Şu An Okunan
2024 Özgür Sinema Gündemine Bir Bakış: Bulanık Sınırlar

2024 Özgür Sinema Gündemine Bir Bakış: Bulanık Sınırlar

2024 yılı değerlendirmesine başlığını veren ‘bulanık sınırlar’ kavramı, ceza hukuku alanında uzmanlaşan avukat Ezio Menzione’nin, Bakur davası iddianamesini incelediği raporda geçen bir ifade. Rapor 2021 tarihli. Bakur davası ise 2023 yılı Aralık ayında karara bağlandı. Ancak Menzione’nin raporda altını çizdiği ‘bulanık sınırlar’ bu yıl içerisinde yalnızca özgür sinema özelinde değil; politik, sosyal, kültürel, çevresel  –ve aslında kişisel- pek çok alanda yaşadığımız kaosu ironik biçimde anlamlandırıyor.

“Siyasetin aktörü her zaman bulanık sudadır. Kaostan parçalar yakalamaya, umutların izlerini kovalamaya yeltenir, çoğu zaman başarısızlığa mahkûm olur.”[1]

Belgesel sinemacı, akademisyen Sibel Tekin, son yıllarda uygulanan ve Türkiye’de yaşam tecrübesini ilk elden zorlaştıran bir meseleye el attı. ‘Karanlıkta Başlayan Hayat‘ adlı belgeseli için kamerasını gün aydınlanmadan işe gidenlere çeviren Tekin, infaz memurlarının servis aracının kadrajına girmesi üzerine, ‘örgüt talimatıyla keşif yapmak’ suçlamasıyla yargılandı. Tekin 44 gün tutuklu olarak yargılandığı davanın altıncı duruşmasında beraat etti. İnsan biyolojisini altüst eden bu uygulamanın üzerimizdeki etkilerini tanıklarından dinlemek, fikir sahibi olmak, belki yakınlık kurmak ya da karşı çıkmak gibi pek çok farklı duyguya, düşünceye alan açabilirdi bu belgesel. Zira, tartışma kültürü demokratik toplumların temelini oluşturan önemli etmenlerden birisi. Fakat bu pratiği deneyimleme hakkımız elimizden alınıyor. Üstelik bu eylem, yıllardır çalışmalarıyla kent belleğine katkı sunan bir belgeselcinin elinden çıkan bir işin suçlulaştırılmasıyla yapılıyor. Sibel Tekin’in yargılanması ‘Sibel Tekin’in yargılanmasından’ büyük bir mesele. 2024 özgür sinema gündeminde yaşanan olayları bugünün, bu yılın sınırlarında okumak da doğru gelmiyor bu yüzden. Güne karanlıkta başlamaya mahkûm edilen ve bu durumla mücadele ederken ortaklık kurabileceğimiz, yalnızlaşma hissinden uzaklaşabileceğimiz, ya da belki çok sinirleneceğimiz (belgesel hayata geçirilmediği için hangi duyguları yaşayacağımızı da bilmiyoruz) ama öyle böyle içimizde bir duygunun uyanacağı, bir fikrin ateşleneceği o veriye erişimimiz olmadığı için doğru gelmiyor.

Bu sebepten, bu yazı geçmişle bugün arasında gidip gelen bir kurguda düzenledi. Bazen olaylar bazen de kavramlar arasında zıplayan bir yapısı var. Son bir sene içinde olanları düşündüğümüzde aynı yere varıyoruz: Bulanık sınırlara.

2024 yılı değerlendirmesine başlığını veren ‘bulanık sınırlar’ kavramı, ceza hukuku alanında uzmanlaşan avukat Ezio Menzione’nin, Bakur davası iddianamesini incelediği raporda geçen bir ifade. Rapor 2021 tarihli. Bakur davası ise 2023 yılı Aralık ayında karara bağlandı. Ancak Menzione’nin raporda altını çizdiği ‘bulanık sınırlar’ bu yıl içerisinde yalnızca özgür sinema özelinde değil; politik, sosyal, kültürel, çevresel  –ve aslında kişisel- pek çok alanda yaşadığımız kaosu ironik biçimde anlamlandırıyor.

Bakur’u hatırla

Yönetmenler Çayan Demirel ve Ertuğrul Mavioğlu’nun, barış sürecinin devam ettiği 2013 yılında çektikleri Bakur’da (Kuzey, 2015), Türkiye sınırları içindeki PKK kampları ele alınıyor. Belgesel, örgütün Türkiye dışına çekilme sürecine tanıklık ediyor. 14 Aralık 2023’te Batman 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Bakur davasının yedinci duruşmasında Mavioğlu ve Demirel 2’şer yıl 1’er ay hapis cezasına çarptırıldı. Mahkemenin gerekçeli kararında belgeselin içeriğindeki görüntüler, konuşmalar ve yazılar suç unsuru olarak gösteriliyor. PKK üyelerinin yaşamlarının belgeselde “rahat” ve “eğlenceli” olarak gösterilmeye çalışıldığı savunuluyor. Kararda Mavioğlu ve Demirel ile avukatlarının belgesel gösteriminin sanat ve ifade özgürlüğü kapsamında olduğuna, görüntülerin örgütün geri çekilme ve barış sürecinde çekildiğine, filmin cebir ve şiddete yönlendirmediğine dair savunmalarına ise itibar edilmiyor. Karar 2015’te geçirdiği kalp krizi sonrasında hayatını yüzde 99 engelli durumda sürdüren Demirel’in ‘cezai ehliyetinin tam’ olduğunu, bu konuda yapılan itirazlara itibar edilmeyeceğini de içeriyor.

