Şu An Okunan
Bir Zamanlar Çukurova: Bölüm 1 – Dayanışma Pratikleri ve Seyyar Sinema 

Bir Zamanlar Çukurova: Bölüm 1 – Dayanışma Pratikleri ve Seyyar Sinema 

Toros dağ köylerindeki seyyar sinemacılar, yeri “fabrikayı geçtikten sonra” diye tarif edilen sinemalar, Samandağ’da bir mağara… Orhan Kemal’in ‘Yalancı Dünya’sının, Yılmaz Güney’in ‘Endişe’sinin araladığı bir kapı… Çukurova haritasında beliren “sinema ağı”, 6 Şubat depremleri sonrası dayanışma pratiklerine kadar uzanıyor. “Yeni Sinema Tarihi” perspektifiyle başta Adana, Çukurova bölgesinin sinema geçmişini araştıran Aydın Çam ve İlke Şanlıer’le konuştuk.

Söyleşi: Övgü Gökçe, Fırat Yücel

Çukurova Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü, Sinema Anabilim Dalı Başkanı Aydın Çam ve üniversiteden meslektaşı İlke Şanlıer, uzunca bir süredir Çukurova bölgesinin sinema geçmişine dair araştırmalarını takip ettiğimiz iki akademisyen. 2016 yılında öğrencileriyle birlikte Çukurova’da saha çalışmalarına başlayan Aydın Çam ve İlke Şanlıer, Yeni Sinema Tarihi adı verilen perspektifle bölgenin sinema geçmişini araştırıyorlar: Sinema tarihini sadece filmlerin tarihi değil, bunun çok ötesinde, seyir deneyimlerinin tarihi olarak gören bir yaklaşımla. Sadece sinema salonlarının tarihi de değil, tıpkı deprem sonrası Antakya’da yapılan açıkhava ve çadır gösterimlerinde olduğu gibi, salonların dışındaki seyir pratiklerinin de tarihi. Çam ve Şanlıer’in çok daha geniş bir alana taşan ve bölgedeki film kültürüne doğrudan etki eden inisiyatiflerin de başını çekmesi, özellikle deprem sonrası dönemde birlikte üzerine düşünmek ve görünür kılmak istediğimiz konulara kapı aralayan bir sohbet gerçekleştirmemizi sağladı.

Aydın Çam, 6 Şubat depremleri sonrası yaptığı sosyal medya paylaşımlarında öğrencilerinin durumlarından bahsediyordu. Birçoğu deprem bölgesinden, özellikle de Antakya’dan olan öğrencileri yaşadıkları acıların ardından hayata yeniden tutunmaya çalışıyorlardı. Hayatını kaybedenler, kayıp acısı yaşayanlar, yersiz yurtsuz kalanlar, projelerine devam etme gücü bulamayanlar, aldıkları destekleri kaybedenler… Sinemayla bağları da kopmak üzereydi çoğunun. Aydın Çam’dan, öğrencilerinin birçoğunun deprem bölgesindeki dayanışmalarda etkin olduğunu, kısa filmleriyle bilinen Ümit Güç’ün Antakya’da Karaçay Koordinasyonu’nun kurucuları arasında yer aldığını öğrendik. Bu bağlantı sayesinde, Mavi Kuş Dayanışması gönüllüleri Mart 2023’te, Tomruksuyu festival alanının çadırlarından birinde yetişkinlere yönelik bir gösterim gerçekleştirdi. İlke Şanlıer’in de katılımıyla dernekleşen Karaçay-Tomruksuyu Koordinasyonu süreç içinde çocuklara ve gençlere yönelik eğitim çalışmalarının kapsamına Antioch Sinema Atölyesi’ni de ekledi. Ümit Güç ve arkadaşları Karaçay Topluluk Merkezi olarak adlandırılan alanda bir Sinema Çadırı da kurdular. 

Bu bağlantılar ve gösterimler sayesinde, Çukurova, ya da diğer adıyla Kilikya bölgesinde, Hatay’a da uzanan bir coğrafyada son dönemde üretilen, bölgede konuşulan dillerle konuşmaktan geri durmayan yaratıcı kısa filmlerin önemli bir kısmının Aydın Çam ve İlke Şanlıer’in başını çektiği Özgür Sinematek tarafından desteklendiğini de öğrendik. Kurulan bu köprü, Kurgucular Dayanışması, Özgür Sinematek ve Karaçay Koordinasyonu’nun ortaklığına evrildi, Karaçay Topluluk Merkezi’nde gerçekleştirilen sinema atölyelerine ön ayak oldu.

Çevrimiçi yaptığımız söyleşiden ekran görüntüsü. Saat yönünde: İlke Şanlıer, Fırat Yücel, Aydın Çam, Övgü Gökçe

İstanbul’da Kadir Has Üniversitesi’nde 11-13 Mayıs 2023 tarihlerinde gerçekleştirilen Türkiye Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler konferansında yaptıkları sunumdan hareketle Çam ve Şanlıer’le bir söyleşi yapmak istedik. Çukurova’nın sinema tarihi üzerine yaptıkları çalışmaların ötesinde, Özgür Sinematek’i, deprem sonrası bölgedeki sinema faaliyetlerini, öğrencilerinin sinemaya bakışlarını, kısacası geçmişi ve bugünü konuştuk. Aşağıda ilk bölümünü okuyacağınız ve 2023 Mayıs sonunda yapılan bu söyleşi, seçim sonrasında, Hatay’da birçok festivalin düzenleneceği, sinema faaliyetlerinin hız kazanacağı yaz aylarının öncesinde; bu dönemin hüsran ve umutlarını içeren bir atmosferde gerçekleştirilmişti. Çam ve Şanlıer ile yeniden temas kurarak güncellediğimiz ikinci bölüm de yakında yayında olacak.

