Şu An Okunan
Hisar’da Yeni Bir Gerçekçilik: İstanbul Hatırası

Hisar’da Yeni Bir Gerçekçilik: İstanbul Hatırası

Arzuhalciler, fotoğrafçılar, şerbetçiler, işportacılar ve de bir baykuş… İstanbul Hatırasının imajlarında 56 yıl öncesinin İstanbul’u beliriyor. 1. Hisar Kısa Film Yarışması’nda (1967) 16mm dalında birincilik ödülü alan Özer Kabaş imzalı bu gözlemci belgesel ve yarışmada ödül alan üç film daha elli yılı aşkın bir süre sonra ilk kez seyirciyle buluşacak. Bu kıymetli sinema arkeolojisinin ardındaki hikâyeyi Deniz Tortum anlatıyor.

İstanbul Hatırası, Hisar Kısa Film Yarışması’nda ödül kazanan diğer filmlerden Zürafa Sokağı (Özcan Arca, 1968), Politikacı (Turgut Alev ve Hasan Gürdal, 1968) ve Cumartesi-Pazar (Tan Oral, 1969) ile birlikte 18 Ekim Çarşamba günü Salt Galata’da gösterilecek.

Görüntüyü kapamasa da su lekeleri var pelikülün üzerinde. Siyah beyaz, sessiz.  

İlk kare, kara tahtanın önünde güvercinler, kara tahtaya süslerle yazılmış filmin ismi: İSTANBUL HATIRASI. Mayıs 1967, İstanbul, Eminönü, Yeni Camii parkı. İlk planlar: Sabahın erken saatlerinde park boş, dükkanlar kapalı, sokakta kameranın olabildiğince yaklaşmaya çalıştığı kediler dışında kimse yok. 

Özer Kabaş’ın İstanbul Hatırası (1967) filminden

Bir kesmeyle aniden birkaç saat ileri atlıyoruz. Meydan arabalar ve insanlarla dolmaya başlamış. Elinde katlanmış bir ahşap masa, öbür elinde bir daktilo, bir adam yürüyor. Az daha yaşlı biri ise daktilosunu ve masasını kurmuş, yanına da güneşi kesmek için bir şemsiye kondurmuş. Arzuhalciler köşelerine yerleşirken şerbetçi sırtında bidonu dolaşıyor. “Yeni Camii Önü İstanbul Hatırası” yazılı perdenin önünde ağzında sigara bir fotoğrafçı, makinesinin yanında müşterilerini bekliyor. Kocaman bir kavanozda efsunlu hareketlerle yüzen sülükler, kavanozun başında şişe dibi gözlükleriyle sülükçü çayını içiyor. Plakalar beliriyor: “Her nevi dilekçe burada yazılır”; “Tasarruf bonosu alınır.” Park hareketlenmeye, yavaş yavaş uyanmaya başlıyor. 

Özer Kabaş bir tripod ve bir kamerayla Yeni Camii parkını kaydediyor. Sıradan bir olay gibi duyulabilir bu, fakat nadir olan bir şey. Hatta 1967 için tekil. İstanbul Hatırası, ziyadesiyle muhtemel, Türkiye’de çekilmiş ilk gözlemci belgesel.

Yirmi iki dakikalık İstanbul Hatırası böyle başlıyor. Yeşilçam filmlerinde arka plan olarak gördüğümüz bir İstanbul’a adım atıyoruz, büyük bir dikkatle izliyoruz etrafımızı. Filmin yönetmeni sanatçı Özer Kabaş bir tripod ve bir kamerayla Yeni Camii parkını kaydediyor ve bu kayıtları yoğurarak bir film yaratıyor. Sıradan bir olay gibi duyulabilir bu, fakat nadir olan bir şey. Hatta 1967 için tekil. İstanbul Hatırası, ziyadesiyle muhtemel, Türkiye’de çekilmiş ilk gözlemci belgesel.

