Hakkında herhangi bir mahkeme yasağı olmamasına rağmen Sûr: Ax û Welat (Sur: Toprak ve Yurt)[1] belgeselinin gösterimi 2017’de, film henüz tamamlanmamışken engellendi, 2022’de ise kurgucusu tutuklandı. Sur’daki zorunlu göçü ve yıkımı işleyen film, hem sansür rejiminin hükmüne hem de hafızanın direngenliğine işaret ediyor. Tamamlanmamış ve/ya gösterilememiş belgeselleri araştıran Sibil Çekmen, çekiminden yıllar sonra belgeselin yönetmenlerinden Zana Kibar ve kurgucusu Erhan Örs ile konuştu. Otosansürden bahsederken yükseklere uçmamaya alıştırılan kuşlara atıfta bulunan Kibar’a göre gökyüzünün bir sınırı var.
Söyleşi: Sibil Çekmen
Diyarbakır’a ilk kez 2009 yılında, Diyarbakır Sanat Merkezi (DSM) tarafından düzenlenen Uluslararası Kürt Sineması Konferansı (Konferansa Sînemaya Kurdî ya Navnetewî) kapsamında gösterilen Kürtçe filmleri izlemek için gittim. Yurtdışına taşındığım 2015 yılına kadar, şehir beni kendine çekmenin hep bir yolunu buldu, ben de bu çağrısını hiç cevapsız bırakmadım. 2023 yazında, yıllardan sonra, 2015-2016’da yaşanan sokağa çıkma yasaklarından sonra Diyarbakır’a tekrar döndüğümde ise, yakın tarihimde de bir yeri olan, benim tanıdığım Sur’un artık var olmadığına tanıklık ettim. Mahallenin büyük bir kısmı yıkılmış, insanlar göçe zorlanmış, boşalan alanlara TOKİ evleri yapılmıştı. Mıgırdiç Margosyan’ın Gâvur Mahallesi kitabında anlattığı mahalle hayatının izlerini takip etmenin artık imkânsız olduğunu fark ettim. Eskiden Sur’un dar sokaklarında kaybolurken, bu kez Sur’un boşluğunda kayboldum.
Hafıza bilinçli olarak yok edildiğinde, izler sistematik olarak silindiğinde, etrafta hiçbir tanıdık referans noktası kalmadığında, bir insanın, bir mekânın boşluğunda da kaybolabileceğini deneyimledim. Burcu Yıldız ve Onur Günay’ın çektikleri Garod belgeselinde, ailesi Diyarbakırlı olan Ermeni müzisyen Onnik Dinkjian’ın, hayatında hiç görmediği bir şehri hasretle kucaklamasının mekânı olan Sur’da, artık lüks markaların dükkânları, Amélie filminin müziklerini çalan kafeler üzerinden şehrin geçmişinden, dokusundan, akışından kopuk yeni bir tarih yazılıyor.
Uğradığı sansürün üzerinden yedi yıl geçmesine rağmen, Sûr: Ax û Welat belgeseline geri dönmemin nedeni belki de bu. Üç buçuk yıldır Almanya’da yaşayan, filmin yönetmenlerinden sosyolog Zana Kibar ile, Ağustos 2023’te Görünür Görünmez: Bir (Oto)Sansür Antolojisi’nin parçası olan Eksik Belgeseller adlı videom için yaptığım -ve hiç yayımlamadığım- söyleşinin güncellenmiş versiyonunu ve belgeselin kurgusunu yapan, aynı zamanda antolojinin bir diğer videosu olan Duvarlar’ın yönetmenlerinden Erhan Örs ile yaptığımız kısa söyleşiyi, “Em ê ji bîr nakin” yani “Unutmayacağız” diyerek sizlerle paylaşıyoruz.
