Şu An Okunan
35. Ankara Film Festivali: Kişisel Olduğu Kadar Toplumsal Hikâyeler

35. Ankara Film Festivali: Kişisel Olduğu Kadar Toplumsal Hikâyeler

35. Ankara Film Festivali’nin Ulusal Belgesel Yarışması hak ihlalleri, çevresel yıkım ve toplumsal adaletsizlik gibi konuları merkezine alan filmleriyle, Türkiye’de belgesel sinemanın hem bireysel hem toplumsal bellek için taşıdığı önemi bir kez daha hatırlattı. Sinemacıların üretimlerinin cezalandırıldığı, çekilemeyen belgesellerin suç sayıldığı, sansürün sıkça gündeme geldiği şu dönemde festivalin belgesel seçkisi, Türkiye’de belgesel pratiğinin yaratıcı ve eleştirel boyutlarının devam ettiğini de gösterir nitelikte.

Film festivalleri, yalnızca bir sanat etkinliği değil, aynı zamanda kentlerin kültürel ve sosyal yaşamına katkı sağlayan en önemli buluşma noktalarından. Ankara Film Festivali 35 yıla yayılan geleneğiyle bu işlevlerin hakkını veriyor şüphesiz. 7 Kasım’daki açılışa saatler kala, festivalin gelişimine önemli katkılar sunan ve uzun yıllar başkanlık görevini üstlenen İnci Demirkol’un hayatını kaybettiğini öğrendik. Festival ertelenebilir, hattâ iptal edilebilirdi. Ancak festival yönetimi, belki de Demirkol’un hatırasını en iyi yaşatacak biçimde festivali planlandığı gibi gerçekleştirdi. Hatırlanacağı üzere 60. Antalya Altın Portakal Film Festivali, Nejla Demirci’nin Kanun Hükmü (2023) belgeselinin ön jüri tarafından seçildiği Ulusal Belgesel Yarışması seçkisinden kaldırılmasıyla başlayan sansür sürecinin sonunda iptal edilmişti. Bir festivalin iptal edilmesiyle festival programına seçilen diğer filmlerin yönetmenlerinden film ekipleri ve festival emekçilerine yüzlerce kişi ve kurum pek çok sorunla karşı karşıya kalıyor. Zira Sinema Yazarları Derneği (SİYAD), Altın Portakal’ın 61. edisyonuna jüri göndermeyeceğini bildiren açıklamasında, aralarında SİYAD üyelerinin de bulunduğu çok sayıda festival emekçisinin geçen yıldan kalan ücretlerinin ödenmediğini vurgulamıştı. Bu noktada organizasyonunu tereddütsüz ve herhangi bir aksaklık yaşanmadan gerçekleştiren Ankara Film Festivali, festival yönetimindeki profesyonel tavrını ortaya koyarak sektöre örnek teşkil ediyor.

Festivalin Ulusal Belgesel Yarışması sinemanın toplumsal belleği güçlendirmedeki önemini vurgulayan bir seçkiye ev sahipliği yaparken Türkiye’de belgesel pratiğinin yaratıcı ve eleştirel boyutlarının devam ettiğini de gösteriyor. Seçkideki filmler yalnızca sanatsal değerleriyle değil, ülkenin sosyal ve politik ortamında taşıdıkları anlamla da önemli. Burada bir parantez açmakta fayda var: Örneğin Berke Baş’ın yönettiği Dargeçit’in (2023) 43. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Belgesel seçilmesi, zaman aşımına uğramasına bir sene kalan Dargeçit davasına görünürlük kazandırdığı gibi festivalin ödül töreninde hem Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın gündeme gelmesine hem de çekmediği Gezi belgeselinden dolayı 18 yıl hapse mahkûm edilen Çiğdem Mater’in ve yüzde 99 engeline rağmen hapis cezasıyla karşı karşıya olan Çayan Demirel’in isimlerinin anılmasına alan yarattı. Belgeselin sansürle temas hâlinde olan İstanbul’dan ödül kazanması ayrıca önemli. Zira İKSV yönetiminin, daha önce Bakur (Kuzey, 2015) yakın dönemde de Ölümüne Boşanmak (2021) ve Ulysses Çevirmek (2023) belgesellerine yönelik sansür politikalarıyla filmlerin festivalde yer almasını engellediği bilinen bir gerçek.