Özer Kabaş’ın İstanbul Hatırası (1967) filminden kareler

Film bir hikâyeyle ya da bir karakterle ilgilenmiyor, dikkati parkın kendisinde. Bu park bir bütün olarak nasıl işliyor, parçaları ne, nasıl bir toplama varıyor? Kabaş bu dikkatle ve bu dikkati mümkün kılan bir şefkatle izliyor meydanı. Bu sistemi ince ince gözlüyor. O kadar çok detay, mimik, jest, hareket yakalıyor ki film: Adım adım tezgâh nasıl kurulur, fotoğraf nasıl çekilir, müşteri nasıl bulunur? Her türlü emek yakın takipte: Arzuhalciler, fotoğrafçılar, şerbetçiler, işportacılar ve de bir baykuş…  

İstanbul Hatırası ilk kez 1967’de Robert Kolej Sinema Kulübü’nün düzenlediği Hisar Kısa Film Yarışması’nda gösteriliyor. Yarışmada 16mm dalında birincilik ödülünü alıyor. Sonrasında ise, yani geçtiğimiz 56 yıl boyunca, tek tük birkaç kişi dışında hiç kimse bu filmi izlemiyor veya izleyemiyor. Özer Kabaş’ın ve birkaç eleştirmenin festival sonrasında yazdığı kısa yazılar dışında film hakkında hiçbir bilgi günümüze ulaşmıyor.

*** 

Bu yazılardan birine iki sene önce rastlamıştım. Robert Kolej Sinema Kulübü’nün çıkardığı Görüntü dergisinin 1968 tarihli Hisar Kısa Film Yarışması’na ayrılan özel sayısında ilk Hisar yarışmasını kazanan filmler hakkında yazılar yer alıyordu.[1] Yarışmada birinci olan Özer Kabaş da kendi filmi ve belge sinematografisi üzerine bir yazı kaleme almıştı.[2] Kabaş’ı ve İstanbul Hatırası’nı o güne kadar duymamıştım; fakat yazı o kadar etkileyiciydi ki bir anda kendimi Kabaş’a çok yakın hissetmiştim. Gerçekliğin sinema aracılığıyla yansıtılmasına dair besberrak gözlem ve fikirlerle dolu iki sayfa… Sinema hakkında böyle açık düşünen, yeni bir belgesel sinema hayal eden biri o dönemin Türkiye’sinde daha evvel karşıma çıkmamıştı. Kabaş yazısında filmindeki kimi sahneleri (sokak fotoğrafçısı, işportacı…) anlatıyordu:

“Filmin ağırlığını veren sokak fotoğrafçısı gördüğü çeşitli işlerin yanısıra kendisi çok önem­li bir belgeci. Ondokuzuncu asır ‘Daguerreotype’[3] fotoğrafçılığı kalıp ve jestlerini köylülere uygulamaya çalışırken (düşünen adam gibi) ve belli çatışmalar olurken bu arada çok yalın ve severek verilen pozlar bize gerçek ve derinliği olan portreler kazandırıyor…

Yeni Cami avlusunda sahte ilâç satan İşportacılar esasında ayrı bir belge konusudur. Dışardan ilk kez belli olmayan danı­şıklı bir döğüş vardır burada. Bu tebeşir tozlarını askerlere satmak istiyen işportacı bunu sağlamak için en aşağı yarım saat fıkra anlatır, pandomim yapar ve halkı gerçekten karşı­sında tutar ve eğlendirir. Diğer biri, bunu groteskten yakalar ve halkı belli jest ve hikayelerde korkutarak başka bir biçimde eğlendirir. Sonuç eğlencenin karşılığıdır. İlaç, işporta derken ortaya bir tiyatro olayı çıkıyor, inanmayanlar gidip belli za­manlarda parasız da seyredebilirler.”[4]

Yaşadığı şehre büyük bir şevk ve anlayışla yaklaşan biri; yazısında anlattığı sahneler gözümün önünde canlanmaya başlıyor. 

Kabaş yazıda yapmaya kalkıştığı sinemayı ise şöyle anlatıyordu: 

“Bu tip belge sinematografisini sanat haline sokabilmek çok üstün çaba istiyen bir iş, ve sanat olmaktan uzaktır he­nüz, fakat her başlangıcın ileride yapılacak çalışmalara belli bir ışık tutması ve detay anlayışı getirmesi bakımından fay­dasını kabul etmek gerekir. Ve bundan böyle elimizdeki imkân­lardan yararlanmayıp da insanımızı yanlış kaynaklardan gelen kalıplara göre yorumlamakta ısrar edersek ulusal sanatın cı­lız kalıp gerçek evrenselliğe ulaşamayacağına inanıyorum.”[5]

Hisar Yarışması’ndan bir kare, fotoğrafta görünmeyen tek kişi Özer Kabaş (ve tarih yanlış yazılmış).