Avcılar avlanmanın yasak olduğu dönemde, ormanın üstüne tel örgüler atıyorlar. Kuşlar bu tel örgülere takıla takıla yükseğe, uzağa uçmamaya alışıyorlar. Tel örgülerin sınırı gökyüzünün sınırı olarak zihinlerine kazınıyor artık. Av sezonu geldiğinde o tel örgüyü kaldırıyorlar. Kuşlar önlerinde bir engel olmasa bile, artık tel örgülerin belirlediği sınırları ve dolayısıyla avcının avlanma mesafesini geçmiyorlar, ötesinde bir tahayyülleri yok. Bizim durum da biraz öyle. Zana Kibar
Zana Kibar: Bilincinde olmadığımız otosansür reflekslerimiz var
Hicran Ürün ile yönetmenliğini üstlendiğin Sûr: Ax û Welat ilk belgesel filmin ama asıl çalışma alanın sosyoloji. Seni Sur’da yaşananları belgesel film aracılığı ile anlatmaya iten ne oldu?
Sur belgeselini ben çekmedim, Sur bizi çekti. Kürdistan’da yaşananlar ve 2015-2016’da meydana gelen sokağa çıkma yasakları sürecinde, master tezimi değiştirmeye karar verdim ve Sur’daki süreci çalışmaya başladım. O dönem aynı zamanda, daha sonra kapatılacak olan Göç-Der ile yedi kentteki göç süreçlerini de takip ediyordum. İnsanlar giremiyordu alanlara, dernekler kapatılıyordu, gazeteciler tutuklanıyordu. Bir yandan da biz sahadaydık ve elimizde epey bir malzeme birikiyordu. Hikâyeler birikiyordu ama bunları anlatabilecek alan yoktu. Tanıklıkları toplamanın önemini biliyordum çünkü 90’larda ben de köy yakma ve boşaltma süreçlerine tanık olmuştum ve o dönem hiçbir tanıklık toplanamamıştı. 2016’dan 2021’e kendime bir misyon biçtim: Toplayabildiğim ne varsa toplayacaktım. Hatta dedim, ondan sonra emekli olacağım, hiçbir şeye bulaşmayacağım. Yaşananları anlatmamızı sağlayacak ne yapabilirsek: tez, belgesel, kadınların yaşadıkları göç hikâyelerinden oluşacak bir rapor…
Savaş ortamında çekimler yaptığınız o süreçte, aklında en çok ne yer etti?
Ağır bir yıkım yaşandığı ve insanlar şokta oldukları için, konuşmanın güç olduğu bir dönemdi. Evleri yakılmış, yakınları ölmüş ya da gözaltına alınmış, tutuklanmış, işkenceye uğramıştı. Dışarıdan gelen heyetler ile konuştukları için gözaltına alınanlar da oluyordu. Televizyon kanalları insanlarla görüşmek istiyorlar ama bir görüşme dahi yapamıyorlardı. Birçok çalışmayla sürecin içinde olduğum için, insanlarla görüşebilmiş olsam da kolay olmadı. Güven duyguları inanılmaz derecede zedelenmişti. Mesela görüştüğüm bir kadın, bir yandan konuşmak, anlatmak istiyor, bir yandan da ses kayıt cihazı ya da not almak için kâğıt kalem çıkarttığımı görünce, “Siz polis, muhbir değilsiniz, değil mi?” diye soruyor, sonra da şüphesine ve tedirginliğine rağmen, yine de “Siz geldiniz, nefes aldım” diyebiliyordu. O zaman kamera sokamıyordun Sur’a, saklayarak götürdük biz de. Kamerayı açtım, o dar Sur sokaklarında dolaştım. Sur bizi böyle çekti içine, açtı kapısını, insanlar seslenmeye başladılar, “Bizi de çekin” diye. Dertlerini, kederlerini paylaştılar. Böyle bir süreç geçirdik. Belki hatırlarsın filmden, kamerayı yöneltmişim konuşuyorum bir çocukla. O küçük kız çocuğu, yaşananları film sanmış. Aylarca bir bodruma sığınmış olmalarına rağmen, aile çocuklarını dışarıdaki savaşın bir film seti olduğuna inandırabilmiş. Sur’da hâlâ dumanların yükseldiğini gördüğümüz bazı görüntüler var. Onları da aslında bir mahalleli telefonuyla çekti çünkü yukarı çıkıp kamera çıkarsak keskin nişancıların hedefi olabilirdik. Bazı görüntüler o şekilde elimize geçti.
