Şu An Okunan
Kemal Ural: Pandemi Defterini Kapatamamak ve Mononoke’nin Sihri

Kemal Ural: Pandemi Defterini Kapatamamak ve Mononoke’nin Sihri

Söyleşi: Ekrem Buğra Büte, Fırat Yücel
Deşifre: Öykü Tanışman

Bir Film ile Altyazı aynı dönemin yolcusu. Altyazı Sinema Dergisi yayınlanmaya başladıktan bir yıl sonra, yani 2002’de kuruldu Bir Film. Yolun başını çok iyi hatırlıyoruz: “Türkiye’de görmek isteyeceğimiz filmler” başlığında düşündüğümüz pek çok film, Bir Film sayesinde vizyona giriyordu. Hâlâ da öyle. Web sitelerinde yazıyor; bugüne kadar 800’ün üzerinde film, Bir Film aracılığıyla dağıtılarak Türkiye’de farklı mecralarda seyirciyle buluşmuş. Lone Scherfig’in Yeni Başlayanlar İçin İtalyanca’sıyla (Italiensk for Begyndere, 2000) başladılar; Takeshi Kitano’dan Fatih Akın’a, Alejandro Amenábar’dan Kim Ki-duk’a, Hayao Miyazaki’den Jean-Luc Godard’a, “ya az kişi izlerse” demeden farklı sinema coğrafyalarından en güçlü örnekleri Türkiye’de perdelere yansıttılar. 111 bin kişinin izlediği, salonlarda 26 hafta kalan üç Oscarlı Pan’ın Labirenti’ni (El Laberinto del Fauno, 2006) de onlar dağıttı, 4 bin küsur kişinin izlediği Olivier Assayas filmi Sils Maria: Ve Perde’yi (Sils Maria, 2014) de. Sarah Gavron’un şimdiden feminist sinema tarihinde yerini alan Diren: Zamanı Geldi’sini (Suffragette, 2015) de onlar dağıttı; seyirci sayısı 60 bine anca varan Oscarlı Ay Işığı’nı (Moonlight, 2016) da, seyirci sayısı 500 binlere yaklaşan hem Altın Palmiye hem Oscar’lı Parazit’i (Parasite, 2019) de… Türkiye’nin tekelleşen dağıtım sektöründe kendine yer bulmaya çalışan Özcan Alper, Emin Alper ve daha birçok bağımsız sinemacı da Bir Film’in dağıtım ağından faydalandı.

22 Nisan 2005’te vizyona giren Jean-Luc Godard imzalı Müziğimiz (Notre Musique, 2004) Bir Film’in Türkiye’de dağıttığı, gişe açısından “riskli” yüzlerce filmden biri.

Vizyonda az kişinin izlediği Bir Film filmlerinin önemli bir kısmı zamanla, özel gösterimler aracılığıyla seyircisini buldu. Önemli bir kısmı da yıllar içinde klasikleşti, kült statüsü edindi, DVD ve VoD (Seç-İzle / Video on Demand) gibi farklı platformlarda karşılık buldu. Peki, Türkiye’ye getirdiği filmlerle Başka Sinema projesinin de taşıyıcılarından biri olan Bir Film bugün neler yapıyor? Pandemi süreci çalışmalarını nasıl etkiledi? Kurulduğu günden beri Bir Film’i sürükleyen isimlerden, şirketin dağıtım ayağının başında olan Kemal Ural’la Açık Radyo’da yayınlanan Fasikül programımızda bir araya geldik. Hem Bir Film’in bugünkü durumunu konuştuk, hem de Hızlı ve Öfkeli 9’a (F9, 2021) bel bağlayan sektörün “pandemi sonrası”na baktık. Kamuoyunda “popcorn tartışması” olarak bilinen, bilet fiyatı üzerinden yapılan promosyonların yasaklandığı süreci hatırladığımız, dijital platform gösterimlerinin sinemalara etkisini ve bağımsız sinemaların hiç de kolay görünmeyen geleceklerini de konuştuğumuz bu uzun ve aydınlatıcı sohbetin radyo programına sığmayan bütününü sizlerle buradan paylaşıyoruz.   

Bir pandemi süreci geçirdik, hâlâ geçiriyoruz. Sinemalar bir açıldı bir kapandı ve şu an tekrar açıldı. Sektörün halihazırdaki sorunları keskinleşti, hatta yeni sorunlar da edinildi. Öncelikle “Bir Film ne yapar?” diye soralım, ardından da pandemiyle birlikte nelerin değiştini öğrenelim sizden.

Bir Film, dağıtım yapar, ithalat yapar, sürekli olmasa da yapım yapar. Bir Film, sektörün üç önemli kanadında bulundu. Çok kısa bir süre sinema işletmeciliği de yaptı ama bu işe Bir Film olarak devam etmedi. Filmler yurtdışından ithal edilir ya da stüdyolar veya mevcut Türkiye distribütörleri tarafından dağıtılır. Dağıtımcı her zaman ithalatçı anlamına gelmez. Bazı firmalar sadece ithalat yapar. Filmini Türkiye’deki bir firmaya getirir ve dağıttırır. Bazı ithalatçılarsa kendileri dağıtmayı tercih eder. Yapımcılarsa hiçbir zaman kendileri dağıtım yapmaz. Çok kısa bir süre BKM’nin böyle bir tecrübesi olmuştu. Ortak bir dağıtım modeli olarak KenDa diye bir şirket kurmuşlardı. Onun dışında bütün yapımcılar her zaman profesyonel dağıtımcılarla çalışır. Biz de ara ara, iki-üç senede bir film yapıyoruz ama esasen dağıtımcıyız. Ben de konum olarak dağıtım ayağının başındayım. Yaklaşık yirmi senedir Türkiye’de film dağıtmaya çalışıyoruz. Bir Film, şu anda sektördeki en eski bağımsız dağıtımcı ve ithalatçılardan bir tanesidir. Umut Sanat ve Belge Film artık dağıtım yapmıyor. Bizden eski bir Şantiye Film kaldı. Onlar da artık eskisi gibi dağıtım yapmıyorlar. Senede belki dört-beş film dağıtıyorlar. Düzenli dağıtım yapan en eski firmayız.