Fırat Yücel: Çukurova bölgesinin sinemaları ve seyir tarihiyle ilgili bu söyleşimize, bölgenin gündemini bütünüyle değiştiren 6 Şubat depremleriyle başlamak istiyoruz. Deprem sonrasında Mavi Kuş inisiyatifi, Çukurova Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin Özgür Sinematek’i, Hatay’ın genç sinemacıları, Karaçay Koordinasyonu ve Kurgucular Dayanışması gibi oluşumlar arasında irili ufaklı dayanışma pratikleri hayata geçirildi. Bu bize esasında deprem öncesinde ne kadar da kopuk olduğumuzu gösterdi. Bugün kurulan bağlar sizce ne kadar yeterli ve ne kadar geliştirilebilir?

İlke Şanlıer: Şimdi soruya tam yanıt vermeden başka bir şekilde başlayacağım ben. Sinema tarihi ya da seyir tarihi çalışmak bu soruya tam da yanıt verebilme fırsatı tanıyor aslında. Çünkü sinema tarihi çalışırken –yani seyir tarihi çalışırken– çok net olarak gözlediğimiz bir şey var: Sinemanın kendisinin tarihsel bağlamı içerisinde çok kapsayıcı bir kamusal mekân olarak deneyimlendiğini gördük. Özellikle bu bölge, Çukurova bölgesi açısından bakınca… Dolayısıyla aslında sinema seyrini sadece filmle ilişkili, yani seyircinin filmle olan ilişkisi olarak değil de, aynı zamanda toplumsal, kültürel bir sürü bağlamı olan bir mesele olarak anladık. Bunu araştırırken yenilikçi metodolojiler kullansak da mikro tarih araştırmaları, sözlü tarih araştırmaları vs. yaparak ilerledik. Hem araştırma metodolojik olarak, hem de araştırdığımız meselenin kendisi, yaşayan toplumsal bir alana yani farklı çeşitli toplumsal faaliyetlerin yürütüldüğü bir alana denk düşüyordu. Dolayısıyla deprem söz konusu olduğunda da sinemanın kapsayıcı bir kamusal mekân olma özelliği, pek çok farklı faaliyeti bir araya getiren özelliği karşımıza çıkıyor… Yani film seyretmenin dışında pek çok faaliyeti ve farklı farklı birçok grubu bir araya getirebilen bir mekanizma olarak karşımıza çıkıyor sinema. Depreme dair doğrudan sinemayla ilişkili olarak dile getirilebilecek en temel meselelerden biri bu diye düşünüyorum. 

Çam ve Şanlıer, sinemanın film seyretmenin dışında pek çok faaliyeti ve farklı farklı birçok grubu bir araya getirebilen bir mekanizma olarak, bazen en umulmadık yerde karşılarına çıktığını söylüyor. Görsel, Adana Sinema Mirası projesinin saha çalışmalarından. (Fotoğraf: Aydın Çam, 2021).

Depremle ilgili kişisel olarak ben de Karaçay Koordinasyonu dediğimiz, sizin de ziyaret ettiğiniz bölgeyle doğrudan etkileşim hâlinde çalışmaya devam ediyorum. Tabii ki hepimizin bildiği gibi berbat koordinasyon anlayışı, devletin hiçbir politikasının olmaması ya da devletin olmasını beklediği seçici politikaların içinde seçici müdahaleler yapması vs. sonucunda ciddi bir boş alan oluştu ve o boş alanı da sivillerin doldurduğunu gördük. Sivillerin doldurduğu derken sadece STK’lar anlamında söylemiyorum. Evet, STK’lar ya da yerel yönetimler vs. vardı. Ama bayağı sivillerin dayanışmasıyla yürüdü işler aslında diye düşünüyorum. Sinema da burada inanılmaz bir fırsat tanıdı, tanıyacağını da düşünüyoruz, öngörüyoruz. Bu yüzden de Karaçay Koordinasyonu’ndan Ümit’in (Güç) yapmak istediği şey, bir sinema atölyesi kurmak ve bunun sürdürülebilir bir sinema alanı olarak devam etmesini sağlamak. Bir çadır sineması var orada, siz de gördünüz sanırım onu, şimdi birazcık daha iyi durumda. Depremden sonra pek çok yerde açık hava seyrinin gerçekleştirildiğini gördük. Dolayısıyla iyi bir bağ oluşturuyordu sanırım sinema. Ben böyle başlamış olayım, Aydın’a atayım topu.

Sinema, film seyretmenin dışında pek çok faaliyeti ve farklı farklı birçok grubu bir araya getirebilen bir mekanizma olarak karşımıza çıkıyor.