Bakur Türkiye’de ‘örgüt propagandası’ suçlamasıyla yargılanan ilk film olması açısından önemli bir yerde duruyor. Belgeselin yönetmenlerinin hapis cezasına çarptırıldıkları dava iddianamesi, 2021 yılında PEN Norveç tarafından incelendi ve ‘Demirel ve Mavioğlu: İddianame İnceleme Raporu’ sunuldu. Raporu hazırlayan avukat Ezio Menzione, yönetmenlere yöneltilen ‘terör örgütü propagandası yapmak’ suçlamasında geçen ‘propaganda’ kavramını ele alarak propaganda ile düşüncenin özgür ifadesi arasındaki bulanık sınırlara dikkat çekmişti. Menzione’ye göre, belgeselin ‘örgüt propagandası’ suçu kapsamında değerlendirilebilmesi için iddianamede hangi bölümlerinin “izleyenleri terör örgütüne üye olmaya teşvik etme amacını taşıdığını”nın belirtilmesi gerekiyor. Raporda ceza hukukunda suçlayıcı bir normun belirsizliğinin kabul edilmez olduğunun (veya en azından bu belirsizliğin minimumda tutulması gerektiğinin) özellikle altı çiziliyor. İddianamede suçlayıcı norm olan ‘propaganda’nın belirsiz kaldığı belirtiliyor. Çayan Demirel’in avukatı Meral Hanbayat Yeşil’in “Belgesel hiçbir şekilde mahkeme tarafından izlenmemiş ve bilirkişi raporu alınmamıştır,” şeklindeki beyanı, Menzione’nin raporda vurguladığı hukuki gerekliliğin yerine getirilmemiş olduğunu destekliyor.

Koray Kesik’e gözaltı

Menzione, iddianameye göre Bakur‘un suç teşkil etmediğini belirtiyor. Buna karşın belgesel üzerinden yargılamalar devam ediyor. 2 Mayıs 2024’te, İzmir’de yaşadığı eve yapılan gece baskınıyla gözaltına alınan görüntü yönetmeni/belgesel sinemacı Koray Kesik, 6 Mayıs’ta yurtdışına çıkış yasağıyla serbest bırakıldı.

Görüntü yönetmenliğini yaptığı Bakur belgeseli nedeniyle gözaltına alınan Kesik’e ‘örgüt üyeliği’ suçlaması yöneltildi. Dört gün gözaltında tutulan ve dosyasında kısıtlama kararı bulunan Kesik’in arkadaşları ve meslektaşları, dayanışma için Karşı Sanat Çalışma Galerisi’nde bir araya gelerek bir basın toplantısı düzenledi. Otuz yılı aşkın süredir sayısız önemli belgesele görüntü yönetmeni olarak imzasını atan Kesik’in gözaltına alınmasına ve arşivine el konulmasına tepki gösterildi: “Onu gözaltına alanlar ne arıyordu bilmiyoruz ama ne bulacaklarını biliyoruz. Koray’ın kamerasında, bilgisayarında, hafızasında bulacakları tek şey belgesel sinemadır.”

Bakur ilk olsa da tek değil

2024, Türkiye özgür sinema alanında sansür vakalarının çokça yaşandığı bir yıl olduğu kadar sansürün üzerinin örtülmeye çalışıldığı ve belki de festivallerden başlayarak ‘yeni bir düzenin yaratılmak’ istendiği bir yıl olarak da hafızalarda yer aldı. Burada muğlak kalan bir noktayı hatırlatmakta fayda var: Otosansür.

Susma Platformu’nun Ocak 2023 – Aralık 2023 döneminde gerçekleşen sansür vakalarını kayıt altına alan Türkiye’de Sansür ve Otosansür raporunun sinema alanına ayrılan kısmını hazırlayan Özkan Küçük, diğer yıllara göre daha az vaka yaşanma sebebinin “bazı vakaları yaşayanların görünmez olmayı tercih etmesinden” kaynaklı olabileceğine işaret ederek bu durumun yeni bir kırılma olduğuna dikkat çekmişti. Küçük, sinema endüstrisinin daha fazla otosansüre ve sansür vakalarını gizlemeye yönelmiş durumda olduğunu ifade etmişti. 2024 raporu henüz yayımlanmadı ancak 2023 yılında yaşanan olayların (Kanun Hükmü‘nün festivalden çıkarılması, Altın Portakal’ın iptali, Bakur davasında hapis kararları, Can Candan’ın filminin Boğaziçi’nde yasaklanması vb.) 2024 yılında katlanarak devam ettiğini baz alarak ve kamuoyuna yansıyan vakalara bakarak sinemacılar üzerindeki baskının derinleştiği çıkarımına varmak güç değil. Burada asıl tehlikeli olan otosansürün ne boyutta derinleştiği.