Üzülerek söylüyorum, bizim sektörün en büyük derdi pandemi değil. Sektörde pandemiden önce de çok büyük krizler vardı. Belki şaşırtıcı olacak ama ben 35 mm’den dijitale geçmenin, sektörü pandemiden daha çok üzdüğünü düşünüyorum. Evet, dijitalleşmenin üstünlükleri olmadı değil; kolay film yapma ve kolay vizyona sokma gibi küçük küçük artıları kesinlikle oldu. Artıları olmamış olsaydı bugün Beyoğlu Sineması, Kadıköy Sineması bir sinematek gibi çalışıyor olmazdı. Eskiden, 35 mm kopya zamanı, sinemalarda ve festivallerde bu kadar farklı alternatif gösterimler olamıyordu. Ama ticari taraftan baktığımızda dijitalleşme sektörü bozdu diye düşünüyorum.

35 mm’den dijitale geçmenin, sektörü pandemiden daha çok üzdüğünü düşünüyorum. Sağlıklı bir film gösterim ve dağıtım modelimiz olsa hayatımıza kaldığımız yerden devam ederdik.

Sağlıklı bir sektör işleyişimiz, sağlıklı bir film gösterim ve dağıtım modelimiz olsa pandeminin etkisi iki sene sürerdi. Sektörü gelişmiş olan ülkelerde olduğu gibi pandemi defterini kapatıp hayatımıza kaldığımız yerden sağlıklı bir şekilde devam ederdik. Ben Türkiye’de pandemi sürecinin hiç kolay atlatılamayacağını düşünüyorum. Daha bugün, bir araya geldiğimiz sektör profesyonelleriyle yaptığımız toplantıda, bu yıl için yıllık seyirci sayısı beklentilerinin on milyonlara düştüğü konuşuldu ki sinemalar ilk açıldığında beklentiler daha yüksekti. On milyon seyirciyle bu kadar sinema işletmecisinin ticaretini devam ettirmesi çok zor.

Kemal Ural (altta), Ekrem Buğra Büte ve Fırat Yücel (üstte)

Zaten pandemiden önceki haliyle bile bizim “Ya bu sinemalar nasıl hayatını devam ettiriyor? Ticaretine nasıl devam ediyor?” dediğimiz sinemalar vardı. On milyon seyirciyle bu iyice imkânsız hale geliyor. Yüz elli kadar sinemaya devlet yüzer bin lira kadar destek verdi (Yerli Film Gösterim Desteği). Çok konuşulan bu destek, bence güzel bir fikir olmasına rağmen yanlış dağıtıldı. Tek salonlu ve yılda üç-beş bin seyirci ağırlayan bir sinema 100 bin TL alırken, sekiz salonuyla yılda üç-dört yüz bin seyirci ağırlayan sinema da 100 bin TL aldı. Bu bence çok sağlıksızdı. Bazı sinemalar normal dönemde ticaret yaparak kazanamayacakları paraları kazandılar. Sonuçta bu bir destekti ama bazı sinemalar için para kazanma modeli oldu. Hatta sırf bu destek için sinema salonu açan sinemacılar oldu. Bence o yüz elli sinema, yıl sonuna kadar maliyetini çıkaracak ama yıl sonundan sonra ben sinemaların ne yapacağını samimi olarak bilmiyorum. Bir sinema işletmecisiyle konuştum; “Temmuz ayında 60 bin TL ciro yaptım” diyor ki Temmuz ayında sinemalar Ağustos ayına göre iki katı daha fazla seyirci ağırladı. Bu koşullarda, vergileri verdikten sonra sinemacıya %40 kalıyor. 60 bin TL’nin %40’ı 24.000 TL yapar. “16.000 TL elektrik faturası geldi,” diyor. Dört salonu var. Bunun yanında kira, personel, SGK ödeyecek, bozulan makinasını yaptıracak vs. Bu işletmenin dönmesi imkânsız. (Bu süreçte bir kısım vergiler azaltıldı, mesela KDV sinemada sıfıra indirildi. Bu uygulama dağıtımcı tarafına biraz daha yaradı. Bizim payımız biraz daha arttı. Sinemacının da devletten alacağı KDV artıyor ama devletten KDV almak ancak uzun vadede mümkün olabilir.)

Diyelim ki devletin verdiği yüz bin liralık desteği aldı; ayda yirmişer bin lira takviye yapacak ve beş ay daha idare edecek ama sonrasının ne olacağını inanın bilmiyorum. Nasıl normale döneceğimizi bilmiyorum. Bugün 23 Ağustos; şöyle bir ufka baktığımızda normal süreçte ekim ayında Cem Yılmaz vardır, Şahan Gökbakar vardır. Kasım ayında Yılmaz Erdoğan vardır vs. Bir sinemacı kış aylarına baktığı zaman “Ben kışın bu maliyetimi çıkarırım” der. Bunu bugün diyemiyor. Şu an benim Anadolu’da üç-dört salonlu çok küçük bir sinema işletmem var. Aynı sorunları kendim de yaşıyorum ve konuştuğum tüm sinema salonu işletmecileri de aynı durumda. Ufka baktığımızda da bu zararları kapatabilecek büyüklükte görünen hiçbir yerli film yok. Dolayısıyla sektörün nasıl toparlayacağını ben de bilmiyorum.