Aydın Çam: Aslında şöyle, burada Çukurova bölgesinin sinema tarihiyle ilgileniyoruz, seyir tarihi başta olmak üzere sinema mekânları tarihiyle ilgileniyoruz. Ama tabii ki bölgedeki sinemacılara, bölgeye yolu düşen sinemacılara, burada çekilen filmlere, gösterilen filmlere, bir biçimde Adana başta olmak üzere Çukurova bölgesiyle ilişkilenen insanlara da bakıyoruz geriye dönük olarak. Sinemaya çok rekabetçi bir alan olarak bakılır, sürekli bir yarışma içerisinde, film yapımından tutun da sona kadar hep böyle bir rekabet… Kim nasıl bir destek alacak, kimler festivalde öne çıkacak, ödül kazanacak, kim gişede yüksek hasılat elde edecek gibi bir sürü farklı bağlamda rekabetin söz konusu olduğu bir alan… Bizim, geriye dönük olarak Çukurova bölgesindeki meselelere baktığımızda gördüğümüz, burada sinemacıların rekabetten ziyade aslında dayanışmayla ilerledikleri oldu, iş bölümüyle ilerledikleri oldu. Film yapımı konusunda da bunu gördük. Tabii ki geçmişte de çok sürtüşmeli, çekişmeli, politik olan ya da politik olmayan bir sürü bağlamda kavgaları da oldu sinemacıların ama çoğunlukla dayanışma içerisinde yürüdüler. Sadece film yapımı da değil, film gösterimi, film dağıtımında da bu meseleler enformel bir dayanışma ilişkisi içinde oldu. Burada derslerimizde ve ders dışındaki faaliyetlerimizde sinema hakkında yapmak istediğimiz şey de bu oldu: Rekabetten ziyade bir dayanışma ruhuyla meseleleri halletmeye çalışmak. 

Endişe (1974) filminde pamuk ırgatlarının kampına seyyar sinemacı gelir, kutunun içinde hareketli imgeler belirir.

Depremde de biraz aslında bu pratiklerin sonucunu gördük. Bizzat kolektifin neredeyse kurucusu konumunda olan mezunlarımızın çok etkin bir biçimde eyleme geçme ve inisiyatif alma becerileri, buralı olan neredeyse tüm mezunlarımızın ve öğrencilerimizin depremle ilgili çalışmaların içine girmesi… Uzun zamandan beri film üretimi asıl meselemiz, derdimizdi. Araştırmalarımızı da öğrencilerimizle yapıyoruz. Bu bağlamda yaptığımız dayanışmaların buradaki pratiğin bir tür yansıması olarak görüyorum ben. Biz bunu bir yerden buraya getirmedik, bu bizim keşfettiğimiz bir şey değil. Bu bölgedeki pratiği bir şekilde kavramış olduk araştırmalarımız sırasında. Keşke hiç yaşanmamış olsaydı ama böyle korkunç bir trajedi karşısında aynı pratiğin işe yaraması mutluluk verici oldu bizim için de.

F.Y. Bölgenin tarihsel bir seyir birikimi de var ve siz de araştırmalarınızda o tarihe yoğunlaşıyorsunuz. Mesela Yılmaz Güney filmlerinden Endişe (1974) aklıma geliyor, bir gezgin sinema dolaşır ya, Yılmaz Güney bahseder o gezgin sinemacılardan ne kadar etkilendiğinden. Antakya’ya gittiğimde o bilgi ve birikimin orada hâlâ mevcut olduğunu bir şekilde gördüm. Sinemacı Ümit Güç ve arkadaşları, depremin hemen ardından bir çadır kurma ekibi kurduklarını anlattılar mesela. Belli bir tarihsel örgütlenme bilgisi sonucunda bu kadar hızlı gerçekleşti her şey. Belki Mavi Kuş da o çocuklarla etkinlikleri ve gösterimleri için bu yüzden bu kadar hızlı örgütlenebildi. Ama şunu da fark ettik mesela: Tomruksuyu’nda yetişkin seyirci için ilk kez yaptığımız gösterimde Ümit Güç, Özgür Sinematek’ten bahsedince dışarıdan gelenlerin çoğu ne olduğunu tam olarak bilmiyordu. Çukurova Üniversitesi İletişim Fakültesi’ndeki statüsü ne? Mersinefil, Özgür Sinematek, Çukurova arasında bir bağ var mı, bu bağlar nereye kadar? Mesela Övgü’nün yaşadığı Diyarbakır’a kadar uzanıyor mu bu bağlar? Bu gibi soruların cevabı bizde yoktu. Bu vesileyle soralım. 

Çukurova Üniversitesi Cep Sineması. İlke Şanlıer ve Aydın Çam, Özgürcan Kirik’in anısına ailesinin bağışıyla kurulan Özgür Sinematek’in 2019’daki açılışı için hazırlık yaparken.

