Benim Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM, Navendên Çanda Mezopotamya) ile yolumun kesişmesi 1995 yılına rastlar. O dönem ikinci üniversite seçeneği olarak sinema okumayı düşündüğüm, artık buna karar verdiğim zamanlardı. Ancak birkaç sinema okulunu ziyaret edişim ve misafir öğrenci olarak birkaç derse girmem bu düşünceden hızla uzaklaşmamı sağladı. Nasıl fizik bölümündeki eğitim, içimizdeki bilime olan merak duygusunu öldürüyorsa, sinema eğitimi veren okullarda da benzer bir şeyler olacağını hissettim ve okul fikrinden hızlıca uzaklaştım. Bazı temel bilgileri edinebilmek için o dönem İstanbul’da az da olsa yaygınlaşan bağımsız sinema kurslarını araştırmaya başladım. Ve bir arkadaşımın tavsiyesi ile Mezopotamya Kültür Merkezi’ne (MKM) gittim. Orada önce Özkan Küçük ile tanıştım. Sonrasında da ertesi dönem başlayacak, bir yıl sürmesi planlanan sinema kursuna gitmeye karar verdim. Bu süreç yaklaşık dört yıllık bir zamana yayıldı.
Benim eğitime katıldığım dönem Tarlabaşı’ndaki ilk bina dursa da, tiyatro, müzik ve sinema bölümleri faaliyetlerini ağırlıklı olarak İstiklal Caddesi’ndeki mekânda yürütüyordu. Biz de bu binada, hemen kafe bölümünün arkasında, penceresi olmayan, sanırım toplamda 10 metrekarelik bir alanda sinema eğitimleri alıyorduk. Sinema eğitimine geçmeden önce, MKM’nin o dönemiyle ilgili söylenebilecek en önemli şey şu: Özellikle Kürt dili üzerinde resmî olarak olmasa da farklı biçimlerde yasaklar sürerken, çok zor koşullarda da olsa insanlar özellikle müzik, tiyatro ve diğer dallarda ciddi bir sanatsal üretim içerisindeydiler. Özellikle pek çok farklı tarzda müzik grubu bu alanda en iyi üretimlerini gerçekleştiriyorlardı. Bu dönem kültür merkezi bünyesinde çıkarılan ‘Rewşen’ dergisi de buna iyi bir örnek teşkil ediyordu. Bu çalışmalar, Kürt dili ve aydınlanması için ne kadar önemliyse, Türkiye’de o dönem devletin yok etmek istediği diğer tüm diller ve kültürler için de o kadar önemliydi. Hem fikir olarak hem de kendini var etme anlamında -tüm yok saymalara karşı- mücadele verebilmeleri için yeniden bir umut ve odak olmuştu MKM… Aslında şunu söylemek çok abartılı olmaz: Bugün Karadeniz’de Lazca, Hemşince, Gürcüce, Pontusça ve Çerkez dil grubundaki dillerin her şeye rağmen varlıklarını sürdürebilmelerinde dahi, esasen bu kültür merkezinin yarattığı bakış açısı ve politikanın çok ciddi etkisi söz konusudur.
Bugün Karadeniz’de Lazca, Hemşince, Gürcüce, Pontusça ve Çerkez dil grubundaki dillerin her şeye rağmen varlıklarını sürdürebilmelerinde dahi, esasen MKM’nin yarattığı bakış açısı ve politikanın çok ciddi etkisi söz konusudur.
Buradaki sinema kursundan söz edilecekse, iki ismin hem pratik anlamda hem de fikir ve anlayış olarak emekleri çok fazlaydı, onları anmak gerek başta: Bizim katıldığımız eğitim dönemlerinin ana eğitmenleri Hüseyin Kuzu ve Ahmet Soner. Onların yanı sıra bazen bir ders için, bazen bir ay da olsa hem dayanışma hem de deneyimlerini paylaşmak için sektörden pek çok insanın yolu oradan geçti. Tül Akbal, Alin Taşcıyan, Semir Aslanyürek, Natali Yeres, Uğur İçbak, Hilmi Etikan, Enis Rıza, Zeki Demirkubuz ve Yeşim Ustaoğlu bunlardan bazıları. Ve adını şu an unuttuğum pek çokları…
Benim katıldığım dönemden Hüseyin Karabey, yolu oradan geçen ve sonrasında bazı işlerde ortaklaştığımız kişilerden biri. Bizim dönemimizde ben, Özkan Küçük, Kazım Öz, sonrasında sinemayı bırakan Zülfiye Dolu arkadaşımız, sonrasında göçmen olarak ABD ve Kanada’da sinema işlerine devam eden Sami Mermer ve daha birçoğu da vardı. Bir sinema grubu gibi çalışıyorduk ve bu süreç birkaç yıl sürdü. 2000’lerin başlarına kadar… Aslında bir yandan hem klasik sinemayı öğrendiğimiz, bir yandan da “nasıl bir sinema?” tartışmasını da yürüttüğümüz yoğun bir dönemdi. Özellikle bu dönem, hem içinde bulunduğumuz kültür merkezinin siyasal duruşu, hem de dünyadaki siyasi koşullar nedeniyle bağımsız ve politik sinema ekollerini daha çok irdelediğimiz ve bu doğrultuda “nasıl üretimler yapabiliriz?” sorusunu sorduğumuz yıllardı.