İfade özgürlüğü Anayasa’nın 26. maddesinde güvence altına alınıyor. Sanat faaliyetleri ve sanatçının hakları ise 64. maddeyle koruma altına. Ancak sinema alanında yaşanan sansür vakalarına baktığımızda, bunların büyük bir kısmının Menzione’nin raporunda dikkat çektiği bulanık alanda gerçekleştiği görünüyor.

Örneğin;

  • Yönetmen Kazım Öz, YouTube’da yayınlanan Zer (2017) filmi nedeniyle İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hakkında açılan soruşturma kapsamında ifadeye çağrıldı. Öz, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından önce desteklenen filmi, daha sonra sansürlenen sahneleriyle YouTube’a yüklediği için “terör örgütü propagandası” yapmakla suçlandı.
  • Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Sinema Filmlerini Sınıflandırma ve Değerlendirme Kurulu Rojbash’ın (Merhaba, 2022) “ticari dolaşıma ve gösterime sunulmasının uygun bulunmadığına” karar vererek filme eser işletme belgesi vermedi. Filmin yönetmeni ve yapımcısı Özkan Küçük‘e göre bu karar, Kürtçe sanat üretimlerine yönelik baskının devamı.
  • ‘Karanlıkta Başlayan Hayat’ belgeselinden dolayı tutuklanıp serbest bırakılan Sibel Tekin bir başka suçlamayla daha yargılandı. Dokuz yıl önce haber amaçlı takip ettiği protestoda eylemci olduğu öne sürülerek yargılandığı davada Tekin’e “örgüt propagandası yapmak” iddiasıyla 10 ay hapis cezası verilmiş ve hükmün açıklanması geri bırakılmıştı. İstinaf mahkemesinden dönen ve yeniden başlayan davanın dördüncü duruşmasında Tekin hakkında beraat kararı verildi.
  • Yapım aşamasından itibaren engellerle karşılaşan, ön jüri tarafından belgesel yarışmasına seçilmesine rağmen Altın Portakal’ın programından çıkarılan Nejla Demirci imzalı Kanun Hükmü‘nün (2023), 19. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin Ankara ve İstanbul’daki gösterimleri ilçe kaymakamlıklarınca engellendi.
Yasağı protesto etmek için Kuğulu Park’tan Çağdaş Sanatlar Merkezi’ne yürümek isteyen festival takipçilerine polis müdahale etti. (Fotoğraf: Sibel Tekin)
  • Kanun Hükmü‘ne yönelik bir engel de İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘nden (İBB) geldi. Demirci, İBB’nin, festivalin salonlarından biri olan Beyoğlu Sineması’nda Kanun Hükmü’nün gösterilmesini istemediğini söyledi. Yine bu sene Özgürlük için Sanat İnisiyatifi‘nin Altın Portakal Film Festivali‘ni protesto etmek ve festival tarihinde yaşanan sansür olaylarını hatırlatmak amacıyla düzenlediği ‘Özgür Portakal Film Günleri‘ adlı alternatif etkinlikte belgeselin gösterimi Antalya Valiliği tarafından engellendi. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü, Kanun Hükmü için yapılan eser işletme / kayıt tescil başvurusunu reddetti.

Festivaller: Ayrımcılık ve sansür vakaları birbiriyle ilişkili

Kanun Hükmü üzerinde yükselen sansür tartışmalarının bir ayağı festivallere uzanıyor şüphesiz. Türkiye’nin köklü film festivalleri, geçmişlerindeki sansür vakalarıyla yüzleşmedikleri gibi sansürden doğan çok yönlü mağduriyetin önünü kapatacak müdahalelerden de kaçınıyor. Bir festivalin iptal edilmesiyle festival programına seçilen diğer filmlerin yönetmenleri, film ekipleri, festival emekçileri gibi organizasyonda yer alan yüzlerce kişi ve kurum pek çok sorunla karşı karşıya kalıyor. Geçtiğimiz yıl sansür nedeniyle iptal edilen Altın Portakal‘ı hatırlayalım. Sinema Yazarları Derneği (SİYAD), sansürle yüzleşmeyen Altın Portakal’ın 61. edisyonuna jüri göndermeyeceğini bildiren açıklamasında, aralarında SİYAD üyelerinin de bulunduğu çok sayıda festival emekçisinin geçen yıldan kalan ücretlerinin ödenmediğini vurgulamıştı.

Altın Portakal, sansür ve ücret tartışmalarının yanı sıra organizasyon eksikliği ve bazı kategorilerdeki film ekiplerine ‘ayrımcılık’ yapıldığı yönünde eleştiriler de aldı. Festivalin Öğrenci Filmleri kategorisinde finale kalan filmlerin ekipleri ve destekçileri, festivalin yürütme kuruluna ve yöneticilerine hitaben bir açık mektup kaleme aldılar. Bildiride “öğrenci filmlerinin gösterim çizelgelerinde yer almadığı”, “tüm filmlere telif ödenirken öğrenci filmlerine ödenmediği”, “ödül töreninde öğrenci filmlerinin ekiplerine yer ayrılmadığı”, “akreditasyon garantisi verilmediği”, “festivalin 240 sayfalık kitapçığında öğrenci filmlerine bir sayfa yer verildiği”, “diğer filmlere sağlanan gösterim öncesi test imkânının öğrenci filmlerine sağlanmadığı” gibi başlıklar öne çıktı. 

