgür olamaz. Çünkü belgeseldeki konularla yüzleşmedikçe sansürle de yüzleşemeyeceğiz. Sansürle yüzleşmedikçe bu çamur başkalarının da üzerine sıçrayacak. Amacımız salt filmlerimizin gösterilmesi değil, yarına bir şeyler bırakabilmek.

Peki Altın Portakal sansüründen sonra çektiğiniz Gözyaşına Yer Yok’u sadece güvendiğiniz festivallere mi gönderdiniz, yoksa yine de “bir göndereyim de kabul etmesinler” dediğiniz yerler oldu mu?
Tabii ki Türkiye’de gösterilmesi çok önemliydi benim için. Ama yolculuğunun da çok zor olacağını biliyordum. Ama pes etmek hiç bana göre değil, her zaman çözüm insanı oldum. Dolayısıyla büyük festivallere gönderdim ve ret cevabı aldım. Bir taraftan da anladım galiba onları. Yani telefon eden bile oldu, “Çok isterdik, eline sağlık ama bu koşullarda bu filmi gösteremeyiz” dediler. Koca bir festival yapıyor ve bir tane film gösterecek diye bin türlü sorunla uğraşacağını biliyor aslında. Ama tam bağımsız tek bir festival var Türkiye’de, o da Documentarist, orada gösterildi. Salon küçüktür, büyüktür bunun hiç önemi yok, izleyicilerle buluştu bir şekilde…

İleride nasıl belgeseller üretmek istiyorsunuz? Kendinizi daha özgür hissedebileceğiniz, size daha uygun olduğunu düşündüğünüz üretim biçimi nedir?
İnsan hikâyelerinin en uzun versiyonlarını dinlemekten sanırım hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim. Ancak belgesel yaşamın birebir aynası olabildiği gibi, tamamıyla gerçeklikten uzak bir yansıması da olabilir. Bugüne dek yaptığım üç filmde de, gözlerimin önünde olup biteni çektim. Oysa belgesel, yaşama farklı perspektiflerden bakabilmenin alternatiflerini sunan bir tür. Bu nedenle de başka tarzları denemenin kafamı açacağına inanıyorum. Karakter odaklı olmayan ve diyalogsuz ya da kurmacanın nimetlerinden yararlanan belgeseller yapmak mümkün. Farklı bakış açıları, zorlayıcı olduğu kadar zenginleştirici de. Aklımdaki konuları hemen çekmeye girişmeden önce üzerinde düşünüyorum ancak yapmaya değer bir nokta yakalayamazsam başlamıyorum. Yine başa dönersem, anlatım her ne kadar düz de olsa, atmosferi, hikâyeyi ve insan ruhunu doğru yakalayabilmeye önem vermeyi sürdüreceğim.

“Belgesel yönetmenlerine film çektikleri için hapis cezası verildiğinde, festivallerin susması doğal mıdır? Sahibinin sesi olan festivaller, sinemacılara ve topluma karşı ne kadar dürüst olabilirler?”

Son olarak 2014 sansüründen bugüne uzanan süreçte yaşadıklarınız ışığında, belediyelerin el değiştirmesiyle yeniden oluşan beklentileri de düşünürsek, festivallerin geleceği hakkında ne söylemek istersiniz?
Bu coğrafyanın meseleleri kısmen çözülmedikçe, festivallerin de pek normalleşmeye niyeti yok gibi. “Bağımsız festival” kulağa hoş gelebilir ancak çoğu zaman pratikte bunun mümkün olmadığını gördük. Oysa asıl önemli olan, özellikle baskı altında olduğumuz bu zor zamanlarda bile yolunda gitmeyen meselelerle yüzleşebilecek filmleri kucaklayabilmek. Sanatın kendini engelsiz ifade edebilmesi için, ülkenin özgürleşmesini, tabuların yıkılmasını, haksız hukuksuz nedenlerle cezaevinde olanların çıkmasını mı bekleyeceğiz? Belgesel yönetmenlerine film çektikleri için hapis cezası verildiğinde, festivallerin susması doğal mıdır? Sahibinin sesi olan festivaller, sinemacılara ve topluma karşı ne kadar dürüst olabilirler? Festival yapmak kırmızı halıdan mı ibarettir? “Bu topraklarda sansür bitmez” diye ahkâm kesmekten çekinmeyen festival yöneticilerine kulak asmamalıyız. Bu ülke için umutlu olmak işlerine gelmiyor olmalı. Bizler aksine inanarak yaşamalı ve yaratmalıyız. Üç maymunu oynamayı reddedenlerin her koşulda yaptığı üretimler, manipülasyonlara karşı inatla verilen mücadeleler ve günü kurtarmak için değil yarına katkıda bulunmak adına gösterilen çabalar, bana o umudu veriyor.