Şu An Okunan
Umudun Filozofları

Umudun Filozofları

Söyleşi: Senem Aytaç
Çeviri: Aslı Ildır
Fotoğraf: Yücel Kurşun

16 yaşında ailesiyle beraber diktatörlükten kaçmak için zorunlu göçle Fransa’ya yerleşmiş Sudanlı yönetmen Suhaib Gasmelbari, Ağaçlardan Bahsetmek’te (Talking About Trees, 2019) yıllarca film üretimi ve gösteriminin yasak olduğu Sudan’da sinema için ve sinema ile yaşamaya devam eden dört emektarın hikâyesini anlatıyor. İbrahim Shaddad, Suliman İbrahim, Eltayeb Mahdi ve Manar Al-Hilo. 1989’da kurulan ve aynı yıl gerçekleştirilen askerî darbe ile kapatıldıktan sonra 2005’te yeniden faaliyetlerine başlayan Sudan Film Grubu üyesi bu dört kafadar, tüm engellere rağmen köylerde kasabalarda kurdukları derme çatma gösterim düzenekleriyle Sudan halkına film izletiyorlar. Tozla kaplanmış eski bir açık hava sinemasını onararak geniş katılımlı bir gösterim yapmak için çaba sarf ediyorlar. Hiç yılmıyorlar. Dünya festivallerindeki yolculuğunun yanı sıra Türkiye’de İstanbul Film Festivali, Documentarist ve Ayvalık Film Festivali’nde seyirciyle buluşan filmin yönetmeni Gasmelbari ile Ayvalık’ta umudun filozoflarının bu yolcuğu üzerine konuştuk. 

Sudan’dan ayrıldığınızda gençtiniz. Sudan sinemasını nasıl yeniden keşfettiniz ve filmdeki karakterlerle nasıl bir araya geldiniz? 
Sudan’ı terk ettiğimde 16 yaşındaydım ancak o yaşlarda bile Sudan’da olanlarla ve demokratik mücadeleyle iç içeydim. Dolayısıyla aslında Sudan’dan gerçek anlamıyla hiç ayrılmadım. Pek çok Sudanlı, diktatörlüğün erken dönemlerinde ya da sırasında ülkeyi terk etti, bazıları iç savaş yüzünden, bazıları baskılar… Benim ailemin başına gelen de buydu. Ben de bağımı koparmadım; Sudan’daki kültürel ve sanatsal üretiminin hep farkındaydım. Karakterlerimi nasıl bulduğuma gelirsek… Filmleri hakkında zaten önceden bilgim vardı; ancak ben sinemaya gitmesi yasaklanmış bir nesilden geliyorum, Sudan’da sinemaya hiç gidemedik. Dolayısıyla, aslında Sudan’da sinemaya ilk gidişim, kendi filmimdeki gidişim. 