Belgeselin ilk açık gösterimi İstanbul’da düzenlenecekti ama bir sansür vakasıyla karşılaştınız. Süreci kısaca hatırlatabilir misin?
Belgesel tam bitmemişti aslında ama 2 Aralık 2017, Sur’un ikinci yıldönümüydü ve hâlâ Sur üzerinde sokağa çıkma yasağı devam ediyordu, insanlar harabe bile olsa evlerine dönme umudunu koruyordu. Kamuda bir duyarlılık oluşturmak için filmi yetiştirmek istedik. İstanbul’daki birçok sivil toplum kuruluşu ile, bir gösterim düzenleyelim ve Sur’da yaşanan durumu anlatalım dedik. Ancak gösterime üç gün kala, Şişli Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi’nden görüşme için aradılar beni. Görüşmeye gittiğimde hem İstanbul İl Emniyet Müdürlüğü’nden hem de Şişli İlçe Emniyet’ten ekiplerin, bu gösterimin gerçekleşmemesi için kültür merkezinin üzerinde baskı kurduklarını öğrendim. Uyarılara rağmen eğer bu gösterim yapılırsa, içeriye polis koyacakları ve orada olacaklardan kendilerinin mesul olmayacakları yönünde tehditlerde bulunmuşlar. Kültür merkezi yönetimi bir hayli tedirgin olmuştu. Bize “Emniyet’e izletin, oradan onaylı bir belge getirin” dediler. Tavırları kesinlikle dayatmacı değildi hatta çok dostaneydi ama çok korkmuşlardı ve risk almak istemediler. Biz zaten belgeselimizi göstermenin bedelini biliyorduk. Olası bir gösterim sonrası gözaltına alınma ve tutuklanmayı göze alarak, Sur özelinde diğer tüm kentlerde yaşanan vahşeti duyurmak istiyorduk. Ama sonuç olarak biz o gösterimi gerçekleştiremedik.
“Evet, bunun bir film olduğunu sanıyor ve korkmuyorduk.” Sûr: Ax û Welat belgeseli, aileleri tarafından mahallelerinde yaşananların bir film seti olduğuna inandırılan çocuklarla yapılmış bir söyleşi de içeriyor.
Yani siz son kurguyu yetiştirmeye çalışırken, iptali gerektiren resmî bir karar olmadan mı sansüre uğramış oldu belgesel?
Evet. Bu süreçte emniyetten ya da savcılıktan kimse benimle muhatap olmadı. Herhangi bir soruşturma da olmadı çünkü zaten ortada henüz bir belgesel de yoktu. İçeriğini bile bilmeden belgeselin adına takıldılar çünkü sokağa çıkma yasakları ile ilgili hiçbir şeyin duyulmasına, gösterilmesine, bilinmesine izin vermek istemiyorlardı. Zaten hatırlarsanız kentler de abluka altına alınırken, günlerce, haftalarca, bazen aylarca oradan dışarıya, dışarıdan oraya bir bilgi akışı olmamıştı. Bugün itibariyle, belgesel ile ilgili halen resmî bir yasak yok ama fiili bir yasak var. Erhan Örs’ün “örgüt üyeliği” suçlamasıyla yargılanmasına, 7 ay tutuklu kalmasına neden olan Göç İzleme Derneği (GÖÇİZDER)[2] davasında, savcılık “suç unsuru” olarak belgeseli kullandı.
Türkiye’de filmi başka mecralarda göstermeyi denediniz mi?
Belgesel üzerindeki baskı basına ve kamuoyuna yansıyınca, İstanbul’da düzenlenen bir film festivali, dayanışma amacıyla belgeseli programına dahil etmek istedi. Ancak daha sonra, filmi göstermenin festivali riske sokacağını ama kararı yine de bize bıraktıklarını söylediler. Biz de kimseyi riske atmak istemedik. Dayanışma amaçlı başka girişimler de oldu ancak onlar da benzer nedenlerle planlandığı gibi gerçekleşemedi. Mesela belgeselin, İstanbul Kürt Film Festivali’nin kapanış gösterimi olması planlanmıştı. Fakat bu da riskli olacağı için, programda o şekilde yazılmış olmasına rağmen, gösterim gününü ve yerini değiştirerek, kapalı bir gösterim gerçekleştirdik. O gösterime ilgi çok yoğundu, ek salon açtık, ek gösterim koyduk.