Altın Portakal’ın hemen öncesinde düzenlenen 31. Adana Altın Koza Film Festivali de ‘ayrımcılık‘ tartışmalarıyla geçti. Festivalin Kısa Film, Ulusal Belgesel Film ve Öğrenci Filmleri Yarışmaları kategorilerinde filmleri yer alan sinemacılar, festivalin bu yılki ödül dağıtım mekanizmasına, organizasyondaki eksikliklere dair festival yönetimine hitaben yayımladıkları açık mektupta çeşitli ‘ayrımcılıklara’ maruz kaldıklarını ifade ettiler. Açıklamada festivallerde yaşanan ayrımcılık ve sansür vakalarının birbiriyle ilişkili olduğuna dikkat çekildi.

Sinemacılar, Altın Koza yönetimine yazdıkları açık mektupta ayrımcılık ve sansürün festivallerde yapısal değişikliğe neden olabileceğinin altını çizmişlerdi. Bu bildiriden çok kısa bir süre sonra ise İKSV, İstanbul Film Festivali’nde 1985’ten bu yana düzenlenen Ulusal Yarışma ve Ulusal Belgesel Yarışması’nın gelecek yıldan itibaren festival programında yer almayacağını duyurdu. Yeni yönetmenliğe göre festivalin resmi seçkisi kapsamında Altın Lale Yarışması, Yeni Bakışlar ve Kısa Film Yarışması olmak üzere toplam üç yarışmalı bölüm yer alacak. Altın Lale Yarışması yerli veya yabancı uzun metraj kurmaca, belgesel ve animasyon filmlere açık olacak. Yarışmada yaklaşık 15 filmin yer alması hedeflenirken bunların üçte biri Türkiye’den olacak. Yeni Bakışlar bölümünde ilk ya da ikinci uzun metraj yerli filmler yer alacak. Kurmaca, belgesel, animasyon filmler bu bölüme dâhil olabilecek. Bu bölümde en iyi seçilen filme Seyfi Teoman Ödülü sunulacak. Kısa Film Yarışması’nda ise seçilen filmlerin yarısı yerli, yarısı yabancı yapım olacak. En İyi Kısa Film ödülü uluslararası nitelik kazanacak.

Festival yönetimi, yeni yönetmelikle ilgili açıklamasında ‘dikkat çeken yönetmenleri daha güçlü desteklemek’ amacıyla yapısal değişikliğe gidildiğini ifade etti. Ancak bu kararın, ticari sinemalarda kendilerine hemen hiç yer bulamayan yerli belgesellerin temsil alanlarını daha da daraltacağı öngörülüyor. Festivalde yer alacak yerli belgesel sayısında ciddi anlamda düşüş yaşanması büyük bir olasılık.

Filmlerin seyirciye ulaşmasında kritik bir konuma sahip festivallerin itibarsızlaştırılmasının önüne nasıl geçeceği sorusu belirsizliğini koruyor. Belgesel sinema başta olmak üzere filmlerin giderek daralan özgürlük alanının iyileştirilmesine yönelik bir gayretin olmadığı, filmlerin ve yönetmenlerinin ‘suçlulaştırılması’nın önüne geçilmesi için geliştirilecek stratejiler ve bunlara istinaden atılacak adımların belirlenmediği film festivallerin geleceği muğlak görünüyor.

Kolektif eylemlilik tek başına yeterli mi?

Hatırlanacağı üzere, 2014 yılında gerçekleşen 51. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Reyan Tuvi’nin kamerasını Gezi Direnişi’ne çevirdiği Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek… (2014) belgeseli yarışma programından çıkarıldı. O yıl belgesel yarışmasındaki tüm filmler çekilse de Ulusal Yarışma’da yer alan uzun metraj kurmacaların katılımıyla festival gerçekleştirildi. Sinemacıların kendi içlerinde ikiye bölünmesinin sonuçlarından biri olarak AKP yönetimindeki Antalya Büyükşehir Belediyesi, 2015 itibarıyla festivaldeki ulusal yarışmaları kaldırdı ve ismini de değiştirerek festivali büyük oranda uluslararası katılımla sınırladı.

2014’teki sansür vakasına verilen tepkinin bir benzeri, daha örgütlü sayılabilecek bir direniş pratiği olarak Bakur belgeselinin İstanbul Film Festivali’nden çıkarıldığı dönemde yaşandı. Direniş her ne kadar güçlü olsa da sinemacıların yargı üzerinden cezalandırılarak sindirildiği bir başka sansür mekanizması devreye girdi.

34. İstanbul Film Festivali’nde Bakur sansürüne karşı yapılan protesto yürüyüşünden.