A.Ç. Özgür Sinematek’le başlayayım. Aslında bizim bir bakıma akademi dışı faaliyetlerimizin yoğunlaştığı yer. 2019 yılında bir bağışla kuruldu. Altın Koza Film Festivali’nde gönüllü olarak çalışan tanıdığımız Mümtaz Kirik sayesinde kuruldu. Kirik ailesinin diğer çocukları olan Özgürcan Kirik, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde öğrenciyken kampüsten çıkıp yolun karşısına geçerken bir trafik kazasında hayatını kaybediyor. Ailesinin de Özgürcan’ın eğitim için ayırdıkları bir bütçeleri varmış, bunu bir şekilde hayır için kullanmak istiyorlar. O dönem Adana’da gece kütüphanesi ya da nöbetçi kütüphane gibi özellikle üniversiteye hazırlanan öğrencilerin gidip ders çalışabileceği mekânlara çok ihtiyaç vardı. Mümtaz da böyle bir şey yapmak istiyordu fakat biraz önce konuştuğumuz gibi o dönemin belediye başkanı Hüseyin Sözlü’yle -Sözlü de aslında iyi niyetle yaklaşıyor anladığımız kadarıyla meseleye- bir türlü aksiyon alınamıyor. O bir yer taahhüdünde bulunuyor, yer taahhüdü gerçekleşmiyor. Biz de Altın Koza sırasında Mümtaz’la konuşurken öğrencilerimizin de film yapabilecekleri bir yere, mekâna ve ekipmana ihtiyacı olduğundan dem vurunca Mümtaz da bundan bahsetti. “Niye fakülteye kurmuyoruz böyle bir şeyi?” dedi. O fikir gelişti ve Özgür Sinematek’e dönüştü. Bir cep sineması, bir de sinema kitaplığı var. Sinema kitaplığında bağışlarla edindiğimiz kitaplar var, yine bağışlarla edindiğimiz fena sayılmayan bir DVD koleksiyonu oldu.

Mersin’den Hatay’a kadar seyyar sinemacıların bir ağ oluşturduğunu net bir şekilde görebiliyorduk. Sinema bağlamında bir ağ var bu saydığımız kentler arasında. Neden bugün olmasın ki? 

Özgür Sinematek’in hiçbir zaman sadece film izleme, film programları hazırlama, film okumaları yapma gibi bir hedefi yoktu, film üretiminde bulunmaktı asıl hedefimiz ve ona da giriştik. Orada da tabii şunu önceledik: Fakültede ders kapsamında yapılan filmler oluyor, mezuniyet projeleri gibi ya da diğer yapım projeleri gibi. Fakat bunlar hem teknik olarak hem de tahmin edeceğiniz gibi tematik olarak kısıtlamalara tabi oluyor. Bu kısıtlamaları da aşmak istedik açıkçası biraz. Kirik ailesi çok güçlü bir protokol hazırladı bağış oluştururken. Ben Özgür Sinematek’te çalışmaya başladım, sorumlusu oldum ve o dönemden beri de öyle devam ediyor. Dediğim gibi aslında film üretimine odaklandık. Mesela Ümit’in Karıncanın Ayak İzleri (2022) filmi var, daha önce ayakkabı işçileriyle ilgili yaptığı Yeryüzü Ayakları (2020) belgeseli var. 

Özgür Sinematek’ten çıkan bazı filmlerimiz dört dilli, beş dilli olabiliyor. Kürtçe, Kürtçe lehçeleri, Arapça, Arapça lehçeleri. Açıkçası -ben kendi adıma konuşayım- bölgeye gelene kadar Arapçanın Türkiye içinde bile bu kadar farklı lehçeleri olduğunun farkında değildim. Urfa’da konuşulan Arapçayla Hatay’da konuşulan Arapça neredeyse hiç birbirine benzemiyor. O lehçeleri filmlerde görüyorsunuz, bazen böyle iki üç satır altyazı yaptığımız oluyor filmlere.

Tarihsel olarak burası, Mersin, Adana, bir zamanlar Adana’nın bir ilçesi olan Osmaniye’yi ve Hatay’ı da dahil ederek Çukurova bölgesi ya da Kilikya bölgesinin bir kısmı, hep birbiriyle bağlantılı olmuş; ticaret açısından, demografik olarak ilişkili olmuş. Biz o bağlantıları kurmaya çalışıyoruz şu anda. Tamamen başardığımız söylenemez ama Mersin’le örneğin son dönemde bir yakınlaşmamız oldu, bu dernekleşmeden sonra daha güçlü olacak Mersin’le ilişkilerimiz. Ne yazık ki şu anda Hatay yok. Karaçay-Tomruksuyu koordinasyonunu, oradaki eğitim alanını saymazsak bunun dışında eskiden kalan bir yapı şu anda yok. Yapıdan kastım sinemayla ilgili bir organizasyon yok. Orayı yeniden kurmak gerekecek. Genişleyeceğini düşünüyorum önümüzdeki dönemde.

Karaçay Topluluk Merkezi’nde gerçekleştirilen Documentarist belgesel gösterimlerinden. (Fotoğraf: Fırat Yücel, Haziran 2023)

F.Y. Hatay’a gitmeden önce biraz oranın sinemalarına baktım, eski bir sinema kalmış mı orada diye. Şark Sineması diye bir sinema buldum internetten, yıkılmadığını, hatta 6 Şubat depremi sonrası Şark Sineması’nın önüne sığınıldığını, sosyal medyada “Şark Sineması’nın önünde buluşuyoruz” diyenler olduğunu gördüm. Ama onun dışında bir bilgi bulamadım. Ne oldu bu sinemalara? Göremedim. Bir tek AVM sineması var, Primemall, o da hasar almış depremde. Siz o sinemalarla ilgili bir çalışma yaptınız mı deprem sonrasında?