Dargeçit, davayı tekrar gündeme getirmesinin yanı sıra kayıp yakınları Abdülaziz Altınkaynak ve Ahmet Akyön’ün vekillerle görüşüp taleplerini iletmesine de aracılık etmiş oldu.

Bu konuda son dönemde de dikkat çeken bir gelişme yaşandı. İstanbul Film Festivali kapsamında 1985’ten beri düzenlenen Ulusal Yarışma ile Ulusal Belgesel Yarışması’nın gelecek sene itibarıyla gerçekleşmeyeceği duyuruldu. Yeni yönetmenliğe göre festivalin resmi seçkisinde Altın Lale Yarışması, Yeni Bakışlar ve Kısa Film Yarışması olmak üzere üç yarışmalı bölüm yer alacak. Altın Lale Yarışması yerli veya yabancı uzun metraj kurmaca, belgesel ve animasyon filmlere açık olacak. Yarışmada yaklaşık 15 filmin yer alması hedeflenirken filmlerin üçte biri Türkiye’den olacak. Hatırlanacağı üzere 2014 yılında Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek… belgeselinin, festival komitesi tarafından programdan çıkarılmasıyla başlayan sürecin sonunda, Altın Portakal’ın 50 küsur yıllık geleneği olan Ulusal Yarışma festivalden kaldırılmıştı. Sansür mekanizmasına meşru bir zemin yaratan tartışmalı karar sonrasında sansür vakaları ivmelenerek arttı. Ulusal Yarışma 2019 yılında festivale geri döndü ancak 60. Altın Portakal, programında yer alan bir belgesele uygulanan sansürden dolayı iptal edildi. Gerek Altın Portakal’da gerekse İstanbul’da yaşananlar belgesel sinemanın toplumsal gerçeklere ayna tutma ve onları dönüştürme gücünün, festival yönetimlerinin politik kaygılarıyla nasıl kısıtlanmaya çalışıldığını ortaya koyan örnekler.

Festivaller filmlerin seyirciye ulaşmasında, yönetmen ve seyircinin birebir iletişime geçebilmesinde önemli bir konuma sahip. Fakat sansür mekanizması yalnızca doğrudan yasaklamalarla sınırlı kalmıyor; politik baskılar nedeniyle festivallerin otosansüre yönelmesi de sinemacıların üretimlerini sınırlıyor. Bu durum, belgesel sinemanın toplumsal belleğe katkı sağlama işlevini zayıflatıyor. Özellikle belgesel türü, toplumsal belleğin inşasında kritik bir role sahipken, bellek yaratım sürecinin sınırlandırılması hem bireysel hem de toplumsal tarihlerin görünmez kılınmasına yol açıyor. Filmlerin ele aldığı meselelerin “sakıncalı” bulunması, yaratıcı ifadeyi bastırmakla kalmayıp yönetmenleri otosansür uygulamak zorunda bırakıyor. Yalnızca sinemacılar değil, bu filmler vesilesiyle bir yüzleşme ve tartışma alanı bulan toplum da sansürden etkileniyor. Festivallerin ifade özgürlüğüne alan açma konusunda yeterince direnç gösterememesi, sektörde özgünlük ve çeşitliliğin azalmasına, sinemacıların cesur anlatılardan kaçınmasına yol açıyor. Bu durum, hem sinemanın yaratıcı bir ifade aracı olarak gücünü hem de toplumsal olaylara tanıklık etme işlevini tehlikeye atıyor. Belgesel sinemanın yalnızca bireysel hikâyeleri değil, toplumsal dönüşüm süreçlerini de kayıt altına aldığı göz önünde bulundurulduğunda, bu baskılar büyük bir bellek kaybını beraberinde getirebilir. Altın Portakal ve İstanbul Film Festivali örnekleri düşünüldüğünde Ankara’nın, belgesel seçkisini yıllar boyunca aralıksız sürdürmesiyle değerli bir yerde durduğunu söyleyebiliriz.