Sektörün tüm bileşenleriyle sansüre karşı kenetlenmesi festivalin iptaline sebep olacak kadar güçlü olabiliyor. Özellikle kolektif eylemliliğin kısa ve etkili sonuçlar doğurduğunu gösteren pek çok örnek biliniyor. Ancak sinemacılara yönelik hukuksuz cezai yaptırımların, direniş pratiğinin sürdürülebilirliğine ket vurduğu da ortada. İfade özgürlüğünün ihlal edildiği, gazetecilik-belgesel sinema gibi meslek pratiklerinin suç sayıldığı kaotik bir ortamda direnişin tek başına yapısal bir çözüm getirmeyeceğini ıskalamamak gerek.

LGBTİ+’lara yönelik nefret derinleşiyor

Altın Portakal’ı çok katmanlı bir vaka olarak düşünelim. Önceki yıllarda Menderes Türel başkanlığındaki Altın Portakal yönetiminin Ulusal Yarışma’yı programdan kaldırılması, sansürün yalnızca artmasına değil, daha sistematik bir şekilde uygulanmasına da imkân tanımış oldu. 2019’da Ulusal Yarışma festival programına tekrar dâhil edilse de Altın Portakal’ın, 60. yılında bir belgesele sansür uygulanan ve nihayetinde iptal edilen bir festival olarak anıldığı gerçeği var. Festivalde doğan ve zamanla olgunlaşan tartışmaların gerek diğer festivaller gerekse sinemacılar üzerindeki olumlu/olumsuz ancak güçlü olan etkilerini gösteren pek çok örnek mevcut. Bu noktada, festivalde 2024 yılında yaşanan bir başka tartışmalı başlığı konuşurken yaşananların var olandan fazlası olduğu düşüncesini es geçmemeli: Sibel Tekin’in yargılanmasının ‘Sibel Tekin’in yargılanmasından’ büyük bir mesele olması gibi.

Altmış yılı deviren festival, sansür ve ayrımcılık tartışmalarına ek olarak LGBT+’lara yönelik nefret dili ve hedef göstermelerle de gündeme geldi. Festivalin ön jürisinde görev yapan, aynı zamanda SİYAD üyesi olan Tunca Arslan’ın Ulusal Kanal’a yaptığı açıklamalar tepki çekti. Festivalin bu yılki seçkisini değerlendiren Arslan, “Yurt dışı festivallere ve fonlara bağlı filmler, ülkeye haddinden fazla eleştirel bakan filmler, LGBT temalı filmler yoktu,” açıklamalarında bulundu. Ulusal Kanal, Arslan’ın açıklamalarının yer aldığı video haberi “LGBT propagandasına geçit verilmedi, fonlanan sinemalar yer almadı” ifadeleriyle servis etti. Arslan, ulusal sinemanın güçlenmesi için devlet politikalarının etkin olması gerektiği fikrini savundu. Bu yılki programdan hareketle “Ayakları daha Türkiye’ye basan, halka dönük filmler yapan yönetmenlerin dönemi başlayacak gibi görünüyor,” diyen Arslan’ın açıklamaları sektörde yoğun tepki gördü. Arslan’ın açıklamalarıyla ayrımcılık yaptığını, muhalif sinemacıları hedef gösterdiğini ve nefret suçu işlediğini ifade eden sinemacılara göre söz konusu ifadeler “sansürün itirafı”.

Ancak LGBT+ filmlere yönelik baskılar yalnızca bununla sınırlı değil:

  • 43. İstanbul Film Festivali, iktidara yakınlığıyla bilinen muhafazakâr yayın politikasına sahip gazeteler tarafından ‘LGBT propagandası’ yapılıyor denilerek hedef alındı. Festivalin ‘LGBT’yi normalleştirmeye’ çalıştığı iddia edildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Kadıköy ve Beyoğlu belediyeleri de festivale destek sunmakla suçlandı.
Nehir Tuna’nın prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan ilk uzun metrajı Yurt (2023), festival programında hedef alınan filmler arasında. Film İstanbul Film Festivali’nde büyük ödül Altın Lale’yi kazandı.
  • Boğaziçi Üniversitesi’nden 37 öğrenci kulüp ve topluluğu ile öğrenci temsilciliği kurulunun imzasıyla yayımlanan “Baskı ve Sansürleri Kabul Etmiyoruz” başlıklı ortak açıklamada Boğaziçi Sinema Kulübü’nün BÜ(S)K film gösterimlerinin üniversite yönetimi tarafından sansürlendiği ifade edildi. Açıklamada üniversite yönetiminin BÜ(S)K‘ün sosyal medya hesaplarında bulunan BÜLGBTİA+ ifadesinin de kaldırılmasını istediği aktarıldı.
  • Kadıköy Kaymakamlığı, MUBI Fest İstanbul 2024’ün açılış filmi Queer‘i (2024) gösterime saatler kala “toplum barışını tehlikeye atacak provokatif içerik taşıdığı” gerekçesiyle yasaklarken MUBI, festivalin İstanbul programını tamamen iptal etti.
  • Pembe Hayat Derneği’nin #DöndümBak sloganıyla 12’nci kez gerçekleştirmeyi planladığı Pembe Hayat KuirFest, Ankara Valiliği Hukuk İşleri Şube Müdürlüğü tarafından “kamu düzeninin, genel sağlığın ve genel ahlakın, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması” gerekçesiyle yasaklandı. LGBTİ+ ve hak savunucusu örgütler karara tepki gösterirken festival, programında herhangi bir aksaklık yaşanmadan “küründen online” bir şekilde gerçekleşti.