Peki filmleri nasıl bulup izlediniz? 
İlk olarak Mısır’da, İbrahim Shaddad’ın Jamal (A Camel, 1981) filmini izledim. Belgesele yakın bir şey bekliyordum ama karşıma bir deneysel sinema cevheri çıktı. Film bana göre deneysel sinema tarihinin en iyi örneklerinden. Susam yağı üretmek için çalışan bir devenin hayatını anlatıyor. İnsanlar ve hayvanlar arasındaki sınırları ortadan kaldıran, çok zekice bir film. Mısır’daki bir kültür merkezinde izledim, Sudan Film Grubu’nun o zaman ulaşılabilen tek filmi buydu. O andan itibaren hepsini izlemek istedim. Yaptıkları, yazdıkları hakkında bilgim vardı ama azdı. Fransa’daki sinema eğitimimin son yılında bir kurmaca çekmek için Sudan’a gittim. Her şey ters gitti. Resmî makamlardan geçmeden film çekmek imkânsızdı. Bu da pek çok etik taviz ve kana bulanmış bir sürü el sıkmak anlamına geliyordu. Benim için imkânsızdı. Projeyi rafa kaldırdım ama şans eseri İbrahim Shaddad’ın tam o sıralarda Sudan’a geri döndüğünü öğrendim. Beni grupla bir araya getiren Suliman İbrahim’le tanıştım. Filmlerinin ruloları ellerindeydi, ancak düzgün dijital kopyaları yoktu, biri filmleri oynatmış ve kaydetmişti, çok düşük kalitedelerdi. Bana filmlerini ve yazılarını verdiler. Aynı zamanda hepsi çok iyi birer film eleştirmeni. 1960’ların sonundan 1980’lere kadar Sinema adında bir dergi çıkarmışlardı. Gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu, hayran olmuştum, âşık olmuştum. Sanatsal ve entelektüel olarak çok talepkâr filmlerdi. Çok farklı zamanlarda çekilmiş ve üretilmişlerdi; asla kolaycılığa kaçmadıklarını görebiliyordunuz. Sinema okuyup Sudan’a geri dönen ve sanatsal bir sinema inşa etmeye çalışan ilk nesil onlardı ve hükümetin pek çok engeliyle karşılaştılar. Sudan’a döndükleri dönemki (1970’ler) hükümetin film üretecek altyapısı vardı, ancak resmî propaganda üretimi yapıyordu. Onların ise film yapmak için önlerinde çok engel vardı. Ancak o koşullar altında bile sinemanın gramerini sorgulayan çok güçlü kısa filmler çekmişlerdi; özgüvenlerini hissedebiliyordunuz. Sudan’da herhangi bir film endüstrisi olmamasına rağmen, bunu klişe filmler çekmek için bir bahane olarak görmemişlerdi; diğer ülkelerin yönetmenlerinden aşağı kalır yanları yoktu. O zamana dek aklımda onlarla ilgili bir film yapma fikri yoktu. Gitgide birbirimizi tanıdık ve arkadaş olduk. Grupları 1990’larda yasaklanmıştı. İbrahim ve Eltayeb (Mahdi), Sudan’a geri döndüklerinde tekrar organize olmaya başlamışlardı. Grubu tekrar hayata döndürmeye çalışıyorlardı ve birkaç gösterimle yola koyulmuşlardı. 

Sudan’da izniniz olmadan bir şey yapamazsınız ama köylerde gösterim yapmak daha kolay, çünkü yerel halkla anlaşabiliyorsunuz. Güvenlikten biri bile olsa, mutlaka birinin kuzeni filan çıkıyor. Ben de Hartum’un 40-50 km. uzağında gerçekleşen bir gösterime katıldım. Yolculuk zor geçti, oraya geç vardık, insanlar bekliyorlardı. Açık bir meydandı ve her şeyin tamam olduğunu söylediler. Sonra, Sudan’da aslında çok sık rastlanan, tozlu bir rüzgâr başladı. Perde dalgalanmaya başladı; neredeyse düşmek üzereydi. Ben gösterimi durduracaklarını ve insanların evlerine döneceklerini düşündüm. Fakat toza rağmen kimse gitmedi. Perdenin arkasına ağırlıklar ve sandalyeler koyarak perdeyi sabitlediler. Perdenin direklerini tutuyorlardı. Rüzgâr gitgide güçleniyordu ve perde sanki bir tekne yelkeni gibi şişiriyordu. Gerçekten fırtınada ilerleyen bir tekneye benziyordu. Görüntü de gidip geliyordu. Ve onlar perdenin arkasında kikirdiyorlardı. O noktada bir film yapmam gerektiğini hissettim. Bu bir arzu değildi, gereklilikti. Eğer bu filmi yapmazsam hayatımın hiçbir anlamı olmayacaktı. Her şey böyle başladı ama çekimlere başlamak yıllar aldı… Fransa’ya döndüm ancak sürekli iletişimde kaldık ve Sudan’a geldiğimde filme başladık. 

Sudan’da çekim yapmak nasıldı? Her şeyi gizlice mi yapmanız gerekti? Ne gibi zorluklarla karşılaştınız? 
Çekim sürecinin tamamı bir mücadeleydi, çektiklerimizi güvence altına almak zorundaydık. Onlar benden daha fazla farkındaydı durumun. İbrahim çok şüphecidir. Yeni tanıştığı insanları sorgular, provokatif davranır. Bana tanıştığımızda sormuştu: “Ailen zengin mi, filmlerini finanse ediyorlar mı? Hükümetle ya da güvenlik güçleriyle bir bağlantın var mı?” Tüm sorularına hayır cevabını verdim. Bana dedi ki ya Avrupa’ya geri dönüp, mutlu sonla biten aşk filmleri çekip zengin olacaksın ya da Sudan’da beklediğimiz bankta sana bir yer ayıracağız. Filmin ilk adı da buydu: Bankta Beklemek (Waiting Bench). Sonrasında bunun aslında ironik olduğunu fark ettim, çünkü bankta oturmuş beklemiyorlardı. Tam tersi, sürekli hareket hâlindelerdi. 

