Söyleşi: Fırat Yücel
İlk olarak 1992 yılında Türkiye Sinema Günleri adı altında düzenlenen Türkiye Almanya Film Festivali’nin bu yıl Nürnberg’de 20-29 Mart tarihleri arasında 25. kez düzenlenmesi planlanıyordu, ancak Corona virüsü salgını festivalin Eylül-Ekim aylarına ertelenmesine neden oldu. İki farklı ülkeden kısa ve uzun metraj yapımları bir araya getirme özelliğiyle benzerlerinden ayrışan festival, gerek Türkiye’den Almanya’ya göç edenlere ve Almanya’da doğan kuşaklara hitap ediyor, gerekse de Türkiye kültür ve siyasetine yönelik Almanya’daki, günümüzde daha da yoğunlaşmış olan ilgiye cevap veriyor. Festivalin başkanı Adil Kaya ile yaptığımız söyleşi, kültürel etkinliklerin entegrasyondaki rolüne dair ipuçları barındırmanın ötesinde, bağımsızlık ve özerklik prensiplerinin ne kadar önemli olduğunu da ortaya koyuyor. Yani bir bakıma Türkiye’deki belediye festivali modellerindeki arızaların kaynağına da işaret ediyor.
Dünyanın dört bir yanındaki Türk filmleri festivallerinden farkınız Nürnberg’de hem Türkiye’den hem de Almanya’dan filmlerin gösterilmesi. Peki geriye bıraktığınız yirmi beş yıl içinde diaspora ile Alman seyirci arasında nasıl bir diyalog oluştu? Neleri başardınız, neleri başaramadınız?
1990’ların başında çok kötü bir ortam vardı Almanya’da. Türklerin, yabancıların, mültecilerin evleri, binaları yakılıyordu. “Bizi tanırlarsa herhalde yakmazlar” gibi bir düşünceyle başladık festivale. Ama nasıl tanıtacağız kendimizi? Sadece folklorik öğeler olmasın, dedik, aynı zamanda burjuva kültürünü nasıl etkileyebiliriz ya da medyayı nasıl etkileyebiliriz? Medyayı etkilemek için burjuva yerleşik şehir kültürünü etkilemek lazım. Bunun için de Türkiye’den benzer kültür sanatı getirip orada gösterebilirsek belki bizi daha çok severler dedik. Ve bu konsept de işledi. Sinema Günleri olarak başlattık, önce sadece Türkiye’den filmler göstermek istedik ama, mesela açılış filmi Umuda Yolculuk’tu (Reise der Hoffnung, 1991) İsviçre yapımı bir film. Dakika bir gol bir yani. Sonraki yıllarda şunu gördük, Almanya’da sinema yapan Türkiye kökenli insanlar var. Onlara da Türkiye Sinema Günleri adı altında pencere açmak doğru olmaz, teorik açıdan yanlış yolda olduğumuzu gördük. Çünkü bu sanat ürünleri Almanya toplumunun üretimi. Neticesinde Türkiye-Almanya Film Festivali’nde karar kıldık. Hem Türkiye’deki çeşitli kültürleri kapsayabilen bir festival olsun hem de Almanya’yı kapsasın. Diyalog derken, Almanların bizi tanımalarını istiyorduk başta, ama gördük ki bizimkiler de kendi kabuklarına çekilmişler, gettolaşmışlar; Kürtler de olsun, Türkler de, bütün Türkiyeliler Alman kültür sanatını pek tanımıyorlar. Diyalog denince bunun iki yönlü olması lazım. On bin seyirci gibi rakamlara ulaşabiliyoruz her yıl. Bu tabii ilk başlarda daha düşüktü, başta Türkler çoğunluktaydı, yüzde doksan-doksan beş oranında, şimdi yüzde altmışı falan Almanlardan oluşuyor seyircimizin. Türkiyelilerin sayısı düştü. Türkiyeliler içerisinde de sol yelpazeden gelen insanların ötesinde, kendisini demokrat olarak tanımlayan ya da muhafazakar olarak gören, diyaloğa açık insanları daha fazla aramıza katabilsek iyi olacak. Maalesef burada da Türkiyeliler kutuplaşmış durumda, her türlü milliyetçiliğin artmasıyla birlikte.