Geçen yıl Tenet (2020), sektörün bel bağladığı film olarak öne çıkmıştı. Bu yıl da sektör, salonların pandemi önlemleri kapsamında kapalı kaldığı aylarca süren dönemin ardından Hızlı ve Öfkeli 9’a bel bağladı. Bu filmi sekiz haftada 906 bin kişi izlemiş. Bu rakam ne demek? Türkiye yapımlarına bakıyoruz; Hababam Sınıfı Yaz Oyunları (2021), beş haftada 50 bin kişide kalmış; 15/07 Şafak Vakti (2021) altı hafta kalmış 100 bin kişide kalmış. Türkiye’de Avrupa’ya kıyasla çok daha büyük bir daralma olduğu söyleniyor. Peki kapanma sonrası gelen bu rakamlar ne ifade ediyor?

Bir esnaf kafasıyla, sektörün mevcut koşullarında Hızlı ve Öfkeli 9 hasılatı “Allah bereket versin” denilebilecek bir rakam. Çünkü çok daha kötü rakamlar var. Hızlı ve Öfkeli serisi normalde üç milyonlara kadar çıkabilecek olan bir seri. Normal potansiyelin 1/3’ünü almış. Ben bunun tek sebebinin insanların “Covid-19 kapacağız” korkusu olduğunu düşünmüyorum. Bence insanlar bu süreçte sinemaya gitme alışkanlıklarını da yitirdiler, sinemadan ayakları kesildi. Az önce söylediğim şeyler zaten bu rakamlara dayanıyor. Bu hafta sonu, Crood’lar 2: Yeni Bir Çağ (The Croods: A New Age, 2020), ikinci haftasında 15 bin izleyici yapmış. İlk haftasındaysa 45 bin kişiye ulaşmış. Şu an 61 bin kişide. Yine beklentili bir stüdyo animasyonu olan Paw Patrol Film (PAW Patrol: The Movie, 2021) ilk haftasında 15 bin kişiye ulaşmış. Muhtemelen PAW Patrol, toplam hasılatı 60 bin kişiyle kapatır. Crood’lar 2 de 80-100 bin arası kapatacak. Zihin Gezgini (Reminiscence, 2021) diye IMAX solanlarda gösterime giren bir film var, 13 bin izleyiciye ulaşmış.

Bu rakamların hiçbirisi Mahsun Kırmızıgül’e, Şahan Gökbakar’a ya da Cem Yılmaz’a “Sinemalar normale dönüyor, ben de bir film yapayım,” dedirtecek rakamlar değil.

Bu rakamların hepsi yabancı filmler için kötü ama bence yerli filmlerin tablosu daha da kötü. Hababam Sınıfı Yaz Oyunları 60 bin kişiye ulaştı. Bu 60 bin kişinin 15 binini ilk gün ücretsiz oynayarak yaptı. Biletli seyircisine baktığımız zaman 45 bin civarı. Bu rakamların hiçbirisi Mahsun Kırmızıgül’e, Şahan Gökbakar’a, Cem Yılmaz’a ya da aklımıza gelmeyen başka ticari sinema yapan insanlara “Sinemalar normale dönüyor, ben de bir film yapayım. Hem özlediğim setime döneyim hem masrafımı kurtarayım,” dedirtecek rakamlar değil. Üzücü olan da zaten tam olarak bu. Mesela Hızlı ve Öfkeli 9 potansiyelinin 1/3’ünü almış. Hababam Sınıfı Yaz Oyunları‘nın önceki serileri dört-beş yüz bin yapmıştı. Daha da önce bir milyonlar yapmıştı. Yani kendi potansiyelinin 1/6 , 1/7’sini alabiliyor. Dolayısıyla bu sonuçların hiçbirisi insanları sete çıkarmıyor. Bir Ata Demirer çok hevesli bir şekilde sosyal medyadan ‘Bursa Bülbülü’nü paylaşmıştı. Ama o da, “rahatsızlığım sebebiyle sete çıkamıyorum” dedi.

Seksen salonda vizyona giren Bong Joon-ho imzalı Parazit, ikinci haftasında yirmi salona düşse de 33 hafta sinemalarda kalarak 500 bine yakın seyirciye ulaştı.

Pandeminin üretime etkisini, özellikle bağımsız sinema üretimine etkisini merak ediyoruz. Zaten uzun zamandır Türkiye’de üretilmiş, festivallerde gösterilmiş bağımsız filmlerin sinema salonlarındaki görünürlüğü giderek azalıyordu. Pandemiyle birlikte rakamlara baktığımızda, Türkiye’de arthouse diyebileceğimiz alanda film üretilip gösterilmesi diye bir enstrüman elimizden kayıp gidiyor mu sorusu akla geliyor.  