A.Ç. Yok. Hatta deprem öncesinde de Hatay’da bir çalışma yapmadık. Hatay her zaman listemizde olan bir yerdi ve özellikle sözlü tarih çalışmalarında Hatay’la ve Hatay sinemalarıyla ilgili çok fazla veri vardı elimizde, hatta çok sıradışı veriler vardı. Özellikle Samandağ tarafında ya da daha yukarıda dağlarda mağaraların sinema için kullanıldığı gibi çok sıradışı bazı anlatımlar vardı. Mağarada sinema izleyenler vardı konuştuğumuz kişiler arasında. Ne yazık ki biz hiçbir zaman Adana’dan başımızı çıkartamadığımız için -sinema çalışmaları alanında Adana’ya daha yeni başlanmış sayabiliriz bu kadar çalışmaya rağmen- Hatay’a bir türlü erişemedik. Bu deprem felaketi aslında sinema çalışmalarının ne kadar önemli olduğunu da söyledi bir taraftan. Şu anda ortada Hatay yok, keşke -tabii nasıl bilebilirdik- Adana yerine Hatay çalışsaydık ve haritalasaydık, en azından geçmişin sinemalarını… Bugün geleceğe yönelik yeniden inşa etmek için elimizde bir sürü veri olurdu. 

Bizim Adana’da gördüğümüz şu: Buradaki insanlar kendi mahallelerindeki sinemaları bile mekânsal değişim, dönüşümden sonra hatırlayamıyorlar, konumlarını çıkaramıyorlar. Sinema bir zamanlar faaliyet göstermiş ama hep onu “Çırçır atölyesini geçtikten sonra”, “Fabrikayı geçtikten sonra” diye tarif etmişler. Hatay’da şimdi sokaklar yok, caddeler yok, bütün Hatay düz bir arazi. Orada hangi sinemayı nasıl işaretleyebiliriz, haritalayabiliriz ki? Eminim İlke de aynı şeyi düşünüyordur, elimizde sihirli bir değnek olsa ve Türk akademisine ve sinema akademisine dokundurabilsek, bütün şehirler topyekûn ayaklansa ve haritalasak, geleceğe dair çok büyük bir kaynak yaratmış oluruz. Konuştuğumuz şeyler sadece sinema değil yani, kent, bellek, kimlik… Katman katman aslında. Sinemayı yitirdiğimizde bir sürü şeyi yitirmeye başlıyoruz. Yücel Tunca’nın yaptığı ‘Sinema Bergama’ projesi harika bir örnektir, sadece bir sinema projesi değil aslında. İlişkiler, kahvehane sohbetleri, çarşı muhabbetleri hepsi sinemada bir araya geliyor, sinemada düğümleniyor. Bunu Hatay’da yapmış olmayı çok isterdim açıkçası.

Tarsus köylerinde seyyar sinema gösterimleri. (Fotoğraf: Aydın Çam)

İ.Ş. Çukurova bölgesi -Hatay bazen Çukurova sayılıyor bazen sayılmıyor ama- bu saydığımız dört kent (Mersin, Hatay, Osmaniye ve Adana) aslında birbiriyle bir ağ şeklinde bağlanmış kentler. Dolayısıyla özellikle tarihsel olarak Adana bölge işletmeciliği döneminde de bir merkez olması sebebiyle, sinema Adana’dan da buralara yayılıyor… Önemli bir bağ da -Fırat senin biraz önce söylediğin- seyyar sinemacılar. Seyyar sinemacılar bizim aslında sinema tarihi çalışmalarındaki ilk saha çalışması yaptığımız alan sayılabilir. Mersin’e bağlı Toroslar’daki yayla köylerinde yaptığımız seyyar sinema çalışması için derlediğimiz verilerde aslında Mersin’den Hatay’a kadar seyyar sinemacıların bir ağ oluşturduğunu net bir şekilde görebiliyorduk. Sadece seyyarların değil tabii, sinemanın, filmlerin dolaşımını sağlayan herkesin benzer şekilde bir ağ oluşturduğunu görebiliyorduk. Dolayısıyla sinema bağlamında da bir ağ var bu saydığımız kentler arasında. Dolayısıyla neden bugün olmasın ki?

“Çırçır atölyesini geçtikten sonra”, “Fabrikayı geçtikten sonra” diye tarif etmişler sinemaları. Hatay’da şimdi sokaklar yok, caddeler yok, bütün Hatay düz bir arazi. Orada hangi sinemayı nasıl işaretleyebiliriz, haritalayabiliriz ki?

Övgü Gökçe: Bu önemli sorudan hareketle farklı yönlere açılan araştırmanızı konuşmaya devam edelim. Bir yandan seyir tarihine bakıyorsunuz, bir yandan kentin sinema haritası hem fiziksel olarak hem de toplumsal hayat ve gündelik pratikler anlamında karşımıza çıkıyor. Hem geçmiş ve bugünü -doğrudan mukayese olmak zorunda değil- birlikte anlama şansına sahip oluyoruz, hem de bugünkü film kültürüne dair çıkarımda bulunma imkânına erişiyoruz. Nasıl bir içerik tasarımı ve yöntemsel yaklaşımla çalıştınız? Yeni Sinema Tarihi anlayışına da referans veriyorsunuz makalelerinizde. Baştan bu yaklaşımla ilerleyeceğinizi biliyor muydunuz, yoksa bazı şeyler adım adım üst üste mi kuruldu? Sizin için nasıl bir yolculuk oldu bu? 