Yurtdışında filmi gösterme fırsatları oldu mu? Aklında yer eden gösterimler var mı?
Belgesel, New York’taki bir üniversitedeki konferanstan, Girit İşçi Sendikası’nın toplantısına kadar çok farklı etkinliklerde gösterildi. Belge ve tanıklık özelliği taşıdığı için, klasik gösterimlerden çok, tartışma platformları formatında buluşmalara vesile oldu. İtalya’da Artena kentinde düzenlenen Kent ve Hafıza başlıklı bir yaz okulu kapsamında hem çok ilgi gören hem de bizi çok etkileyen bir gösterim gerçekleşti. Artena tarihte üç defa yıkıma uğramış bir kent bu yüzden insanlar, Sur gibi tarihi, kentsel ve kültürel mirası zengin bir kentin yıkılmasını, kendi hikâyeleri gibi benimsediler. Bu noktada, Sur’un, aynı Artena gibi, daha önce de yıkım ile karşı karşıya geldiğini hatırlatmakta yarar var. Belgeselde anlatıldığı gibi, Ermeni Soykırımı sırasında, Ermenilerin izlerinin silinmesi için Sur yakıldı, yıkıldı. Erken Cumhuriyet döneminde de yangınlar bir hafıza silme aracı olarak kullanıldı. Adana, Ankara, Bursa, İstanbul, Manisa, Amasya ve en çok bilineni İzmir’de olmak üzere sayısız mekânda, yangınlar ile gidenlerin ardından kalan kentsel miraslar yok edilmek istendi. Belgeselde de duyduğumuz “Gâvuru gitmişti, mahallesi kalmıştı. Şimdi mahallesi de gitti,” cümleleri, 1920’lerin başından bugüne uygulanan sistematik bir kent kırımın sonuçlarını çarpıcı bir şekilde özetliyor. 1915 yılında yangınlar aracılığıyla yapılan kent kırım, bu kez tanklar, toplar, buldozerler ve kayyımlar eşliğinde icra edildi.
Şu sıralar neler ile uğraşıyorsun?
28 Kasım Tahir Elçi’nin katlediliş yıldönümünde hem onu anmak hem de 2015-2016’da Sur, Şırnak, Cizre, İdil, Silopi, Nusaybin ve Yüksekova’da yaşananları görünür kılmak için, hafıza ve mekân üst başlığı ile Hamburg’da etkinlikler düzenledik. “Devlet geldi” adlı sergi ile eşzamanlı olarak, o döneme tanıklık etmiş ve artık Avrupa’da sürgün hayatı yaşayan siyasetçilerin, akademisyenlerin, gazetecilerin, hukukçuların (İdris Baluken, Selma Irmak, Faysal Sarıyıldız, Leyla Birlik, Rengin Ergül, Nedim Türfent, BAK Almanya) katıldığı bir konferans ile Sûr: Ax û Welat belgeselini izleyip bir tartışma yürüttük. “2015-2016 yıllarında Sur, Cizre, Şırnak, Nusaybin, İdil, Silopi ve Yüksekova’da yaşanan çatışmalar, yıkımlar ve sokağa çıkma yasakları sırasında yok edilen mekânların, kesintiye uğrayan yaşamların ve susturulmaya çalışılan hikâyelerin hafızasını korumak ve geleceğe aktarmak amacıyla” hazırladığımız dijital hafıza mekânı Bîrgeh’in açılışını yaptık. Hamburg’taki programı, 11 Ocak Barış Akademisyenleri bildirgesinin yıldönümünde, Berlin’de, Barış Akademisyenleri Almanya Derneği ve Bîrgeh olarak devam ettireceğiz.