Bu yazıyı okuduktan sonra filmi etrafımda sorup soruşturmaya başlıyorum. Çoğu film gibi herhalde kaybolmuştur diyorum fakat aramak gerekir yine de. Bu süreçte yolumuz Salt ile kesişiyor. Özer Kabaş üzerine kapsamlı bir araştırma yürüttüklerini anlatıyorlar.[6] Böylece filmi beraber aramaya başlıyoruz. MSGSÜ Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi Arşivi’nden çıkıyor; Şenol Er ve Deniz Kurtuluş Özgünay filmi restore edip tarıyor.[7] Dijital kopyası geldiğinde ise filmi 56 yıl sonra ilk defa izleyenler oluyoruz. Garip bir his: Arşivcilere has, benim belki ancak iki ya da üç kere yaşadığım, arkeolog gibi hissetmemi sağlayan bir şey.[8] Filmin imajlarından 56 yıl öncesinin İstanbul’u beliriyor. 

*** 

İstanbul Hatırası, dönemindeki başka filmlere benzemeyen ama bir yandan da sadece o dönemde ortaya çıkabilecek bir film. Özer Kabaş, 1960’ların başında Amerika’da Yale Üniversitesi’nde sanat eğitimi alıyor. Sibernetik düşüncenin etkin olduğu, dönemin teknolojik gelişmelerinin sinemada yeni yollar açtığı yıllar. 

1950’lerin sonunda hem kameralar hem de ses kayıt cihazları küçülüyor, taşınabilir hale geliyor. Buna eş olarak da kamerayla ses kayıt cihazını bağlayan ve görüntüyle sesin eş zamanlı kaydedilmesini sağlayan pilottone teknolojisi icat ediliyor. Bu teknolojik gelişmeyle dünyayı doğrudan yansıtmaya çalışan direct cinema (doğrudan sinema) akımı ortaya çıkıyor.[9] Kamerayı omzunuza alıp dünyayı kaydediyor ve bu kayıtları yoğurarak bir sinema eseri ortaya çıkarabiliyorsunuz; dünya sinemaya hiç olmadığı kadar açık hale geliyor. Kamera, yani gözlemci de bu dünyaya dışarıdan bakmayı bırakıyor, aktif bir parçası oluyor. Özer Kabaş’ın İstanbul Hatırası da (her ne kadar sessiz bir film olsa da) hem yöntemsel hem de estetik olarak bu akımdan etkileniyor. 

Fakat Kabaş’ın filmi bu akımdaki çoğu filmden daha farklı. Kabaş sadece bir karakterle ya da bir olayla ilgilenmiyor. Bir parkla, o parkı oluşturan öğelerle, yani bir sistemle ilgileniyor. Filmin yapısının mantığı bu sistem üzerinden kuruluyor: Bu parkta farklı yerlere, farklı kişilere, hayvanlara, ağaçlara bakıyor film. 

Nasıl bir anlatı bu, nasıl bir terim kullanabiliriz? Sistemsel anlatı ya da yapı anlatısı? Böyle bir anlatı formu sinemada çok sık karşımıza çıkmıyor ve bu tip anlatılara bildiğim kadarıyla bir isim verilmiş değil.[10] Tanımlamak için belki yine Kabaş’ın yazdıklarına bakabiliriz. Kabaş 1970’lerde Akademi’de yazdığı yeterlik tezinde[11] sibernetik kuramını sanatla ve sanatsal gerçekçilikle birlikte okuyor.[12] Sibernetik, en kaba tabiriyle, sistemleri çalışan bir bilim dalı. Kabaş da dünyaya bir sistem ve sistemler bütünü olarak bakmayı ve bu sistemlerin, yani bu karmaşık yapıların, sanatın öznesi olması gerektiğini söylüyor.[13] İsim olarak da şunu öneriyor: Tüm-Çevresel Gerçekçilik. Tüm çevrenin işleyisini yansıtmayı amaç edinen bir tavır. Yeni Camii parkı kamusal bir alan, hem sosyal, hem ekonomik, hem de küçük ölçekte toplumu yansıtan bir alan. Kabaş’ın kamerasını buraya doğrultması boşuna değil.