Sudan’da kamerayla dışarı çıkmak yasak; köprüleri, pazarları, çaycıları, çöpleri çekmek yasak. Kameranızı nereye çevirirseniz size oranın askerî bir bölge olduğunu söylerler. Otoritenin yüzlerce kademesi var; polis var, polisin polisi var, askeri polis var, güvenlik güçleri var, siyasi güvenlik var, kültürel güvenlik var, ekonomik güvenlik var… Hepsi her an sizi durdurabilir. Tabii ki izin almak imkânsızdı çünkü tam ters bir etki yaratırdı ve filmi asla çekemezdim. Ama bu filmi yapmamak da imkânsızdı. Dolayısıyla asıl çabamız filmde gözükmüyor aslında. 

Sürekli bir senaryo yazmak zorundaydık, tutuklanırsak ne yapacağımızı düşünmek durumundaydık, neyse ki hiç hapse girmedik. Bunun nedeni ekipteki herkesin aynı zamanda çok iyi oyuncu olması. Otoriteyle karşılaştıklarında hemen dillerini, konuşma biçimlerini değiştiriyorlar, yaşlı adamları oynuyorlar. Bu bizi pek çok kere kurtardı. 

Tabii teknik ve finansal zorluklar da vardı. Pek çok sahneden vazgeçmek zorunda kaldım, mesela ses kalitesi yüzünden… Çünkü boom kullandığınızda tedirgin oluyorlar, Sudan’da çok kullanılan bir şey değil ve biraz silaha da benziyor. Bir de ekibin ve film malzemesinin güvenliği meselesi vardı. Her seferinde gidip filmin çekim kopyalarını anneme elden teslim ediyordum, o da onları saklıyordu. Her an evi basabileceklerini düşünmekten gözüme uyku girmiyordu. Tabii bazen de risk almamak için kendinize sansür uygulamak zorunda kalıyorsunuz; bazen çekimi iptal ediyorsunuz ya da tekrar çekemiyorsunuz çünkü insanları riske atmak istemiyorsunuz. 

Belgesel üretimi hiçbir zaman kolay bir şey olmamıştır. Belgesel çekerken tek başınasın. Karakterlerinle beraber zorluklara, risklere göğüs geriyorsun ama çoğu zaman tek başınasın. Kendini ve karakterlerini tehlikeye atıyorsun; yapımcılar orada bile değiller. Ama eser hakları gibi meselelere gelince filme kurmaca bir film gibi davranılıyor. Bence bu uluslararası düzeyde tartışılması gereken bir mesele. 

Filmdeki karakterler kendileri de yönetmen oldukları için, filmi çekerken, onları yönlendirirken zorlanmışsınızdır diye tahmin ediyorum. Muhtemelen kendi temsilleri ve imajlarıyla ilgili de pek çok yorumları, soruları olmuştur… 
En başlarda en büyük sorun otorite ve polisle ilgiliydi. Ama aslında en büyük engel onların sinemayı benden çok daha iyi biliyor olmalarıydı (gülüyor). İbrahim’in tavrı özellikle komikti. Doğal davranmayı ya da arkadaşlarıyla sürdürdüğü konuşmayı bir anda durdurup kameranın arkasına yanıma geliyor ve diyordu ki: “Bu boktan şey de ne? Nerede okudun sen? Film çekmeyi bilmiyorsun…” Sürekli beni test ediyordu. Mesela benim ilgilendiğim bir konu hakkında konuştuğunu fark ederse bir anda konuyu değiştiriyor ve komşusunun dedikodusunu yapmak gibi hiç ilgimi çekmeyen bir konuya geçiyordu. Dolayısıyla başta çok zordu ve çok tartıştık. Sonra ise filmin kendisi onlarla bir diyaloğa dönüştü ve bu filmin güçlü tarafı hâline geldi. Benimle aynı dili konuşmaları işleri çok kolaylaştırdı. Mesela bana göre bu film, Sudan sineması ya da geçmişle ilgili tarihî bir film değil. Benim ilgimi çeken onların varlığı, neleri başardıkları, içlerindeki gerilim ve arzuları, var olmaktan alıkonulan tüm o imgeler. Ne zaman ki benim de bu tür bir derinlikle ilgilendiğimi anladılar, o zaman her şey kolaylaştı. Beraber konuşmaya başladık her şeyi. Bir yerden sonra artık dört kişi olmadıklarını, beş kişi olduğumuzu söylediler. Benzer filmleri seviyorduk ve çekime ara verdiğimizde beraber film izliyorduk. Bence o noktada gerçekten sinema aracılığıyla bir araya gelmiştik ve tabii filmler üzerinden başka birçok şeyi de paylaşıyorduk.