Köklerini Arayan Filmler

Ulusal Belgesel Yarışması, birbirinden farklı ama bir o kadar da birbirine bağlı hikâyeleriyle toplumsal belleği güçlendirme misyonunu taşırken, estetik anlamda da özgün yaklaşımlar sunuyor. Filmler arasındaki bağlar, yalnızca ele aldıkları temalarda değil, kullandıkları dil ve anlatılarımda da görülüyor. Göç, ekolojik krizler, toplumsal adalet arayışı ve bireysel travmalar gibi konuları işlerken her biri kendi mikrokozmosunu oluşturuyor, ancak bu kozmoslar bir araya geldiğinde Türkiye’nin toplumsal yapısına dair bütüncül bir perspektif de sunuyor.

Sürgün Asla Bitmez

Yönetmen ve yapımcı Nihan Gider Işıkman, yönetmen ve fotoğraf sanatçısı Ulaş Tosun ile yönetmen ve yazar Berna Gençalp’in yer aldığı Ulusal Belgesel Yarışması jürisi festivalin En İyi Belgesel ödülünü Bahar Bektaş’ın Sürgün Asla Bitmez‘ine verdi. Sürgün hikâyeleri üzerinden yalnızca mekânsal değil, aynı zamanda duygusal bir kaybolmuşluğu da ortaya koyan filmde Bektaş kamerasını aile üyelerine çeviriyor ve göçe zorlanan bireylerin hem kendi geçmişleriyle hem de bugünün zorluklarıyla olan mücadelesine ayna tutuyor. Seçkideki filmlerden Kökleri Dışarıda da benzer bir eksende ilerliyor. Yönetmen Baran İsmail Ulaş’ın kendi kişisel tarihine bir yolculuğa çıktığı film, göçün bireyler üzerindeki etkilerini işlerken aidiyet, benlik, anadili mefhumlarını yeniden sorgulatıyor. Bu iki film, yalnızca göçün farklı biçimlerini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda bireylerin geçmişle ve bugünle yüzleşme sürecini de izleyiciye aktarıyor. Bektaş’ın ailesiyle birlikte çıktığı duygusal yolculuk, Ulaş’ın kendi kişisel tarihine yaptığı keşiflerle tematik bir paralellik kuruyor. Her iki film de, bireysel hikâyelerin aslında aynı zamanda ne denli toplumsal olduğunu gözler önüne seriyor. Zehra Yiğit ve Perihan Taş Öz’ün Kilikya’ya Yolculuk: Fejes’in İzinde belgeseli ise göç temasıyla tarihsel bağlar kuruyor. Yönetmenlerin, Macar öğretmen Zsigmond Fejes’in Balkanlar’dan Anadolu’ya yaptığı 110 yıl öncesine ait yolculuğu yeniden deneyimledikleri film, tarihsel mirasın bireylerin bugünkü yaşamlarına etkilerini sorguluyor. Hikâyeye paralel olarak Zehra Yiğit’in kişisel sağlık mücadelesini de işleyen film, geçmiş ve bugün arasındaki sürekliliği estetik bir bağlamda aktarıyor. Bu yönüyle film, yalnızca bir tarihsel bellek çalışması sunmuyor, izleyiciyi Yiğit’in içsel yolculuğuna da eşlikçi kılıyor. 

Ekolojik Kriz ve Bellek

Ekolojik kriz ve insanın doğayla ilişkisinin işlendiği filmler de, toplumsal adalet ve bireysel yaşam mücadelesi arasındaki bağlara anlam kazandırıyor. Aybüke Avcı’nın İstanbul Film Festivali’nde Mansiyon ödülü kazanan Domates Biber Depresyon’u tarımsal üretimdeki krizlerin bireylerde nasıl psikolojik yansımalar bulduğunu trajikomik bir dille ele alıyor. Mevsimlik işçilerin gündelik yaşamlarına odaklanan Esin Özalp Öztürk imzalı Işığın Hasadı ise çok daha gerçekçi ve sert bir ton kullanıyor. İşçilerin, gerek devlet eliyle gerek toplum nezdinde kendilerine reva görülen ‘konum’ üzerinden yaşadıkları zorluklara bakış atan filmde izleyici yeme, su, barınma ve elektrik gibi temel ihtiyaçların lüks olduğu bir dünyaya dâhil oluyor. Tarladan sofraya uzanan yolculuğun hiyerarşik katmanlarını öne çıkaran filmde en büyük zorluğu kadınların ve çocukların yaşadığı görülüyor. Röportaj veren çoğu işçinin kader mefhumuna inandığı, yaşamlarının değişeceğine dair umut barındırmadığı dikkat çekerken eğitime erişim imkânı olan işçilerin geleceğe daha iyimser yaklaştıkları da görülüyor. Psikolojik açıdan zor bir izleme deneyimine sahip olsa da Işığın Hasadı gerçekleri ajite etmeden, dengeli bir tonda aktarmayı başarıyor.