Söyleşilerinizde Almanya hükümetinin festival yönelik herhangi bir müdahalesinin olmadığını söylüyorsunuz, peki Türkiye’nin, festivale destek verdiği dönemlerde (destek 2016 sonrası kesiliyor) böyle bir müdahalesi oldu mu?
Evet oldu. Hep oldu. Programa karışma isteği T.C. Turizm ve Kültür Bakanlığı ekibince her zaman vardı ve biz her zaman da reddettik, prensip olarak. Ama örneğin Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Tanıtma Fonu’yla böyle sorunlar yaşamadık.
Neye bağlıyorsunuz programa yönelik bu müdahalelerini?
Galiba festival düzenlemek hoşlarına gidiyor, organizasyonun içinde olmak istiyorlar. Şaka bir yana maalesef Türkiye’deki devlet anlayışında “Biz para veriyorsak bizim istediğimiz gibi olsun” diye garip bir anlayış var. Geçen Ekim ayının sonunda Tokyo Film Festivali’ndeydim. Festival yönetmeniyle konuştum, Türkiye’ye daha çok yer vermek istediklerini anlattılar. Ama şunu garip buluyoruz dediler: Türkiye ve bakanlıktan istekler var, “programı şöyle yapın, böyle yapın” gibi. Demek ki bakanlıktaki var olan anlayış sadece bize değil bütün dünyaya karşı bu şekilde. Tokyo’da daha çok yer alma fırsatını Türkiye sineması kaçırmış maalesef bu sebeple.
Türkiye’de, örneğin Altın Portakal’da olduğu gibi sektör, belediye, bakanlık ve festival yönetiminin dahil olduğu münakaşalar Nürnberg’de de oluyor mu?
Antalya Film Festivali, festival komitesinin festivali değil, sektörün festivali olarak algılanmış yıllarca. Bizim festivalde öyle bir durum yok. Bizimki tamamen bağımsız. Bu festivali yöneten, taşıyan bir sivil toplum örgütü var: InterForum. Onun bir yönetim kurulu var, onların atadığı bir festival komitesi var vs. Festival komitesi tamamen bağımsız çalışıyor. Sektörle diyaloğumuz var ama programı belirlerken sanki kendi sanat eserimizi yaratıyormuşuz gibi hareket ediyoruz. Ne belediye ne eyalet hükümeti, ne Berlin ne de sinema sektörü işimize karışıyor. Herkes kendi işine bakıyor yani.
Türkiye örneğinde çoğu festivalde belediyeler çok etkin. Antalya’da festival başkanı olarak bile atadı kendini Menderes Türel ve Muhitten Böcek ile de bu durum değişmedi…
Benim için garip bir şey bir belediye başkanının festival başkanı olması… Burada belediye, bizim istediğimiz şekilde bize yardım ediyor. Birkaç yıl önce maddi sıkıntılarımız artınca, festivali sonlandırmak yerine belediyeye devredelim diye teklifte bulunduk. Kesinlikle reddettiler, festivallerin sivil toplum örgütlerinin özgürlüğü içerisinde büyümesi, gelişmesi lazım, bize güçlü sivil toplum örgütü lazım dediler ve maddi yardımı arttırdılar. Sadece salon gibi altyapı hizmeti vererek değil, ekipleriyle de yardım ediyorlar. Program nasıl olacak, açılış günü moderatör kim olacak, kim yönetecek; bu gibi konulara tamamen bizim karar vermemizi istiyorlar. Bu hem belediye için geçerli, hem eyalet hükümeti hem de diğer kurumlar için. Goethe Enstitüsü de destek veriyor mesela ama programla ilgili karar süreçlerinden kesinlikle uzak duruyorlar.
Peki sinema salonları anlamında bu yirmi beş yılda Nürnberg’de neler değişti?