Türkiye’de yarıda kalan çalışmalarım ile ilgili kısaca bilgi verecek olursam: Doktora kaydım muhtemelen silinmiş olmalı. Yedi Şehrin Hikâyesi: Kadınlar Anlatıyor adlı çalışma, kurguda yarım kalan hali ile bekliyor. 90’lar Köy Yakma ve Boşaltma ile ilgili zaten bir almanak çalışması yapmıştım ama tamamlanmayan bir hikâye var orada da. İkisini de bir gün tamamlamayı umut ediyorum. Türkiye’de hakkımda açılmış bir soruşturma ve bir gözaltı kararı var. Yakın zamanda Resmî Gazete’de mal varlıklarımın İçişleri Bakanlığı ve Maliye Bakanlığı imzası ile dondurulduğunu öğrendim.
Bazen kendine bile diyorsun “Ya bu çok radikal oldu.” Neye göre radikal? Kendine çizdiğin sınıra göre elbette. Sen dünyaya bir “öteki” olarak geliyorsan, o sınırları çok çabuk öğreniyorsun.
Artık yurtdışında yaşayan biri olarak otosansür meselesine bakışını merak ettim.
Cumhuriyeti kuranlar bu ülkeyi “som bir Türk yurdu” haline getirmek için bir rejim kurmuşlar, Türk, Sünni inancı olana yaşam hakkı vermişler. Türkiye’de yaşayan “ötekiler” ile ilgili bir üretim alanına gireceğiniz zaman ihtiyacınız olan, başınızın belaya girmemesi için size Türk hukukunun sınırlarını gösterecek olan bir avukattır. Şimdi bu topraklarda otosansür çok katmanlı bir olgu. Sansür dışarıdan geliyor, onu biliyoruz. Otosansür de içsel bir denetimden geliyor, onu da az-çok biliyoruz fakat daha derinlerde yatan, bilincinde olmadığımız otosansür reflekslerimiz de var ve onu tanımlamak zor. Türkiye’de yaşıyorsan, Kürtler, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler, Aleviler yani “öteki”lerle ilgili bir üretim yapıyorsan, otosansür yapmamanın imkânı yok. Düşüncenin sınırları, Türklük sözleşmesi de diyebileceğimiz o sözleşmeye göre belirleniyor. O çemberin içindeyiz ve ancak o çemberin dışında belirli bir süre kaldıktan sonra fark ediyoruz kendimizi nasıl baskıladığımızı. Yazdığımız, çizdiğimiz, çektiğimiz her şeyde içkin bir otosansür var. Bazen kendine bile diyorsun “Ya bu çok radikal oldu.” Neye göre radikal? Kendine çizdiğin sınıra göre elbette. Sen dünyaya bir “öteki” olarak geliyorsan, o sınırları çok çabuk öğreniyorsun.
Fransız avcıların bir yöntemi var mesela buna güzel bir örnek olacak. Avcılar avlanmanın yasak olduğu dönemde, ormanın üstüne tel örgüler atıyorlar. Kuşlar bu tel örgülere takıla takıla yükseğe, uzağa uçmamaya alışıyorlar. Tel örgülerin sınırı gökyüzünün sınırı olarak zihinlerine kazınıyor artık. Av sezonu geldiğinde o tel örgüyü kaldırıyorlar. Kuşlar önlerinde bir engel olmasa bile, artık tel örgülerin belirlediği sınırları ve dolayısıyla avcının avlanma mesafesini geçmiyorlar, ötesinde bir tahayyülleri yok. Bizim durum da biraz öyle.
Söyleşinin çıkış noktası belgeselin uğradığı sansür idi ama madem otosansür meselesine de girdik, Sûr: Ax û Welat bağlamında da otosansürden bahsedebilir miyiz?
Otosansür, sadece risk durumuna göre, bunu göstersem başıma bela alırım ya da almamdan, tanıkların, görüşmecilerin hangi sözlerini, hangi görüntüleri kullanacağımızı seçmekten ibaret değil. Görüşmecilerimiz de düşündüklerini bir otosansür süzgecinden eledikten sonra bize aktarıyor ve bizim otosansürümüze daha sonra sıra geliyor.