RTÜK’ün yeni işlevi: Sansür aygıtı

Hazır lafı açılmışken, 2024 yılında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, LGBTİ+ filmlerin yasaklandığı, sanatsal ifade özgürlüğünün yargılandığı bir dönemde toplumun bir kesiminin inancı, dış görünüşü dolayısıyla aşağılandığını ve bunun diziler üzerinden gerçekleştiğini belirterek Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’na (RTÜK) seslendi. Dizilerin dini değerlerin zedelediğini öne süren Erdoğan, “milli güvenlik sorunu” olarak gördüğü yapımlarla ilgili hareket geçme talimatı verdi. Akabinde Üst Kurul pek çok kanala ceza yağdırdı. Bunlardan en dikkat çekeni 2006’dan beri devam eden Arka Sokaklar oldu. Dizinin tarikatta küçük yaşta evlilik ve cinayet konusunun işlendiği bölümünü “milli ve manevi değerlere aykırı” bulan RTÜK, Kanal D’ye de 2 kez program durdurma ve yüzde 3 para cezası verdi.

Kızıl Goncalar

Yine yıl içerisinde, özellikle muhafazakâr-seküler yaşam tarzlarını yansıtan hikâyelere sahip televizyon yapımları tarikat, cemaat gibi yapılanmalar ve iktidara yakın yayın organlarınca hedef gösterildi, RTÜK tarafından da cezalandırıldı. Hedef gösterilen Kızılcık Şerbeti (2022-) ve Kızıl Goncalar (2023-) dizilerine de Üst Kurul tarafından yayın durdurma, idari para cezası gibi yaptırımlar uygulandı. Netflix, Disney+, Amazon Prime Video, MUBI, beIN ve BluTV’deki pek çok yapımı “toplumsal ve kültürel değerler ile aile yapısına aykırı” bulan RTÜK, bu platformlara üst sınırdan idari para cezası kesti. Birkaçı şöyle:

  • Amazon Prime Video‘nun kütüphanesinde 18+ yaş sınırıyla yayınlanan Sosis Partisi: Gıdatopya (Sausage Party: Foodtopia, 2024-) adlı mini animasyon dizi için yasal inceleme başlatan Üst Kurul, “Toplumun millî ve manevî değerlerine, genel ahlaka ve ailenin korunması ilkesine aykırı olamaz,” hükmünü ihlal ettiği gerekçesiyle Prime Video’ya katalogdan çıkarma ve üst sınırdan idari para cezası verdi.
  • RTÜK, ahlak dışı olduğu gerekçesiyle 2016’da çekilen Sosis Partisi (Sausage Party) adlı yapımın da Netflix kataloğundan çıkarılmasına karar verdi.
  • MUBI ve BluTV, Gaspar Noé’nin Climax (2018) filmi nedeniyle üst sınırdan idari para cezası aldı. İki yayın platformuna da katalogdan çıkarma yaptırımı uygulandı. Cezaların gerekçesi ‘genel ahlak ve aile yapısının korunması ilkelerine aykırılık.’

RTÜK, Açık Radyo’nun lisansını iptal etti

RTÜK’ün yıl içerisindeki skandal hamlesi ise, 1995’ten beri yayın hayatını sürdüren Açık Radyo’nun yayın lisansını iptal etmesi oldu. Süreci kısaca hatırlayacak olursak, Üst Kurul, Açık Radyo’da yayınlanan Açık Gazete’nin 24 Nisan tarihli programında yayına katılan konuğun “Ermeni soykırımı” ifadesini gerekçe göstererek üst sınırdan 189 bin 282 lira para ve beş kez yayın durdurma cezası verdi. 3 Temmuz’da ise radyonun lisansının iptal edildiği duyuruldu. Açık Radyo yönetiminin başvurduğu idare mahkemesi, yürütmeyi durdurma kararı aldı. Ankara 21. İdare Mahkemesi tarafından 8 Temmuz’da alınan karara karşı RTÜK’ün itiraz talebi ise reddedildi. Ancak Ankara 21’inci İdare Mahkemesi, 27 Eylül’de aldığı yeni kararla ‘yürütmenin durdurulması isteminin reddine’ karar verdi, 11 Ekim’de de RTÜK, Açık Radyo’nun yayın lisansını iptal etti.

İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg’den Açık Radyo’ya destek ziyareti.

Açık Radyo’nun lisansının iptal edilmesi tepkiyle karşılandı. Change.org üzerinden ‘Açık Radyo’nun Kesintisiz Yayını için RTÜK Kararının İptali Talep Edin’ başlıklı bir imza kampanyası başlatıldı. RTÜK eski üyesi ve medya ombudsmanı Faruk Bildirici, ‘siyasi iktidarın sopası’ olarak nitelendiği Üst Kurul’un fikir ve medya özgürlüğünün düşmanı olduğunu ifade etti. Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) açıklamasında “Açık Radyo ile ilgili verdiği lisans iptal kararı, açıkça Anayasa’nın düşünce ve ifade özgürlüğünü düzenleyen 26. Maddesi’ne aykırıdır,” ifadeleri yer aldı.