Ben bu konuda bağımsız tarafın genel görüşünün askine düşünüyorum. Görülmeyi hak eden filmlerin bir şekilde, hak ettiği boyutta olmasa dahi, hâlâ görülebilecek noktaya geldiğini düşünüyorum. Buna Kelebekler (2018), İtirazım Var (2014), Parazit, Sonbahar (2008) güzel örneklerdir. Hadi diyelim Sonbahar sektörün içeriğinin başka olduğu bir zamandaydı…

Burada üzülerek söylüyorum. Bizim bağımsız sinemacılarımızın çok temel yaptıkları hatalardan bir tanesi şu: Bağımsız sinema yaptığı gerçeğini kenara koyup filmi doğru seyirciye, doğru pazarlamayla, doğru kanallarla ulaştırmaktansa “bu filmi yüz-yüz elli sinemada gösterime sokmalı” hezeyanlarına kapılıyorlar. Mesela X filminin yönetmeni “Yüz sinema salonunda vizyona girdik. Oley!” diye sevincini Twitter’da paylaşıyor, bir sonraki hafta beş-on sinemaya düşüp “Aaa! Bu niye oldu?” diyor. Çünkü bu filmin yüz sinema salonunda gösterilmesi gerekmiyordu. Eninde sonunda bu iş, arz talep dengesidir. Arz talep dengesinin yılda iki kez bizi yanılttığı oluyor. Doğaldır ki sinemacı, dağıtımcı her zaman haklı değil. Ama maalesef yirmi gösterimden bir ya da iki tanede bu oluyor. Arz talep dengesini öngörebiliyoruz. Bizim bağımsız film yapan sinemacılarımız, çoğu zaman profesyonel yapımcıyla çalışmıyor ve profesyonel yapımcı farkı burada çok ortaya çıkıyor.

Bizim bağımsız sinemacılarımız, filmlerini doğru seyirciye, doğru pazarlamayla, doğru kanallarla ulaştırmaktansa “bu filmi yüz-yüz elli sinemada gösterime sokmalı” hezeyanlarına kapılıyorlar. 

Siz de Altyazı’da bizim senelerce birlikte iş yaptığımız profesyonel yapımcı arkadaşlarımızı konuk ettiniz. Biz onlarla aynı yıllarda sektöre girdik ve birlikte çalışa çalışa hep beraber anladık, öğrendik. Biz de başta heyecanlanıyorduk ama dayak yiye yiye dayak yememeyi öğrendik. Biz bu gerçeği kabullendik. Parazit’i seksen sinemada vizyona soktuk. Bunların çoğu iki seans, bir seans oynuyordu. Parazit gibi bir film ikinci haftasında seksen sinemadan yirmi sinemaya düştü. Çünkü Parazit’in ikinci haftasında Şahan Gökbakar’ın filmi gösterime giriyordu. Biz “Aaa! Bu film niye ikinci hafta yirmi sinemaya düşüyor?” demedik. Çünkü anlattığım gibi bir matematik vardı ve tepki göstermenin anlamı yoktu. “Varsın yirmi sinemada olsun ama üç ay devam etsin” ki gerçekten de üç ay devam etti.

Bağımsız filmlerin daha çok kopyayla gösterime girip görünürlüğünü daha çok arttırması onun için her zaman avantaj değildir. Dezavantaj bile olabilir. Oysa bir film aynı seyirci kitlesine ulaşabilen, yürüyüş mesafesinde 10 sinemada birden gireceğine daha az sinemada girse, mevcut seyirci az sayıdaki salona toplanıp sinema başına daha yüksek bir rakam oluşturabilir…

Parazit ile aynı hafta Kıvanç Sezer’in Küçük Şeyler (2019) filmi gösterime girdi. Başka Sinema’nın dağıtım modeli yetmedi ve başka bir dağıtımcıyla anlaştılar. Böyle oluyor zaman zaman. Aynı şey Sen Ben Lenin’de (2021) de olacak. Sen Ben Lenin yüz ya da yüz elli sinemada gösterime girecek. Başka Sinema ve Bir Film’in dağıtım modelini yetersiz bulup onlar da CGV Mars ile anlaştılar. Bence, Sen Ben Lenin, Küçük Şeyler’e göre belki biraz daha fazla hasılat yapar. Ama yine de doğru hedef kitlesine ulaşamayabilir. O dağıtım çarkında kaybolur.

40. İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülen Tufan Taştan imzalı Sen Ben Lenin, çok salonda vizyona girmeye hazırlanan filmlerden biri.

Biz dağıtımcı olarak senelerdir eski zamanları mumla arıyoruz. Hatırlar mısın Fırat? Bağımsız filmleri uzun uzun yirmi otuz hafta oynatırdık. Seyfi’nin (Teoman) filmleri de bir salonda üç hafta oynardı, sonra başka bir sinemada beş hafta oynardı. Bu başka bir dağıtım mantığıdır. Bizim festivallerle, alternatif sinemalarla hep bir ilişkimiz vardır. Bu yaz Bir Film ve Başka Sinema olarak yaptığımız Açıkhava Sineması film gösterimleri bile bunun kanıtı. Bizim filmlerimizin gösterimi blockbuster filmler gibi masif bir şekilde her köşebaşında seyircinin karşısına çıkıp birkaç haftada bitmez. Seyirci filmi eşinden dostundan, bir festivalden vs. bir yerlerden duyana kadar film genelde vizyondan kalkar. O yüzden de devam gösterimleri çok önemlidir. Filmin, vizyona girdikten altı ay, bir sene sonra hâlâ seyircisi olabilir.

Mesela bu günlerde organize etmekte olduğumuz Yelken Kulübü gösterimlerine Hızlı ve Öfkeli 9’u ya da vizyonda üç milyon gişe yapmış bir Star Wars filmini koysak çok büyük olasılıkla şu an bizim programa koyduğumuz filmler kadar seyirci yapmaz. Biz yelken kulübünde Dalida’yı (2017) oynattık, ki Dalida vizyonda üç-beş bin kişiye ulaşmış bir film, gösterimi 120 kişi sandalye kapasiteliydi ve hepsi doldu. Arizona Rüyası’nda (Arizona Dream, 1993) ise ilave sandalyeler koymak zorunda kaldık, 150 kişi oldu. Bu akşam Prenses Mononoke (Mononoke-hime, 1997) var ve yine 100 kişi civarlarında. Çünkü bizim filmlerimiz daha uzun ömürlü. Prenses Mononoke unutulmaz bir film. Biz yaşlanacağız, bugün on iki yaşında olan gençler yirmi iki olacak ve yine Prenses Mononoke’yi izlemek isteyecekler. Biz de on sene önce başka abilerle, ablalarla Prenses Mononoke’yi izledik.