İ.Ş. Şunu söyleyerek başlamak isterim. Fakültedeki Barış Akademisyeni meslektaşlarımızdan biri, Esengül Ayyıldız, İletişim Bilimleri bölümünden KHK’yla beş yıl önce işten çıkarılmıştı. Ben ilk Adana’ya 2016 yılında geldim. Aydın’ın hikâyesi başka, benim hikâyem başka bu arada. Aydın’ın sinemayla bağı bambaşka, benim sinemayla ilişkim çok taze, Aydın’la birlikte çalışmaya başladıktan sonra… Plato Adana diye bir proje yapmaya çalışıyor işte kentteki ileri gelenler diyelim, Ticaret Odası vs. Arzu Öztürkmen hocamız da bir tür danışmanlık yapıyor projeye. Arzu Hoca’nın danışmanlığında bizler de bir tür fizibilite çalışması yaptık. Yani Adana’da plato kurulabilir mi, sektör buraya çekilebilir mi? vs. gibi bir çalışma yaptık. Esengül o çalışmanın içerisindeydi, benim kendisiyle ilk tanışmam o zaman -Aydın’ın da eş zamanlı, yakın bir dönem. Esengül, Osman Şahin’in seyyar sinemacılarla ilgili Adana’daki Yedinci Sanat Dergisi’ndeki bir yazısından bahsediyordu. Şahin’in 1974 yılında yayımladığı Toroslar’daki seyyar sinemacılarla ve seyircilerle yaptığı röportajları içeren bir yazı. Aslına bakarsanız bundan 50 sene önce de aynı yerden bakılmış mevzuya; metodolojik olarak da ve yeni sinema tarihi paradigmasının içerisinden de. Öyle bir yazı. Çok şanslıydık çünkü Osman Şahin’le İstanbul’da çok güzel, derinlemesine bir görüşme yapma şansına da sahip olduk ve bütün bu meseleleri 50 sene sonra yeniden konuşabildik. 

Osman Şahin, 1974’te seyyar sinemacılara soruyor, “hangi köylere gidiyorsunuz?” diye. Onlar da oradaki köylerin hikâyelerini anlatıyorlar. Haritanın üzerine koyduk baktık ve gördük ki belli bir yol üzerinde zaten köyler. “Bir gidelim bu köylere” dedik.

A.Ç. Yedinci Sanat’taki söyleşisinde Osman Şahin, Toros dağ köylerinden altı yedi tane köyü gezdiğini aktarıyor. İki üç seyyar sinemacıyla konuşmuş. Seyyar sinemacılara soruyor, “hangi köylere gidiyorsunuz?” diye. Onlar da oradaki köylerin hikâyelerini anlatıyorlar. Haritanın üzerine koyduk baktık ve gördük ki, belli bir yol üzerinde zaten köyler. “Bir gidelim bu köylere” dedik. Böyle başladık yani. Bu çok olağanüstü. Yani 50 yıl önce yazılan bir yazı üzerine yola çıkmak, hikâyenin izlerini sahada bulmak, o insanların hikâyelerini sahada dinlemek. Mesela orada bir Musa Bey vardı seyyar sinemacı, onun işte köyden kız kaçırması, onun hikâyesi… Bu insanların, hayatını kaybedenlerin mezarına kadar vardı hikâyenin sonu, böyle olağanüstü bir durum. Aslında -şimdi daha ciddi bir anekdot vereyim- yola çıkışımız şöyle oldu diyebiliriz: Altyazı’nın da burada durduğu konumun değerinin altını çizerek vermek isterim: Sinema tarihine biz baktığımızda ulusal sinema tarihinin çok eril bir anlatı olduğunu görüyoruz. Erkekler tarafından yazılmış, İstanbul merkezli yazılmış. Çok kibirli bir anlatısı var.

İ.Ş. Bir de, genelde filmlerin etrafında örgütlenen erkeklerden bahseden bir anlatı.

Adana Sinema Mirası saha çalışmaları sırasında Şanlıer ve Çam, bir zamanlar sinema olarak kullanılan birçok alanla karşılaşmışlar. Görselde İlke Şanlıer Toros yayla köylerinde saha çalışmasında. (Fotoğraf: Aydın Çam, 2018)