Işığın Hasadı

Her iki film de doğanın yalnızca bir arka plan olmadığını, bireylerin yaşam mücadelesinin temel bir parçası olduğunu hatırlatıyor. İlkay Nişancı’nın Zamanın Kıyısında Sınav’ı da bu bağlamda değerlendirebilir, filmin doğa-insan ilişkisine bir başka boyut ekleyerek ekolojik yıkımın toplumsal etkilerini bireysel travmalar üzerinden ele aldığını söyleyebiliriz. Deprem felaketinin fiziksel enkazından çok, bu enkazın altında sınav ve gelecek hayalleriyle sıkışıp kalan gençlerin hikâyesini anlatan film, bireysel travmaları anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda sistemin eksiklerini de sorguluyor. Filmde doğrudan bir felaket hikâyesi yerine bireylerin yaşadığı travmanın incelikle işlenmesi dikkat çekiyor. Film, bir sınav maratonunun stresine odaklanırken, felaket sonrası yaşam koşullarının bu süreci nasıl daha da zorlaştırdığını gözler önüne seriyor. Çadır kentler ve konteynerlerde yaşamaya mahkûm edilen gençler, bir yandan barınma, hijyen ve psikolojik destek gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken, diğer yandan hayatlarını belirleyecek sınava hazırlanmanın baskısını taşıyor. Filmde yer alan bireysel hikâyeler, toplumsal travmanın genelleştirilmiş bir çerçevede ele alınmasını engelleyerek, izleyiciye empati kurma imkânı sunuyor. 

Film, eğitim sistemine dair de eleştirel bir çerçeve çiziyor. Deprem sonrası bölgede eğitim altyapısının yetersizliği, sınavlara hazırlık için gerekli kaynaklara ulaşamama gibi sorunlar öne çıkarılıyor. Bu tablo, fırsat eşitliğinden yoksun bir sistemin daha da derinleşen sınıfsal farklar yarattığını gözler önüne seriyor. Sınava hazırlık sürecinde karşılaşılan zorluklar, gençlerin yalnızca eğitimle değil, aynı zamanda yaşamla ilgili temel beklentilerinin de ellerinden alındığını ortaya koyuyor. Filmin en güçlü yönlerinden biri, kamera kullanımındaki mesafeli ama duyarlı yaklaşımı. Görüntü yönetmeni Özgür Yıldız, kamerayı bir gözlem aracı olarak kullanarak karakterlerin hikâyelerini dramatize etmek yerine, onları kendi gerçekliklerinde, olabildiğince doğallıkla sunuyor. Böylece izleyiciler, bu gençlerin yaşadığı zorlukları doğrudan hissedebiliyor.

Yarışmada ayrıca toplumsal cinsiyet eşitsizliğini bir kadının yaşamına odaklanarak işlerken, karakter odaklı yaklaşımıyla feminist bir perspektif de sunan Sevinç Baloğlu imzalı Oya ve ötanazi gibi etik açıdan hassas bir konuyu işlerken bireyin özgürlüğü ve toplumun dayatmaları arasındaki çatışmayı sorgulayan Hasan Ete imzalı İyi Ölüm de yer aldı. Seçkideki her bir film, kendi anlatısında toplumsal sorunları ele alırken, festival programı bir bütün olarak Türkiye’nin güncel sosyal, politik ve ekolojik meselelerine dair güçlü bir panoramayı ortaya koyuyor. Bu çeşitlilik ve derinlik, Ankara Film Festivali’nin yalnızca bir sinema etkinliği değil, aynı zamanda toplumsal bir tartışma alanı sunduğunu kanıtlar nitelikte.