“Yüz sinemaya girdik süperiz!” Sonra da: “İkinci hafta niye yirmiye düştük?”. E normal! Senin filmin Tokat’ta, Malatya’da ricayla iki seans girmiştir. Malatya’da o hafta en son sırada kalmışsındır. Malatya’daki sinemanın; “Ben bağımsız sinemacıları desteklemeliyim” gibi bir sorumluluğu yok. Burada herkes ticari çıkarlarını düşünmek zorundadır. Bu noktada çok sağlıklı bir dağıtım modeli oluşturulsa da bu böyle. Devlet Anadolu’daki birtakım sinemalara destek verse de bu böyle.

Bu sene mesela Yerli Film Gösterim Desteği pandemi desteğine dönüştü belki, ama ondan önceki sene güzel bir destek olarak başlamıştı. Bakanlık destekli filmleri gösterirsen on iki hafta boyunca ayda birer film, devletten yirmi, otuz bin lira destek alabiliyorum. Bu noktada da “bakanlık destekli film, her zaman bağımsız film mi?” sorusu oluşuyor. Bu da başka bir denklem. 15/07 Şafak Vakti de bakanlık destekli bir film. Bu filmlerin kaçı bağımsız tartışılır. Destek modellemesindeki hata sinemacının hatası değil. Ama yine de bence kötü bir destek modeli değil bu. Edirne, Kayseri, Çanakkale gibi büyük üniversitesi olan şehirlerde bağımsız filmlerin vizyon bulabilmesi açısından bu desteği önemli buluyorum. Gişenin çok hareketli olduğu dönemlerde belki çok karlı olmaz sinema işletmesi için ama yıla yayıldığında düzenli olarak Kayseri’de, Manisa’da bir sinemada yıl boyunca örneğin toplam on iki filmin ikişer hafta vizyon girmesi karşılığında bu sinemalara bir destek sağlanması o kentlerde bağımsız filmlerin vizyon görmesine, izleyicisine ulaşmasına hatta daha uzun vadede bu filmlere ilgi duyan bir izleyici oluşmasına büyük katkı sağlar.

Bizim filmlerimiz daha uzun ömürlü. Biz yaşlanacağız, bugün on iki yaşında olan gençler yirmi iki olacak ve yine Prenses Mononoke’yi izlemek isteyecekler.

Biz o yüzden Başka Çarşamba uygulamasını yaptık. Başka Çarşamba benim senelerdir savunduğum bir modeldi ve çok da sağlıklı oldu. Senelerce Mersin, Adana, Balıkesir gibi illerde bağımsız filmleri bir hafta, iki seans gösterime soktuk. İstisnai filmler hariç, an geldi filmler haftayı on kişiyle, yirmi kişiyle kapattılar. Bizim sektörde hiçbir zaman aynı tarz film yoktur. Woody Allen’ın bir sonraki filmi önceki filmine göre çok daha yüksek gişeler yapabilir. Bu işin henüz çözemediğimiz bir sihri vardır. Ben bu sihir faktörünü çıkararak söylüyorum; daha önce Mersin’de Adana’da, Balıkesir’de iki seans oynayıp hafta boyu on dört seansta toplam 40-50 izleyici yapan tarzdaki filmler bu illerdeki tek gösterimde, Başka Çarşamba’da 80-100 seyirci yapabilir hale geldiler. Çünkü Başka Çarşamba bir nevi festivaldi. O şehirdeki insanların etkinlikleri haline geldi. Birçok şehirde seyirci artık Başka Çarşamba için “çarşamba akşamı benim görmek istediğim bir film oynuyor” diyebiliyor ve kendisini o güne ve saate ayarlıyordu. Sinema Datça, Karaca Sineması gibi sinemalarda da Başka Çarşamba’nın etkilerini görebiliriz. Bu sinemalara dağıttığımız filmlerin haftayı beş seyirciyle kapatmışlıkları var. Benim gördüğüm rakamları görseniz şaşırırsınız. Ama Başka Çarşamba modeliyle birlikte bir baktık o salonlar dolmaya başladı. Bazı günler perşembe sabahına ilave seans koyduk. Judy (2019) ve Parazit filmlerinde Sinema Datça’nın elli kişilik salonu 19:00 seansında doldu ve ertesi sabah saat 12:00’ye ek seans koydu. Çünkü artık o şehirde yaşayan insanlar için Başka Çarşamba bir etkinlik haline geldi.

Bir Film ile Başka Sinema arasındaki ilişkiyi kısaca özetler misin?

Bir Film, Marsel Kalvo’nun kurucusu olduğu Mars Prodüksiyon’la birlikte (editörün notu: Mars Entertainment Group ve CGV Mars gibi büyük yapılarla karıştırılmamalı) Başka Sinema’nın yarı yarıya ortağı aynı zamanda en büyük içerik sağlayıcısı. İşin ticari kısmı olan ortaklık bir tarafa, Bir Film, Başka Sinema’nın en büyük içerik ve teknik destek sağlayıcısıdır. Başka Sinema’nın yılda vizyona çıktığı filmlerin 2/3’ü Bir Film’in ithal ettiği filmler.