RTÜK kararına ilişkin Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) başta olmak üzere yerel ve uluslararası düzeyde basın ve ifade özgürlüğü kuruluşlarının imzasıyla yayımlanan ortak bildiride Üst Kurul’un Açık Radyo’nun lisansını iptal etme kararı Türkiye’de bağımsız medyaya yönelik sistematik taciz olarak nitelendi. Türkiye’ye, anayasa ve uluslararası insan hakları hukuku doğrultusunda basın ve ifade özgürlüğünü koruma yükümlülüklerini yerine getirme ve Açık Radyo’nun lisansını iade etme çağrısı yapılan bildiride RTÜK’e sorumlulukları hatırlatıldı.

Öte yandan Açık Radyo, “Apaçık Radyo” adıyla internette yayın yapmaya başladı. 8 Kasım’da internet mecrasında dinleyicilerle bulan radyo, üç gün süren test yayınının ardından, 11 Kasım’da yayın hayatına başladı.

Halkın haberleşme özgürlüğüne engel, gazetecilere baskı

Bağımsız medyaya yönelik müdahaleler bununla sınırlı kalmadı. 2024 yılında mesleki faaliyetlerini yapmak isteyen gazeteciler için baskı, engelleme ve cezalandırmaya karşı mücadeleyle geçti. Diyarbakır’da seçimleri izlemek isteyen gazeteciler kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından silahlı saldırıya uğradı. Muş’ta ‘hileli oy’ seçimi sandık görevlileri tarafından engellenmediği ve tutanak tutulmadığı yönündeki itirazları kayda almak isteyen gazeteciler tehdit edildi. Özellikle Güneydoğu’daki illerde taşıma seçmen getirildiğine dair pek çok video yayınlandı. Ancak İletişim Başkanlığına bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’nden (DMM) yapılan açıklamada görüntülerin dezenformasyon olduğu, gerçeği yansıtmadığı iddia edildi. Van, Batman, Siirt gibi illerde gazetecilere tazyikli su sıkılarak müdahale edildi. Birçok gazeteci seçimlerdeki usulsüzlükleri haberleştirdiği için ölüm tehdidi aldığını duyurdu.

İstanbul Yenikapı Miting Alanı’ndaki Newroz kutlamalarını takip eden bianet muhabirleri Tuğçe Yılmaz ve Ali Dinç’e polis saldırdı. AFP foto ve video muhabiri Eylül Deniz Yaşar’ı gözaltına aldıktan bir süre sonra serbest bırakan polis, bianet Kürtçe editörü Aren Yıldırım’ı da gözaltına almaya çalıştı.

bianet muhabirleri Tuğçe Yılmaz ve Aren Yıldırım, İstanbul Yenikapı Miting Alanı’ndaki Newroz kutlamalarında. (Fotoğraf: MLSA)

1 Mayıs İşçi Bayramı’nda Saraçhane’den Taksim’e yürümek için alana girmek isteyen kortejde yer alan yönetmen Özgür Cihan Uçar‘ın da aralarında bulunduğu on yedi Partizan okuru polis ablukasında gözaltına alındı.

Yine bu yıl içerisinde gazeteci, sinemacı, yazar, karikatürist ve insan hakları savunucularına yönelik büyük bir operasyon gerçekleştirildi. Gözaltına alınan gazetecilere mesleki faaliyetleri, çalıştıkları kurumlarla olan ilişkileri soruldu. Gazetecilik meslek pratiklerinin kriminalize etmeye yönelik operasyon ulusal ve uluslararası basın medya kuruluşlarının yanı sıra kamuoyunda da yoğun tepkiyle karşılandı.

Baskı, engelleme ve polisin şiddet uygulama cüretkârlığı arttıkça Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğü alanının daraldığını gösteren bir tablo ortaya çıkıyor. Meslek pratikleri ‘suç’ sayılan gazeteciler haksız müdahalelerle maruz kalıyor, ‘cezalandırılıyor’. Tıpkı Sibel Tekin’in ‘Karanlıkta Başlayan Hayat’ yargılanmasında olduğu gibi, kamuoyunda ‘ses ve görüntü yasağı’ olarak nitelenen Emniyet Genel Müdürlüğü genelgesinin yürütmesi kesin olarak durdurulsa da belgeselci ve gazetecilerin kayıt almasına yönelik baskıların fiilî anlamda devam ettiği görülüyor.