A.Ç. Sinema salonlarını da yazsalar hep böyle bir kibirle yazmışlar. Hep bozulan sinemalardan yakınmışlar, eskiden sinemaya giderken biz papyonumuzu takardık, takım elbisemizi giyerdik vs. gibi hep böyle bir üst sınıf, kibirli, eril bir ton var. Bu ‘eril’i sadece şu anlamda kullanmıyorum, böyle maşist, toksik bir eril anlatı değil; kaldı ki bunu yapan çok sinema tarihçisi de var sahada, alanda. Sonra şunu da gördük: Bu anlatının içinde zaten bir sürü şeye yer yok, kadınlara hiç yer yok. Bütün sinema tarihimiz boyunca Altyazı’ya kadar bir gazetede, sinema dergilerinde yazı yazan veya film kritiği yapan kadın yazar sayımız bir elin parmak sayısını geçmiyor. Dolayısıyla bu alan baştan sakat, çok kötü kurulmuş bir alan. Bir de bizim özellikle çalışma sahamızla ilgili olarak gördüğümüz şey İstanbul dışına hiç bakmayan bir alan, yok sayan bir alan. Bizzat benim okuduğum iletişim fakültesindeki hocalarımızın yazdığı Anadolu filmciliğinin, Anadolu sinemacılığının ne yazık ki hiç gelişmediğini söyleyen yazılar var. Tamamen yok sayılıyor yani.

İ.Ş. Hatta “Köylerde hiç film seyredilmemiştir” diye cümle var hocalarımızın yazdığı kitaplarda.

A.Ç. Biz biraz da oradan “bu böyle olmayabilir” gibi bir itirazla yola çıktık ve dediğim gibi elimizde çok güzel hikâyeler vardı.

İ.Ş. Buna ek olarak,taşralı akademisyen” damgalamasının yarattığı bir alınganlık vardı üzerimizde, itirazımız biraz da bu damgalamaya karşıydı.

Ö.G. Bu da bayağı kritik bir nokta aslında. Aydın’ın dediği tarih yazımı meselesinde, kadınların eksikliği nasıl bir aks ise bu da böyle bir aks. Bu algıya dair kendini konumlandırmadan çalışma yapmaya başlamak da çok zor. Diyarbakır deneyiminden gayet iyi biliyorum, bir yandan yeterince ehil görmezken madalyonun öbür yüzünde Batı’nın büyük şehirlerinden buraya abartılı bir hayranlıkla bakma hali de var. 

A.Ç. Çok haklısınız ve sadece akademide değil, sinema sektörünün kendisinde de böyle bir sömürgeci pratik var Anadolu’ya dair. Tek yönlü kurulmuş olan bir ilişki var. Anadolu seyircisini, İstanbul sinemacılarını ‘Yalancı Dünya’sında olağanüstü anlatır Orhan Kemal. Hani “Anadolu seyircisi nedir ki, bunlar sanattan sepetten anlamazlar, onlara ne verirsen izlerler” gibi seyirciyi sadece böyle bir tüketim bağlamında gören, Anadolu’yu ve Anadolu hikâyelerini sadece filmine materyal olarak gören bir yaklaşım. 

Akademi de böyle bir bakıma. Bizim bunlara böyle bir itirazımız oldu ve “biz bunun böyle olmadığını düşünüyoruz,” deyip bunu bir yazalım diye giriştik işe. Biz de yaparken öğrendik aslında, çünkü önümüzde neredeyse örnek yoktu, yapılmış çalışma yoktu. Sadece mikro tarih çalışmaları ve sözlü tarih çalışmaları vardı, ama sistematik bir saha çalışması, bir bölgenin, şehrin sinema tarihini çalışan örnekler ne yazık ki yoktu Türkiye’de. Üstelik işin tuhafı, üzerine birçok şey yazılmış olmasına rağmen İstanbul için de yok, orasının da çok çok büyük eksiklikleri var. Biz buradan yola çıktık, yaparken de öğrendik. 

Toros yayla köylerinde saha çalışması. (Fotoğraf: Necati Öz, 2021)

Çok iyi hatırlıyorum, ilk haritaları yapmaya başladığımızda ben Google’dan sokak haritasını basıyordum, gidip harita üzerinden işaretliyordum. Sonra İlke, “Ya bunları dijitale aktaralım” dedi, dijitale aktardık. Daha profesyonel olmaya başladık, gittiğimiz yerden koordinat almaya başladık, haritadan işaretledik. Sözlü tarih çalışmaları yapmaya başladık, sahayı farklı bağlamlarda ele almaya başladık ve bitmiyor hiçbir zaman. Yeni hikâye duyuyorsunuz, yeni araştırma başlıyor. Burada sahaya ilk girişimiz 2016’daydı; 7 yıl oldu saha çalışmasına başlayalı ve herhalde 15-20 yıl daha devam edecek gibi görünüyor saha çalışmaları. 

Şunu da bir parantez açıp söylemek isterim… Bizim burada lisans, yüksek lisans programlarındaki öğrencilerimiz hakikaten çok yüksek nitelikte öğrenciler. Lisans öğrencileri için yıllık kontenjanımız 60 kişi civarında, neredeyse 35’i rahat rahat Türkiye’deki -hani Galatasaray Üniversitesi’ni istisna tutalım- iletişim fakültelerine girebilecek puanı alıyorlar. Fakat kadın öğrencilerimiz çoğunlukla muhafazakârlık ya da yarı muhafazakârlık durumundan kaynaklanan, erkeklerse çoğunlukla ekonomik nedenlerle Adana’da kalıyor ve bizi tercih ediyorlar. Çok da mutluyuz açıkçası, keşke gerekçeler böyle olmasa ama onlarla beraber bu işleri yapmaktan çok mutluyuz. Fakat buna rağmen sistematik olarak bir şeyin eksikliğini her zaman hissediyoruz: Ekip ve ekibi koordine edecek bir merkez ya da diğer şehirlerle bir araya gelecek bir yapı gibi bir eksikliği hep hissediyoruz. İlke mesela yaptığımız tüm projelerin içine ağ kurma tarafını hep koymaya çalışıyor, yapmaya da çalışıyoruz. Çok başarılı olamadık şu ana kadar, umarım oluruz önümüzdeki dönemlerde.