Belgesel çalışmasını, kompozisyonunu ve sorularını, hak ihlali ve mağduriyet üzerine kuruyoruz. Tam da efendiden aman dileyen mağdurun dili olan, Sur’da ne yaşandı, nasıl bir insan hakkı ihlali yaşandı veya kentsel kültürel miras nasıl yıkıma uğradı gibi bir objektiften ele alıyoruz. Oysaki bu hikâyenin bir başı var, bir itiraz ve bir isyan var. O halkın dilinin, kimliğinin, kültürünün sistematik olarak yok edilmesine, yerlerinin yurtlarının işgal edilmesine, yaşam alanlarını açık hava hapishanesine dönüştüren sömürgeci icraya, Foucault’dan referansla bireylerin bazı kurallara göre şekillendirilmesi biçimi olan Panoptikon mekanizmaya karşı bir itiraz var. “Kendimi de, kentimi de ben yönetmek istiyorum.” Mekânın tarihsel hafızasında, bireyin ruh ve düşünce dünyasında yaratılmak istenen yabancılaşmaya karşı bir çıkış var. Sömürgeci güç, mekândan önce bunu yıkmak istiyor ve yıkımı birçok araçla ile yerine getiriyor.
Uzun bir dönemde ve farklı zamanlarda Sur’a, Cizre’ye, Nusaybin’e gittiğim için, insanların söylemlerinin duruma göre nasıl değiştiğini gözlemledim. Mesela direniş zamanında insanların kullandığı dilin, sonrasında, polisin istediği zaman evleri talan edip insanları işkence ile gözaltına aldığı korumasız alanda nasıl evrildiğini gördüm. Sadece korku, yıkım ve şiddet insanları sindirmiyor, uzun bir zamansallığa yayılmış ve yaşamın her alanına yayılmış bir değersizleştirme ile derin otosansürlerimiz de oluşabiliyor.
Böyle bir çalışmanın içinde olup otosansür uygulamamak, günümüz Türkiye’sinde pek mümkün değil ve bu riskleri göze alan bir refleksimiz vardı. Süreçte mağdur özneleri düşünerek bazı otosansürler uyguladık. Ortaya çıkabilecek problemler konusunda kısmen bilinçliydik. Erhan Örs
Erhan Örs: Aradan geçen yıllara rağmen gerçekler konuşulamıyor
Sûr: Ax û Welat projesine hangi etapta dahil oldun? Zana Kibar ve Hicran Ürün ile kurgu süreci nasıl ilerledi, anlatabilir misin?
2016’da birçok kentte gerçekleşen özyönetim süreçlerini kişisel olarak da yakından takip ediyordum. Aynı yıl Gever’e (Yüksekova) abluka sonrası gittim ve birkaç kişiyle birlikte oradaki süreci kayıt altına alan bir belgesel projesine başladık. Diğer kentlerdeki özyönetim süreçleri ve sonrasında gerçekleşen kent kırımlarını da yakından izledim. O dönemde Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde kent üzerine araştırmalar yapan doktora öğrencileriyle iletişim halindeydik. Yine aynı bölümde travma ve mizah üzerine çalışan yakın bir arkadaşım vasıtasıyla Zana ile tanıştık.
Sur’daki sürece nispeten hâkimdim. Ancak Zana ve Hicran’ın tanıklıkları, kayıt altına aldıkları durumlar ve meseleye bakış açıları beni hemen projenin içine çekti. Açıkçası, özyönetim süreçlerinin duygusal olarak hâlâ tam anlamıyla tanımlanabilir bir noktaya geldiğini düşünmüyorum. Kurgu süreci de bu etkiler altında ilerledi. Medyadan, Twitter’dan takip ettiğimizin ve duyduklarımızın çok ötesinde bir görsel arşiv içinde bulunmak açıkçası kolay değildi. Olayların sıcaklığı, ortaya çıkan vahşetler ve bilanço anlık olarak kurguyu etkiliyordu. Daha refleksif bir tavırla oradaki gerçeklikleri ve yaşanmışlıkları aktarma isteği baskın bir motivasyon yarattı. Bu nedenle yer yer ajite bir dil ortaya çıkmış olabilir. Ancak o dönemdeki sansür ve baskı ortamında bu, üzerinde durduğumuz bir hassasiyet olmaktan çıkmıştı. Topyekûn bir sansür ve baskı ortamında, orada yaşananlara dair bir söz söyleme, arşiv yaratma çabasıyla belgeseli tamamladık.