Kabaş’ın yeterlik tezi (1976), kapak. (Salt Araştırma, Özer Kabaş Arşivi)

İstanbul Hatırası belki de en çok Amerikalı belgesel sinemacı Frederick Wiseman filmlerini anımsatıyor. Wiseman da kurumlara ve sistemlere odaklanıyor filmlerinde. Fakat Kabaş’ın Wiseman’dan etkilenmiş olması mümkün değil, zira Wiseman da ilk filmini aynı yıl, 1967’de çekiyor. Benzer kültürel akımlardan etkilenerek gelişen; çevreselliği, sistemleri ve yapıları işlerinin merkezine alan; dünyanın iki ucunda yaşayan iki sanatçı var karşımızda. 

1960’larda belki çok da önemsenmeyen bu tip sistemsel anlatılar günümüzde iyiden iyiye önemli hale geliyor. İlliyet zincirlerinin iyice uzadığı, sistemlerin hem karmaşıklığının hem de hayatımıza etkilerinin (iklim krizi, yapısal adaletsizlikler, algoritmik kültür, devlet-dışı güç ağları…)[14] arttığı bir zamanda, sistemleri çözmeye çalışmak, gerçekliği bu sistemler üzerinden okumak en öncelikli ihtiyaçlardan belki de. 

Yeni bir sinemanın ortaya çıkması için filmlerin seyircisini farklı gözlerle bakmaya ikna etmesi gerekiyor. Yeni izleme şekilleri, yeni bir seyircilik tavrı, farklı sinemaları doğurabiliyor. İstanbul Hatırası Türkiye belgesel sinemasında gidilmemiş yolları gösteriyor.  

Bu adımlar atılmaya devam etse o yollar nereye çıkacaktı kim bilir.[15]

***

Salt’ta İstanbul Hatırası’yla başlayan araştırmamız geçtiğimiz aylarda daha büyük bir projeye, 1967-70 arasında düzenlenen Hisar Kısa Film Yarışması üzerine kapsamlı bir araştırmaya evrildi. Kabaş’ın filminin yanı sıra Hisar’da gösterilmiş Özcan Arca’nın Zürafa Sokağı, Hasan Gürdal ve Turgut Alev’in Politikacı ve Tan Oral’ın Cumartesi-Pazar’ına ulaştık.[16] Festivalde gösterilen yüzü aşkın filme ve filmlerin yönetmenlerine ulaşma ve o dönemi tarihselleştirme çabamız ise devam ediyor.[17]  

 

Yeni bir sinemanın ortaya çıkması için filmlerin seyircisini farklı gözlerle bakmaya ikna etmesi gerekiyor. Yeni izleme şekilleri, yeni bir seyircilik tavrı, farklı sinemaları doğurabiliyor. İstanbul Hatırası Türkiye belgesel sinemasında gidilmemiş yolları gösteriyor.  

Hisar Kısa Film Yarışması, Türkiye’de düzenlenen ilk kısa film festivali. 1960’lar İstanbul’unda Sinematek, film gösterimi, eğitimi, tartışması sağlıyorsa, Türk Film Arşivi film arşivciliğini başlatıyorsa, Hisar Kısa Film Yarışması da bağımsız film üretimini teşvik eden bir yapı olarak karşımıza çıkıyor–bir sinema laboratuvarı, sinema forumu. Özer Kabaş da bu festivalin danışmanı. Hisar sayesinde pek çok insan eline kamera alıp film çekmeye başlıyor, zira ilk kez gösterim yapabilecekleri bir yer ve ulaşabilecekleri bir seyirci bulmuş oluyorlar. Jüride dönemin önde gelen sinemacı ve sanatçıları (Onat Kutlar, Kuzgun Acar, Sami Şekeroğlu gibi isimler), gazeteler ve dergilerin, kamuoyunun festivale ilgisi, ve kalabalık salonlar. Henüz bir sinema okulu açılmamış, bağımsız sinemanın nasıl yapılacağına dair bir yol yok. Kısa filmlere belki de ilk kez bir değer atfediliyor. 

İstanbul Hatırası (1967) filminden

Ece Ayhan, ikinci Hisar’da filmlerini gösteren 27 yönetmeni Simurg’a benzetiyor: “Bu ödün-vermez Gençler, özgün bir sinemayı kurarken nesnelere, olaylara, insana, tarihe… Ve bunla­rın hepsine birden çağdaş bir yorumla bakıyor; bambaşka bir görünge.”[18] Hisar filmlerinin çoğundan bir belgesel tavır yükseliyor: filmlerde gerçek ve güncelle olan güçlü bir ilişki, sokağa, politik olana bakan, gerçekliğe etki etmek isteyen bir tavır var. 