AVM’leşme burada Türkiye’deki gibi değil. Bir, AVM az, iki, AVM içerisinde sinema salonları yok. Onun yerine multipleksler oluştu Almanya’nın birçok kentinde, Berlin’de, Frankfurt’ta vs. Popcorn kültürü arttı maalesef, ama bu multiplekslerde gidip elbise falan satın alamıyorsunuz… Bunlar da tabii büyük zincirlere bağlı. Ama Nürnberg’de şöyle güzel bir şey gelişti: Yerel sinema salonları sahibi olan bir kişiye belediye destek verdi ve bu kişi yirmi salonluk bir multipleks açtı. İçinde IMAX dahil büyük salonlar var, diğer zincirlerinden bağımsız. Belediyenin isteyerek verdiği bir destekti, tam merkezde iyi bir arsa verdi. Bizim festival kısmen bu multipleksin içerisinde oluyor, ama orada film festivali atmosferini yakalayamıyoruz. Festivalin asıl merkezi belediyeye ait bir kültür merkezinde; birçok sinema salonunun bulunduğu bir kültür sarayında, şehrin tam göbeğinde. Bu konu aslında Türkiye açısından örnek alınması gereken bir şey. Uluslararası sinema zincirleri altında tekelleşen ve sadece belirli filmlere şans tanıyan sinema anlayışına alternatif olarak Almanya’da yaklaşık otuz kentte, belediyelerin finanse ettiği, düzenli çalıştırılan sinema salonları var. Oralarda retrospektifler yapılabiliyor, ticari baskıdan uzak bir şekilde programlar yapılabiliyor, kadrolarını belirli bir özerklik anlayışı içinde belediyeler finanse ediyor. Okullarla ortak çalışılıyor, sinema filmleri okul ders programına alınıyor. Sivil Toplum Örgütlerinin program yapması sağlanıyor, destek veriliyor, kültür sanat üretimine katkıda bulunmaları isteniliyor. Muazzam bir şey, keşke Türkiye’de de böyle şeyler olabilse.
Almanya’daki bu yaklaşımı neye bağlıyorsunuz?
Eleştiri kültürünün çok önemli olduğu düşünülüyor. Eleştiriden güç alınıyor. Örneğin bizim festivalin açılışında ben belediye başkanını eleştiriyorum, beş dakika sonra çıkıyor kendisi konuşma yapıyor, o da kendi partisini eleştirebiliyor. Oysa Türkiye’de “Para veriyoruz, sonra çıkıyor utanmadan bize küfür ediyorlar” düşüncesi, yani eleştiriyi küfür olarak algılama çok yaygın.
Gelecekte nasıl bir yöne doğru evrilmesini istiyorsunuz festivalin?
Almanya’nın bütün demokratik partileri festivalimize büyük sempatiyle bakıyor. Bu 25 yılın önemli bir kazanımı. Türkiye Almanya arasında politika düzeyinde iyi ilişkilerin başlamasını isterdim. Bu siyasi gerilimden biz azınlıkta yaşayan insanlar olarak çok etkileniyoruz. Festival de bir şekilde etkileniyor. Bazı Türkiyelilerin, hem sağ kanattan hem de sol yelpazeden, festivalden uzaklaşmalarının bir nedeni de, hem Türkiye’deki kutuplaşmaların hem de iki ülke arasındaki politik gerilimin buraya yansıması. Keşke bunu kırabilsek… Hem maddi olarak hem de sembolik olarak, Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten insanlardan, bu gibi festivallerde destek görebilmek burada yaşayan Türkiyeliler açısından aslında çok önemli. Öte yandan Türkiye’den sanatçılarımız her zaman bu festivalin yanında oldular. İsimleri saymakla bitmez. Düşünceleriyle ve sanat eserleriyle bu festivalin çok saygın bir yere gelmesini sağladılar. Bu festivalden en çok faydalanan Almanya toplumu Türkiyeli sanatçılarımıza derin şükran borçludur.