Bu tür belgesellerin alternatif bir tarih, arşiv veya tanıklık için üretilmesini, kitlelere ulaşmalarından daha mühim görüyorum.
Zana Kibar, kendisiyle yaptığım görüşmede, Türkiye’de yaşayan ve toplumsal konular ile ilgili filmler yapan sinemacıların, otosansür uygulamadan çalışmalarının imkânsız olduğunu söylemişti. Sur’da yaşananları birinci elden tanıklıklar ve savaş ortamında çekilmiş görüntüler ile anlatmanın getireceği riskleri azaltmak için belirlediğiniz çalışma prensipleri oldu mu?
Böyle bir çalışmanın içinde olup otosansür uygulamamak, günümüz Türkiye’sinde pek mümkün değil ve bu riskleri göze alan bir refleksimiz vardı. Süreçte mağdur özneleri düşünerek bazı otosansürler uyguladık. Ortaya çıkabilecek problemler konusunda kısmen bilinçliydik. 2016’da Gever’de çektiğimiz belgesel, uluslararası bazı fonlarla desteklenmişti. Ancak belgesel tamamlandığında bu fonlar projede yer almak istemedi. Oradaki gerçekler üzerinden neredeyse on yıl geçmiş olmasına rağmen, hâlâ konuşulamıyor ve tartışılamıyor.
Kurgusunu yaptığın bu belgeselin “suç unsuru” sayıldığı GÖÇİZDER davasında, “örgüt üyeliği” iddiası ile suçlanmış ve yedi ay tutuklu kalmıştın. Şubat ayındaki duruşmada, sonunda beraat ettin. Bu süreç, daha sonraki işlerini nasıl etkiledi?
Türkiye’de birçok insan, mesleğini yaparken kriminalize edilip tutuklanabiliyor. Nitekim bu belgesel iddianamede “Örgütsel Belgesel” olarak nitelendirilip suç unsuru sayıldı. Elbette bir kurgucu olmaktan ziyade, devlet nezdinde tehlikeli bir özne olmakla suçlandım. Mesele bize absürt görünse de devlet açısından öyle değildi. Bu gibi sıfatlamalar birçok meslek grubu ve kişiye yapılıyor, haklarında soruşturmalar açılıyor ve tutuklanıyorlar. Adeta kanıksanmış bir işleyiş gibi. Tutukluluk sonrası birçok şey eskisi gibi devam edemedi. Yine de çalışmalarım, motivasyonum ve hevesimden hiçbir şey kaybetmedim.
Sur, Cizre, Yüksekova ve birçok başka ilçede yaşananlar ile ilgili belgesellerin “eksik” kalması, bu filmlerin tamamlanamaması ya da bizlere ulaşamaması, sence bizleri hangi yönlerden eksik bırakıyor?
Son yıllarda festivallerde örtük veya açık birçok sansür uygulanıyor. İktidarlar ve devletler, sinemanın etkisinin farkında ve bunu kısmak, yok etmek için tüm imkânlarını seferber etmiş durumda. Bu ve benzeri belgesellerin üretilmesi ve gösterimleri, toplumsal barış ve diyalog açısından çok önemli bir yerde duruyor. Belgesel sinemaya dönük baskı ve sansürden anlıyoruz ki iktidar, böyle bir sürece ne hazır ne de istekli. Bu tür belgesellerin alternatif bir tarih, arşiv veya tanıklık için üretilmesini, kitlelere ulaşmalarından daha mühim görüyorum. Elbet devran dönecek.
[1] Kürtçede “ax” kelimesi, “toprak” anlamının dışında aynı zamanda üzüntü, iç çekiş anlamı taşıyan “ah” ifadesine de karşılık geliyor.
[2] Söyleşiyi yayıma hazırladığımız günlerde, GÖÇİZDER mahkeme kararıyla kapatıldı.