Hisar, Genç Sinemacılar’ın birbirlerini bulmasına önayak olan, kavgalı sinemacıları aynı jüri masasında buluşturan, büyük tartışmaların olabildiğince eşit ve adil yöntemlerle sürdürüldüğü “demokrat” bir yarışma.[19] Bunların yanında bir de, belki günümüz için daha da önemli olan şey festivalde gösterilen filmler ve yaşananların olabildiğince belgelenmiş olması. Ulaşabildiğimiz yazılar, listeler ve kimi filmler var. Bu sayede Hisar’ı tekrardan keşfedebiliyoruz. Yani Hisar’da hem üreterek hem de belgeleyerek bir tarih yaratılıyor. 

***

Üniversiteye yeni başladığımda, yakın arkadaşım Efe Murad bana Alp Zeki Heper’den bahsetmiş, Ümit Bayazoğlu’nun Heper hakkında yazdığı etkileyici portre yazısını paylaşmıştı. Heper yenilikçi bir sinemanın peşindeydi, ilk uzun metraj filmi Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri sansüre uğramıştı, hiçbir yerde gösterilememişti.[20] Bunun küskünlüğüyle de Heper filmini kimsenin izlememesini vasiyet etmişti. Yıllar sonra Mimar Sinan Film Arşivi’nde filmin 35mm kopyasıyla karşılaşmıştım. Üstünde bir A4 kağıdına basılmış “Hiçbir şekilde dışarı çıkarılamaz. GÖSTERİLEMEZ” yazısı duruyordu. Filmin kendisini elimde tutmuş fakat izleyememiştim.

Peki bu filmle neden ilgileniyordum bu kadar? Üniversitedeyken sorsanız “kayıp olduğundan, izlenmediğinden, efsaneleştiğinden ötürü” derdim. Fakat şimdiden bakınca asıl meselenin başka olduğunu anlıyorum. Deneysel filmler yapan genç bir sinemacı olarak, bu ülke sinemasında kendime bir kök arıyordum. Hangi geleneğe oturabilirim, neyin parçası olabilirim? Ve maalesef bu ülke o kökleri sunmakta yetkin değildi. O kökler çıkmadığı için değil, o köklerin gelişip yeşermesine fırsat verilmediği için. Sansür gibi açık engellemeler (Hisar Kısa Film Yarışması 12 Mart ile son buluyor, filmler kaybediliyor), caydırıcı bir kaynak yetersizliği (maddi ve ayni destek yokluğu, üretilen işlere değer verilmemesi), köşelerin kapılmış olması (Yeşilçam) aklıma gelenler. Bu sebeplerden ötürü de üretilen işler ve öğrenilen bilgiler bir şekilde geleceğe aktarılamıyor. Fakat geçmiş, yani bu kökler, yoğrulmaya açık bir potansiyel olarak hâlâ önümüzde duruyor.[21]

İşte Özer Kabaş’ın İstanbul Hatırası ve Hisar Kısa Film Yarışması da böyle bir kök. Bağımsız, farklı, başına buyruk bir Türkiye sinemasının kökleri. Fakat 50 küsur yıldır bu filmleri kimse izlememiş, esameleri okunmamış, hikâyeleri günümüze gelmemiş. Umarım bu değişecek. Umarım bu yaptığımız araştırmayla bu filmler ve bu festival elimizdeki köklerden biri olacak.

Yazıyı bitirmeden Özer Kabaş’ın tezini tarıyorum, önceden işaretlediğim şu kısım gözüme çarpıyor: “‘Ve’ diye başlamak ve de ‘ve’ diye bitirmek gerekir her öyküyü. Çünkü her yaşantı ve deney, bir önceki yaşamın ürünü olduğu gibi, bir sonraki yaşantı için bir sıçrama zemini de yaratmaktadır…”[22]