İlke Şanlıer, Olgu Yiğit, Mümtaz Kirik ve Çiğdem Aksu Çam, Adana Sinema Mirası projesi saha çalışması sırasında. (Fotoğraf: Aydın Çam, 2018)

İ.Ş. Öğrencilerle ilgili konunun altını başka bir şey nedeniyle de çizmek istiyorum: İlk saha çalışması, Toroslar’da köylerdeki seyyar sinemacılarla ilgiliydi. Gerçi haritalama çalışmasıyla eş zamanlıydı. Öğrencilerimize Aydın Twitter’dan çağrı çıktı, “Dört öğrenciye ihtiyacımız var, bizimle birlikte çalışmak isteyen var mıdır?” diye. Altı öğrenci başvurdu. İyi o zaman, altı öğrenciyle iki araba gidelim dedik ve altı öğrencimizle saha çalışmasını yaptık. İkinci sınıf ve üçüncü sınıf öğrencileriydiler, henüz hiç araştırma yapmamışlardı, dolayısıyla hiçbir fikirleri yoktu. Onlar da araştırmacı olmayı öğrenerek ilerlediler; bu inanılmaz derecede bizleri de onları da tatmin eden bir şeydi ve biz de onlardan çok şey öğrendik. Yani sahanın kendisi de bizi çok dönüştürdü. Bu çok önemliydi. ‘Sinema mirası’ kavramı aslında tam da buralardan başladı, çünkü çok temelde bir mesafe ister istemez oluyordu köylerde görüşmelerimizi yaparken. Bizler akademik kimliklerimizle gidiyoruz, evet bir süre sonra konuştukça rahatlanıyor vs. ama görüşmecilerimiz hep biz soru sormamıza rağmen dönüp öğrencilerimize anlatıyorlar. Onların gençlere anlatma şevki, gençlere anlatma isteği aslında bir miras bırakma isteğini, o hafızayı aktarma isteğini gösteren bir şeydi ve sinemaya gitme deneyiminin kendisinin de bir miras olduğunu, sadece mekânların, filmlerin değil sinemaya gitmenin de aktarılabilir bir miras olduğunu anladığımız ya da “Bunun üzerine gitmemiz gerekiyor” dediğimiz nokta burasıydı bizim için.

A.Ç. Miras meselesiyle ilgili şu dönemde fırsat bulmuşken sözlü tarih çalışmalarına dönüp baktım geçen hafta. Aşağı yukarı 160 sözlü tarih çalışması yapmışız bugüne kadar. Aşağı yukarı 90 kadarı da öğrencilerimizin yaptığı tarih çalışmaları. Biraz da dramatiktir: Depremde kaybettiğimiz öğrencimiz Fikret Öz’ün dedesiyle -kendisi de aynı adı taşıyor, Fikret Öz- yaptığı sözlü tarih çalışmasını buldum. Dedesi hayatta. Onu bulunca şunu sordum: Acaba bizim sözlü tarih çalışması yaptığımız insanların en yaşlıları kaç yaşında? Aralarında 1939-40 doğumlular var. Böyle aramaya da korkarak birkaç kişinin yeniden sözlü tarih çalışmasını okudum. Covid-19 döneminde birkaç kişi hayatını kaybetmiş olabilir. Onlardan geriye kalan bu sözlü tarih çalışmaları, ses kayıtları oldu. Tamamını ses kayıtlarıyla yapıyoruz sözlü tarih çalışmalarının; mümkünse izin alarak video kaydı yapıyoruz. O hatıraların geride kalıyor olması hakikaten bizden ziyade şehir için çok büyük bir miras aktarımı olacaktır diye düşünüyorum.

Osman Şahin’in Yedinci Sanat dergisinde yayımlanan “Toros Dağları’nda Sinema Soruşturması” makalesinden. Her şeyin başladığı yer. Yedinci Sanat, Ekim-Kasım 1974, sayı 19, sayfa 50.

İ.Ş. Metodolojik olarak şunu da eklemek isterim Övgü, sadece saha çalışmaları, görüşmeler değil, aynı zamanda arşiv çok önemli. O yüzden de Altyazı’nın yerinin önemini bir kere daha söylemek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü sinema dergileri inanılmaz bir arşiv. Gazeteler, özellikle film programları, sinemaların programlarını izlemek açısından ve genel olarak sinemaya dair nasıl bir değişim dönüşüm yaşandığını görmek için önemli bir kaynak. Ve tabii ki bilimum arşiv malzemesi, devlet arşivleri vs. bunlar devasa kaynaklar ve var yani bunlar, o kadar çok ki bir taraftan da. Aydın’ın dediği gibi ömrümüz yetmez, bizim öğrencilerimizin de ömrü yetmez sadece şu anda bizim elimizde derlediğimiz topladığımız veriyi işlemek için…