Ancak bugünden farklı olarak henüz dijital kamera ve dijital teknoloji yaygın değildi. Bunun avantajları kadar dezavantajları da söz konusuydu. Ancak yine de senaryosunu grubun ortaklaşa yazdığı, Kazım’ın çektiği, Türkiye’deki kısa film anlayışını neredeyse değiştiren Ax (Toprak, 1999) ve sonrasında yine Kazım’ın orta metraj olarak çektiği Fotograf (2001) bu dönem için önemli ve iyi örneklerdi. O dönem Hüseyin’in (Karabey) Cumartesi Anneleri ile ilgili filmi Boran (1999) ve Aydın Bulut’un Gazi Mahallesi (1995) belgeseli de bizim için “nasıl bir sinema?” sorusuna cevap ararken önemli bir yerde duran filmlerdi diyebilirim. Yine bu dönemin önemli belgesellerinden biri de Ahmet Soner’in çektiği İsmail Beşikçi: 36 Kitap = 13 Cezaevi (1997) filmiydi.
Tüm bu çalışmalar belli bir üretim biçimini görmek adına önemliydi. Bu dönemde ciddi bir envanter oluşmamış olsa da irili ufaklı pek çok film üretildi, belge kayıtlar yapıldı… Aynı dönemde Hamburg’da sinema okuyan Miraz Bezar ile arada yolumuz kesişiyordu. Yine İstanbul Film Festivali aracılığıyla aslında dünyadan pek çok sinemacı ile kısa da olsa farklı temaslar kurmamız söz konusu olabiliyordu. Sanırım bu dönem bizi en fazla heyecanlandıran ve özellikle Kürt sinemacıları için Yılmaz Güney’den sonra önemli bir dönemeç anlamına gelen film, Bahman Ghobadi’nin çektiği Sarhoş Atlar Zamanı’ydı (Zamani barayé masti asbha, 2000).
Bu dönemin en önemli avantajlarından biri de Yeşim Ustaoğlu’nun çektiği Güneşe Yolculuk (1999) filminin hazırlık ve çekim sürecinde -filmin içeriğiyle de bağlantılı olarak- MKM’den pek çok oyuncuyla çalışması ve bizlerin de bu süreçte kısmen de olsa yer almamızdı. Bu bizim için önemli bir adımdı. Çünkü sektör dediğimiz alan ile hem bizden kaynaklı olarak hem de o dönem üretilen filmler nedeniyle pek de temas etmemiz mümkün olmuyordu. Güneşe Yolculuk’un hem üretim süreci, hem de sonrasındaki tüm baskı koşullarına rağmen gösteriminin yarattığı heyecan hepimiz için büyük bir motivasyon yaratmıştı diyebilirim. Tabii bu dönem MKM için söylenebilecek en güzel şeylerden biri, benim de bizzat tanık olduğum biçimde burasının sadece Türkiye’den değil, özellikle Irak, İran ve Suriye Kürtlerinden pek çok göçmen ve sürgün sanatçı için aynı şekilde çok önemli bir merkez hâline gelmesiydi. Bu süreçte MKM, aynı zamanda kamera önünde Kürtçe oynayabilecek pek çok oyuncunun yetişmesine de vesile oldu. Bu dönemden iki ismi, Nazmı Kırık ve Feyyaz Duman’ı zaten sonrasında Kürtçe çekilen pek çok filmde gördük. Yine bu dönemden itibaren MKM tiyatro bölümünden pek çok oyuncuyu Türkiye’de çekilen birçok filmde irili ufaklı rollerde görür olduk. Bu vesileyle hem Handan İpekçi’yi, hem de Press’i (2010) çok sonraları çekse de Sedat Yılmaz’ı bu minvalde örnek gösterebiliriz. Yine bu süreçlerin hemen sonrasında, kurmaca filmlerin ötesinde, belgesel üreten Çayan Demirel, Güliz Sağlam ve Veysi Altay gibi pek çok kişinin yolu da bir şekilde MKM’den geçti.
MKM bu ülkede sadece Kürtler için değil, sesi duyulmayan, yok edilmek istenen tüm halklar için kendi dilinde şarkı söyleme, kendi dilinde yazma, kendi dilinde sinema yapma iradesidir.
MKM’nin diğer bir önemli özelliği de, 12 Eylül askerî darbesi sürecinde dağılmış pek çok sol siyasal hareketin kendilerini var etme ve özellikle kültürel alanda yeniden var olma mücadeleleri için de iyi bir örnek teşkil etmesiydi. Solun görsel olandan çok yazılı olana yakın olma, daha çok yayın ve dergi çıkarma kültürüne dayanma, bu alanda ısrarcı olma özelliğinin, 1990’ların ikinci yarısı ve 2000’lerin başında MKM sinema biriminin de önemli etkisi ile kırıldığını söyleyebiliriz. Böyle olunca da sonrasında pek çok sol kültür merkezinde sinema kursları ve eğitimi de kendine ciddi bir alan açmış oldu. Sonrasında ise bu sürecin ille mekânsal bir etkileşim şeklinde olmasa da, Türkiye’de özellikle egemen söylemin dışında sinema yapmak isteyen (adına ne dersek diyelim, ister bağımsız, ister politik sinema ya da başka bir isimle adlandıralım) yeni bir kuşağı etkilediği aşikârdır.
Bugün MKM’nin Tarlabaşı’ndaki binasından haksız ve hukuksuz bir şekilde yerinden edilmeye çalışılması ise çok açık ve bariz bir şekilde bellidir ki politiktir. Çünkü MKM bu ülkede sadece Kürtler için değil, sesi duyulmayan, yok edilmek istenen tüm halklar için bu yok etmeye, bu zorbalığa inatla karşı koyma, kendi dilinde şarkı söyleme, kendi dilinde yazma, kendi dilinde sinema yapma iradesidir. Ve bu, söylemin çok ötesinde bir hakikattir.
* “MKM, Beyoğlu’ndaki 18 yıllık binasından çıkarılıyor”, Susma24, 13 Ağustos 2020.