Bazı filmlerde dağıtım şirketi olarak Bir Film yazıyor. Bazı filmleriyse yine siz getiriyorsunuz ama Başka Sinema dağıtıyor. Buradaki fark nedir?

İthalatçı olarak getirdiğimizde daha bağımsız filmleri Başka Sinema üzerinden gösterime çıkarıyoruz. Daha ticari beklentisi yüksek, Anadolu’ya da ulaşmasını beklediğimiz, Mars’ın sinemalarında da gösterilecek olan filmleri Bir Film üzerinden gösterime çıkarıyoruz. Biraz satış stratejisi gibi. Mesela Sony – Sony Classics, Fox – Fox Searchlight şirketleri arasındaki ilişkiyi andırıyor diyebiliriz. Ayrıca bazı filmleri de Bir Film dağıttığı halde, yine Başka Sinema platformlarında gösterime sokuyoruz. Başka Sinema bir dağıtımcı olduğu gibi aynı zamanda da bir platform. Bir Film dağıtıyor, Başka Sinema’nın beş-altı sinemasında gösterime giriyor.

Cinemaximum’un bir üyelik sistemi var; sinemaya gittikçe puanın birikiyor ve sonunda birikmiş puanlarınla ücretsiz bilet alabiliyorsun. Gündeme “popcorn tartışması” olarak yansıyan, yeni sinema yasasının çıktığı dönemde sinemaya gittiğimizde, “bu kampanyayı artık yapamıyoruz” demişlerdi. Sonra pandemi çıktı ve yine sinemaya gitmeye başladık. Bu sefer sistemi eski haline döndürmüşler. Bir de Ölü Ekmeği (2019) hikâyesi var. Film TRT 2’de gösterildikten kısa bir süre sonra vizyona girdi. Bunlara dayanarak, pandeminin yarattığı ekonomik durumlar, özellikle büyük şirketler tarafından, bir tür yasa aşma enstrümanına mı dönüştürülüyor diye sormak isteriz.

Muhtemelen CGV Mars şirketi o kampanyaları yeniden modellemiştir. Nasıl modellediklerini bilmiyorum. Şöyle olabilir: Kampanyadan aldığınız hediye biletleri, o günkü en yüksek bilet fiyatı üzerinden biz dağıtımcıya raporluyorlardır. Böyle olunca yasaya mani bir durum teşkil etmiyor olabilir. Biz Bir Film olarak bu sektördeki düzenlemelerin bir miktar sağlıklı olduğunu düşünüyoruz.

Korelilerin satın almasının ardından Mars sektörün kimyası ile oynadı. Yaptıkları hamlelerin çoğunun sektöre zarar verdiğini düşünüyorum. Önceki yönetim zamanında da muhakkak kapitalist bir ticari dev idi ama sektörün dinamikleri ile bu kadar oynamıyorlardı. Bu “popcorn krizi” olarak bilinen süreci de çok iyi yönetemediklerini düşünüyorum mesela. Önce bu krizin ortaya çıkmasına sebep olan süreci hazırladılar. Devletin ya da bir gücün buna eninde sonunda engel olacağını öngöremediler. Çünkü sürdürülebilir değildi. Resmen dört sene önce 10 lira olan bilet ortalaması, dört sene sonra 11 liraya çıkıyordu. Her şeye zam yapıldı defalarca ama bilet fiyatına zam yok. Mısır, kola satmak için geliştirilen bir modeldi. Daha sonra da uzlaşmaya çalışmak yerine “Yeni Cem Yılmaz’lar çıkarırız!” gibi açıklamalarla hem yapımcıları hem de izleyicileri küstürdüler. Açın bakın sosyal medyada Cinemaximum başlığına, örneğin Ekşi Sözlük’te. İnsanlar akın akın nefret kusuyor. İşte bu popcorn krizinin sonunda yapımcılar ile sinemacılar bir araya getiren devlet, bir noktadan sonra uzlaşma da sağlanmayınca, kuruş kuruş ince hesaplara giremeyeceği için baltayı vurdu ve promosyonları tümden kesti attı. Halbuki biz, doğru ve sağlıklı şekilde modellenmiş promosyonun sektörün faydasına olduğunu düşünüyoruz.

Kampanyaların engellendiği dönem bağımsız sinema salonlarıyla da bir araya geldiğimizde, devletin ve büyük yapımcıların kimseye sormadan kendi aralarında böyle bir karar aldıklarını söylüyorlardı. Bağımsız sinema salonlarının elindeki imkânı da almış oldular. Belki onlar da kampanya yapacaklardı. Belki üniversitelere toplu bilet alacaklardı… Büyük sinemalar yine bir yolunu buldu, peki bağımsız sinemalar?

Büyük sinema salonlarının bulduğu yolları bağımsız sinemalar da buluyor. İşin o kısmı biraz karanlıkta şu an. Sinemalar şu an yapımcıyla ve dağıtımcıyla anlaşırsa promosyon yapabiliyor ve biz dağıtımcı olarak bu promosyonlara açığız. Dolayısıyla misal Beyoğlu Sineması belirttiğiniz gibi bir öğrenci grubu için özel fiyat uygulamak istediğinde dağıtımcı/yapımcı buna onay veriyorsa burada hukuki bir sakınca yok.