Gezi’nin yükü beş kişinin sırtında, iki sinemacı hapiste

Bakur davası belgesel sinema faaliyetlerini kriminalize etmenin yanı sıra yargının güvenilirliği tartışmalarına da ciddi bir referans sunuyor. Uluslararası hukuk bağlamında düşünüldüğünde, bu iki yönlü işleyişi içeren bir davaya rastlamak mümkündür elbet. Örneğin yine bu yıl içerisinde Risk Altındaki Sinemacılarla Uluslararası Dayanışma Koalisyonu (ICFR), İranlı sinemacılar üzerindeki baskının arttığı belirterek uluslararası kültür çevrelerine dayanışma çağrısı yaptı. Bildiride ICFR, İranlı yetkililerin, film yapımcılarına ve ekiplerine yönelik zulümlerini sürdürdüğü; seyahat yasakları, tutuklamalar ve bozulan yargı kararları gibi uygulamaların gün geçtikçe şiddetlendiğini aktardı. İran’daki baskı ve yasakların gerek Türkiye gerek benzer yönetim anlayışındaki başka ülkeler için ciddi çıkarımları ortaya koyacak okumalar sunduğu şüphesiz. Ancak herhangi bir ülkede soyut delillerin yer aldığı yüzlerce sayfalık iddianamelerle ifade özgürlüğü ve toplantı yürüyüş özgürlüklerinin yanı sıra kültür-sanat faaliyetlerini, video ve film üretimini de suç kapsamına dâhil eden, hukuksuzlukta emsal kabul edilen bir davaya rastlamak kolay olmasa gerek.

Gezi davasının yankıları 2024 yılında da devam etti. 2013 yılında, ülkenin tamamına yayılan protestolarla Türkiye siyasi tarihinin ‘kent hakkı’ merkezli en büyük direnişi hâline gelen Gezi’nin yükü beş kişinin sırtına bindirilirken tutuklulardan ikisinin sinemacı olması sektöre yönelik tehdidin bir başka boyutuna işaret ediyor. Çekmediği bir belgeselden dolayı 18 yıl hapse mahkûm edilen Çiğdem Mater ve bulunamayan bir ihbarcının, kanıtlanmayan iddiasından dolayı yine 18 yıl hapis cezası alan Mine Özerden, Menzione’nin dava iddianamesinde belirttiği ‘bulanık sınırların’ en muğlak ve acımasız tarafıyla mücadele ediyor. Burada şunu sormak içten bile değil: Olmayan bir şeyle nasıl mücadele edersiniz?

Bu yıl 81. kez düzenlenen Venedik Film Festivali’nde ‘Çiğdem Mater’e özgürlük’ dövizleri açıldı.

Yıllardır süren Gezi davası 2024’te;

  • Halk iradesine darbe yapıldığı yönünde yorumlanan bir boyuta evrildi: Mater ve Özerden gibi 18 yıl hapis cezasına çarptırılan TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın vekilliği TBMM Genel Kurulu’nda okunan kararla düşürüldü. Anayasa Mahkemesi (AYM) ise Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesinin ‘yok hükmünde’ olduğuna karar verdi. Atalay, AYM’nin hakkında iki kez “hak ihlali” kararı verilmesine rağmen tahliye edilmiyor.
  • Müebbet hapse mahkûm edilen ve bu cezası Yargıtay tarafından onanan Osman Kavala’nın ‘yargılanmanın yenilenmesi’ talebi İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedildi. Kavala’nın avukatı aracılığıyla üçüncü kez yaptığı talebi reddeden mahkeme heyeti, CMK’nın 23/3’üncü maddesi uyarınca değiştirilmişti. AİHM’de Osman Kavala ile ilgili ikinci bir yargı süreci daha başlarken bu yeni sürece insan hakları alanında faaliyet gösteren George ve Amal Clooney’in kurduğu Clooney Vakfı da dâhil olacak.
  • Davanın tutuklularından şehir planlamacısı Tayfun Kahraman, MS hastalığı nedeniyle rutin nöroloji kontrolüne götürülürken, kendisine eşlik eden kolluk kuvvetlerinin işkencesine maruz kaldı.
  • Üç yıl önce Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na devrettiği Gezi Parkı, mahkeme kararıyla yeniden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) oldu. Protestoların çıkış noktası olan parkın İBB’nin elinden alınması, iktidarın Gezi ruhunun korkusuyla aldığı bir karar ve cezalandırma yöntemi olarak yorumlanmıştı.

Gezi, PEN Norveç’in ‘Türkiye İddianame’ projesi kapsamında inceleyip raporladığı davalardan biri aynı zamanda. Proje kapsamında ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğünü hedef alan davalar ele alınıyor. İngiltere ve Galler Barosu İnsan Hakları Komitesi Üyesi, avukat Kevin Dent Q.C. Gezi Direnişi davasını 657 sayfalık iddianamesini, “Hukuki açıdan korkunç bir iddianame,” olarak yorumluyor. Tıpkı Menzione’nin Bakur‘a ilişkin raporunda belirttiği gibi, iddianamede geçen suçlamalara ilişkin herhangi bir somut kanıt gösterilmediği, suçlamaların ‘siyasi teoriyle bağlandığı’ belirtiliyor.

Türkiye’nin çoksesliliği, çokkültürlülüğü, çokrenkliliğiyle anılması büyük bir dilek olsa da ‘Çiğdem Mater için Hayal Havuzu’na bıraktığımız onlarca hayalden biri sadece –şimdilik-.


[1] Ulus Baker, Dolaylı Eylem, (der.) Ege Berensel, İletişim Yayınları, 2015, s. 29-30.