Umutlarını hiç kaybetmemeleri ve enerjileri inanılmaz. Filmin en etkileyici yanı asla vazgeçmiyor olmaları. Bu arzuyu, umudu nereden buluyorlar sizce?
Benim için tüm film bu soruyla başladı. Sudan’daki baskı kültüründen ve boşluktan nasıl bir umut çıkartabiliyorlar sorusu. Uzun bir süre umut yokmuş, zor zamanlarmış. Umutlu olmak için bir sebep de yok. Ya çok naifseniz ya da umut filozofuysanız umutlu olabilirsiniz. Bence onlar tam anlamıyla umudun filozofları. Bazen umudu hiçliğin içinden çekip çıkarmanız gerekir. Bunun bedenlerini ve umutlarını yok eden otoriteye karşı gündelik düzlemde kazandıkları sembolik bir zafer olduğunun farkındalar. Ayrıca aralarında bir dostluk, yoldaşlık var; sırları bu. Aralarında şefkat var. Gerçek yoldaşlar kimseyi arkada bırakmazlar. Sürekli birbirlerine bakmaya devam etmişler. İçlerinden biri vazgeçtiğinde ya da depresyona girdiğinde, onu asla yalnız bırakmazlar. Süleyman mesela, bir ara gruptan ayrıldı. “Hiçbirinizi bir daha görmek istemiyorum,” dedi. Sonraki gün onu aramaya devam ettiler, evine gittiler. Sonra biraz kendi hâline bıraktılar. Bu sefer o aramaya başladı: “İşler nasıl gidiyor? Yok, geri dönmeyeceğim… Orayı çektiniz mi? Ama bakın şunu yapmayı unutmayın…” Sonra geldi. Bence bu küçük grubun arasındaki dayanışma kırk beş yılda inşa edilmiş ve şimdikinden çok daha zor zamanlardan geçmiş. Bu nedenle yenilemez, alt edilemez. Ayrıca sürekli hareket hâlinde olmaları gerektiğinin bilincinde olmaları da önemli. Sabit kalmak istemiyorlar. Başarının ne olduğuyla ilgili felsefi bir farkındalıkları var. Zor yolu seçtiklerinin farkındalar. Tavizler verip, filmler yapıp zengin olabilirlerdi. Ancak yaptıkları seçimin farkındalar ve bu da aralarındaki uyumu sağlıyor. Bugün, film ortaya çıkmadan önce bile tanınmaya başlamışlardı. Devrimci genç nesil şimdi tekrar dönüp onlara bakıyor. 

Film Sudan’da izlenebildi mi? 
Maalesef daha değil. Bu da yine yapımcılarla, dağıtımcılarla ilgili bir başka sorun. Fakat filmi sembolik bir zafer olarak Sudan’da, filmin geçtiği sinemada göstermek istiyoruz. Hükümet son on yılda Sudan’da özgürlüğün bir tür hayaletini satmaya çalışıyor, insanları özgürlük alanları olduğuna inandırmak için. Bu özgürlük alanları, ne kadar taviz verdiğinizle ve başbakan ya da güvenlik güçleriyle ilişkinize bağlı tabii. Bir iki festivalin limuzinleri ve kırmızı halıları var ama içerikleri yok.

Ben bu gruptan dört kişiyi seçmiştim ancak şu an grup çok daha büyük, gençler katılıyor. İnsanların büyük gösterilerin yanı sıra küçük amaçların da politik değeri olduğunu anlamalarına da yardımcı oldu belki. Bu da umudun yeniden doğmasını sağlıyor. Çekimlere başladığımda Suliman bana diyordu ki: “Bizim yenilgilerimizi çekiyorsun. Biz küçük şeyler yapıyoruz, diğer genç insanlar çok daha büyük şeyler yapıyor.” Ona dedim ki: “Tam da bu yüzden sizi çekiyorum. Bunlar kazanılan ya da kaybedilen küçük mücadeleler değil, bu büyük bir kavga.” Ayrıca, zor zamanlarda ağaçlardan bahsetmeye hakkımız var.