Velev ki hukuki bir sakınca olsun yine problem yok çünkü sektörde işler burada konuşulduğu kadar teorik işlemiyor. Herhangi bir sinema beni arayıp “Bir okul grubu 50 kişi gelecek, 45 bilet keseceğim 5’ini davetli yazacağım” gibi bir talepte bulunduğunda kimseyi geri çevirmedik. Bunları aşmak çok kolay, mühim olan karşılıklı rıza olmasıdır. Çok itiraz edilen yasanın elbette ben de mükemmel bir yasa olduğunu düşünmüyorum ama yine de önemli getirileri olduğunu düşünüyorum. Bu yasayla ‘eser işletme belgesi’ olmadan gösterim yapabiliyorsun. Bu senelerdir bizim en büyük dertlerimizden birini çözdü. Yeterince çözdü mü? Hayır ama ben bunun yine de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir festival veya bir sinema ‘eser işletme belgesi’ olmadan 18 yaş sınırı koyup toplu gösterim yapabiliyor. Uygulamada Bakur’u (Kuzey, 2015) tekrar gösterebilir miyiz? Bilmiyorum. Devlet için çok tehlikeli olan filmleri gösterebilir miyiz? Bilmiyorum. Ama ben dağıtımcıyım ve itiraf edeyim ki o bir noktadan sonra beni çok ilgilendirmiyor. Genel olarak, bir film festivali yapabiliyorsun. Eskiden bir festival yapmak, Başka Çarşamba’da ya da başka özel gösterimlerde ‘eser işletme belgesi’ almamış film göstermek falan çok daha sıkıntılı idi. Bunlar operasyonel olarak çok sıkıntılıydı. Bence bu yasa festival ve özel gösterimler yapma çeşitliliğini arttırdı.

Ama bu sefer de otosansür öne çıktı.

Doğru. Sırf bakanlıktan destek almak için bile otosansür ortaya çıktı.  

Ölü Ekmeği mevzusunu da anlatmak isterim. O filmin TV’de gösterildikten kısa süre sonra vizyona çıkması şununla da ilgili: Sinema salonlarının Yerli Film Gösterim Desteği’nden yararlanabilmesi için bakanlık desteği almış altı tane filmi ikişer hafta gösterme zorunluluğu var. Gösterime çıkmış bir filmi dijital platformlarda beş ay gösteremiyoruz. Ama öte yandan yasada şöyle bir boşluk var: Bir platformda ya da TV’de gösterilmiş filmi gösterime çıkabiliyoruz, talep eden sinema işletmecisi filmi gösterebiliyor. Hukuki olarak yapılabiliyor. Ama Sinema Salonu Yatırımcıları Derneği (SİSAY) bu uygulamayı da durdurmaya çalışıyormuş. Bence SİSAY da, sinemacılar da dijital platform karşıtlığı meselesinde manasızca ısrarcı davranıyorlar. Ben de ticari olarak sektörün en eskilerinden birisiyim. Organize İşler: Sazan Sarmalı’nın (2019) gösteriminin üçüncü haftasında Netflix’e satılmasının sektöre çok büyük bir ihanet olduğunu düşünüyorum. Ama İlk İnek (First Cow, 2019) ya da Aşk, Büyü Vs.’nin (2019) ya da küçük bir takipçi grubuna hitap eden benzer filmlerin MUBI’den üç hafta sonra sinemalarda özel gösterimlerde gösterilmesinde ya da vizyondan hemen sonra dijital platforma gelmesinde sakınca görmüyorum. Bunlar sektörün ticaretinin %1’i bile değil, üzerinde bu kadar durmaya değer şeyler değil.

Doğru yapılan promosyonlar sektörün faydasınadır. Aynı şekilde doğru yapılan dijital gösterimler de yine sektörün faydasınadır. Bu sene Altın Palmiye kazanan filmin dağıtımını MUBI satın aldı. Peki ne olacak? Bu sene sinema salonlarında Altın Palmiyeli filmi göremeyecek miyiz?

Bu arada “hiç fikir alınmadan kararlar alınıyor” diyorlar ama aslında bazı toplantılar düzenleniyor. Ama bu toplantıların gerçekleştiği ortamlarda hakikaten fikir alınmıyor. Özellikle mısır yasası dönemi sektörün değişik birleşenlerini, değişik toplantılara çağırdılar. Ben biraz da çabuk sinirlenebileceğimi düşündüğüm için bu toplantılara gitmedim ama Özge (Koç), Ersan (Çongar) ve birçok arkadaşım gittiler. Gidenlerden çok net biliyorum: Bu tip kalabalık toplantılar “her şeyi bildiğini sanan” birçok sektör büyüğünün aynı anda, kimseyi dinlemeden konuştuğu sağlıksız ortamlar oluyor çoğu zaman maalesef. Bizim bu toplantılarda hep savunduğumuz barajlı model: Gösterime çıkan filme bir izlenme barajı koyup, izlenme sayıları örneğin ilk iki haftada 20-30-50 bin seyirciye ulaşamıyorsa dördüncü haftadan itibaren dijital platformlarda oynayabilsin. Burada baraj sayıları için farklı görüşler değerlendirilebilir tabii ki. Buna benzer bir yöntem Fransa’da da uygulanıyor. Bunlar işin önemli detayları ama devlet bu detaylarla uğraşamadığı için hepsini kestirip atıyor.

MUBI şirketi geçtiğimiz Temmuz ayında, Cannes’da Altın Palmiye alan Julia Ducourna imzalı Titane‘ın (2021) yakında Türkiye, Güney Amerika ve Hindistan’da MUBI’den izlenebileceğini açıklamıştı.