NOTLAR
[1] “I. Hisar Kısa Film Yarışması (18-21 Haziran 1968)”, Görüntü Dergisi, sayı: 5, Haziran 1968, 18-26.
[2] A.g.e, 22-23, 25.
[3] Editör düzeltisi
[4] A.g.e, 23
[5] A.g.e, 23
[6] Salt’ın yürüttüğü araştırma kapsamında sanatçı, eğitimci ve yazar Özer Kabaş’ın (1934-1998) arşivi Salt Araştırma’da çevrimiçi erişime açıldı. Sürecinin ilk çıktısı olan Sentez ve Montaj: Özer Kabaş Yazıları başlıklı e-yayına saltonline.org üzerinden erişilebilir.
[7] Film sanatçının varisi Yula Kabaş’ın izniyle restore edilip dijitalleştirildi.
[8] Bu hissi bir diğer sefer de Abidin Dino ve Vedat Ar’ın filmi Türkiye’de Beş Dakika’yı bakanlık arşivinde şans eseri izlediğimde yaşamıştım. Onun hakkındaki yazı.
[9] Bu akım aynı zamanda gözlemci belgesellerin başlangıc noktası. John F. Kennedy’nin aday olduğu 1960 demokrat parti seçimlerini takip eden Primary filmi ya da 1965 yılında Bob Dylan’ın turnesini takip eden Don’t Look Back bu akımın ilk örneklerinden.
[10] Hatta böyle bir anlatı formu, biraz da bilgisayar oyunlarıyla gün yüzüne çıkıyor, bu anlatının ne olduğu daha sık kavramsallaştırılmaya başlanıyor. Molleindustria’nın McDonalds Video Game oyunu mesela, ya da David O’Reilly’nin Everything’i.
[11] Tüm-Çevresel Gerçekçilik: Bildirişim ve Sibernetik Kuramları Açısından Plastik Sanatların Oluşumuna Bir Bakış, 1976. Salt Araştırma, Özer Kabaş Arşivi.
[12] Sanat, sosyal bilimler ve sibernetiği birleştirmeye çalışan adımlar; henüz Actor Network Theory ortaya çıkmamış.
[13] Kabaş’ın tezinde, bu terim üzerine birden fazla argüman var, tüm-çevresel gerçekçiliğin tanımı da biraz muğlak.
[14]‘Daha popüler bir tabirle, “Hipernesneler” (Timothy Morton).
[15] Frederick Wiseman ilk filminden sonra Amerika’nın TRT’si olan PBS ile önce 3 sonra 10 yıllık bir kontrat imzalıyor. Her sene bir film çekmesi için fon sağlanıyor. Bu sayede film pratiğini devam ettiriyor ve kendi seyircisini yaratıyor. Kabaş, elimize ulaşabilen başka bir film çekmiyor.
[16] Hisar Kısa Film Yarışması (1967-1970) üzerine yürütülen araştırma kapsamında bu filmler ilk kez 18 Ekim’de Salt Galata’da gösterilecek. Gösterimi takip eden söyleşinin ardından katılımcılarla bu filmler ve festival üzerine açık bir tartışma gerçekleşecek. Etkinlik detayları için bkz.
[17] Sinematek.tv, Hisar’da gösterilen iki Genç Sinema filmini 2015 yılında dijitalleştirmişti. (Asayiş Berkemal [Yön: Ahmet Soner, 1967] Beyoğlu 68 [Yön: Artun Yeres & Jak Şalom, 1968]). Sinematek.tv’nin, Mithat Alam Film Merkezi’nin ve Belgesel Sinemacılar Birliği’nin çalışmaları, araştırmamız esnasında bize çok faydalı oldu.
[18] “Simurg”, Yeni Sinema Dergisi, sayı: 19/20, 10-11.
[19] Festivalin düzenleyicilerinden yönetmen Nurdan Arca “Herkes heyecanlı bir şekilde bir yerinden tutar, elinden geleni yapardı. Bizim yaptığımız iş değil ama insanlara sağladığımız alan önemliydi.” diye anlatıyor. Dördüncü Hisar’da ödül kazanan yönetmen Ömer Tuncer ise “Hisar deyince aklımıza kimse gelmezdi, sadece yarışma gelirdi, kimlerin düzenlediğini bilmezdik” diyor.
[20] Heper, Robert Kolej Sinema Kulübüyle ortaklaşa bir şekilde 1966 yılında Hababam Sınıfı uyarlaması çekmeye çalışıyor. Fakat bu film de, çekimlerden hemen önce ani bir sansür kararıyla yasaklanıyor. Bu filmin çekim hazırlıkları da araştırmamızın bir konusu ve umuyorum ki bu filmin çekim hikayesinin detaylarına ulaşabileceğiz.
[21] Salt’ın çalışmaları bunun için güçlü bir referans.
[22] Tüm-Çevresel Gerçekçilik: Bildirişim ve Sibernetik Kuramları Açısından Plastik Sanatların Oluşumuna Bir Bakış, 137.