Önceki uygulamadaki en büyük sıkıntı mısır meselesindeydi. Cinemaximum sinemalarında 25 TL bilet fiyatı vardı ve 5 TL farkla mısır artı kola kampanyası oluyordu. Kimse hayır demez bu kampanyaya. Sonra 30 TL’lik biletin fişine bakıyorsun: 15 TL’si film 15 TL’si mısır. Burada bir adaletsizlik var. Senin filminin bedeli 25 TL ama senin verdiğin mısır artı kola 15 TL. İkisinin fiyatının aynı oranda indirilmesi gerekirken film ücretinde kesinti oluyor. Ben bu promosyon anlayışına karşıydım. Hâlâ da karşıyım. Sırf o uygulamaları satmak için mısırla kolanın fiyatlarını suni olarak yükseltildiğini de biliyorum. Ben doğru yapılan promosyonlara hiç karşı olmadım. Doğru yapılan promosyonlar sektörün faydasınadır. Aynı şekilde doğru yapılan dijital gösterimler de yine sektörün zararına değil, faydasınadır. Bu sene Altın Palmiye kazanan filmin dağıtımını MUBI satın aldı. MUBI bu filmi sinemada izleyecek üç, beş bin kişi için almadı. Dijital platformu güçlendirmek için aldı. Ben bu filmin sinema salonlarına sokulması gerektiğini düşünüyorum. Vizyon olmayabilir ama Başka Sinema’nın özel gösterimleriyle veya üniversite şehirlerinde özel gösterimlerle seyirciye ulaşmalı. Bence MUBI, o filmin beş ay gösterimde kalmasını istemez. Beş ay bekleyecek olsa filmi almazdı. Peki ne olacak? Mesela bu sene sinema salonlarında Altın Palmiyeli filmi göremeyecek miyiz? Ya da önce MUBI’de oynayacak sonra küçük küçük Kadiköy’de, Beyoğlu’nda gösterimler olacak muhtemelen.

Pandeminin başlarında Başka Sinema, Blu TV işbirliğiyle VoD (Seç-İzle) modelinde gösterimler yaptı. Mesela Kronoloji (2019) ve Bozkır (2019) bu şekilde gösterildi. Ama büyük tepkiler aldı bu uygulama. Bir daha da yapılmadı. Bu konuştuğumuz tepkilerden dolayı mı tekrarlanmadı?

Hayır. Çok daha ticari sebeplerde dolayı tekrarlanmadı. İş yapmadı, ki zaten iş yapmayacağı çok netti. O dönemde SİSAY da buna tepki gösterdi. Organize İşler: Sazan Sarmalı, üçüncü hafta Netflix’e geldiğinde sinemacılar gereken tepkiyi göstermedi. Pek çoğu çok eski müşterim, çok yakın arkadaşım ve bunları hepsine de söyledim. Kronoloji ya da Bozkır’ın VoD olarak oynaması anlamsızca büyütülen bir mesele oldu. Zaten sinemaların ne zaman açılacağı belli değil ve bu filmler sinemalarda gösterime girse çok küçük bir kitleye hitap ediyor. O yüzden Aşk, Büyü, Vs.’yi MUBI gösterime bile girmesini beklemeden yayınladı. Bence üzücü. Yasalarımız biraz daha normal olsa, Aşk, Büyü, Vs., önce sinemalarda gösterime girse ondan bir ay sonra MUBI’de yayınlansa daha sağlıklı olurdu.

Bu rakamlarla seneye kimse sinema için büyük film yapmaz, dijitale daha az riskli işler yapmayı tercih eder. Öte yandan bağımsız film üretimi devam ediyor. Çünkü bağımsız sinema minimumlarda iş yapmaya alışkın.

Dijital platformda izlenmesi illa filmin gişesinin kötü olacağı anlamına gelmiyor belki de. Bir film dijital platformda yayınlanınca merak uyandırır ve o merak sinemaya çıktığında gişeyi artırabilir diyebilir miyiz?

Hayır bence öyle bir genelleme yapamayız. Ama böyle örnekler de var elbette ve olacak da. Mesela Roma (2018) buna örnektir. Bunlar istisnai örnekler ama zaten şu sohbetimizin takipçi kitlesi açısından baktığımızda da zaten “istisnalarda yaşıyoruz” diyebiliriz. SİSAY’ın ya da sinemacıların aslında ilgi alanına giren bir grup değil bu aslında. Netflix’te oynayan Geçen Yaz (2019) filmine Beyoğlu Sineması özel seans yaptı. SİSAY’ın buna karşı çıktığını duydum. Sektörde binde bir bile yer işgal etmeyecek kadar küçücük bir ticari duruma tepki gösterilmesini çok gereksiz buluyorum.

Burada biraz güç savaşlarına girildiğini düşünüyorum. 20 yıla yakındır sektörün sinema satışı/dağıtımı tarafındayım ve üzülerek söylüyorum ki maalesef bu bir savaş haline getirilirse sinema kaybeder. Sinemacı yapımcıya “ya dijital platform ya sinema” derse en azından yakın gelecekte bu savaşı kaybeder gibi görünüyor. Yıllık on-on beş milyon seyirci sayılarının konuşulmaya başlandığı şu dönemde artık sinemacılar daha güçlü olan taraf değil. Bu rakamlarla seneye kimse sinema için büyük film yapmaz, dijitale daha az riskli işler yapmayı tercih eder. Öte yandan bağımsız film üretimi devam ediyor. Çünkü bağımsız sinema, gerektiğinde ucuz otellerde kalarak öğle yemeğini en ucuza getirip, minimumlarda iş yapmaya alışkın. Sonuçta bence düşük bütçeli vasat korku filmleri de bağımsızdır ve sektör bu korku filmlerine kaldı. Vizyon bekleyen en az 50-60 tane düşük bütçeli yerli korku filmi var ve her hafta bir ya da iki yerli korku filmi vizona giriyor. Maalesef bunun tercümesi en özetle şu: Sektörümüz her geçen gün biraz daha çöplüğe dönüşüyor…