Şu An Okunan
Seda Gökçe: Ne İzlediğim Önemli Ama İyi Şeyleri Kim Seçiyor?

Seda Gökçe: Ne İzlediğim Önemli Ama İyi Şeyleri Kim Seçiyor?

2021’in Mart ayıydı. Gazetelerin Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğini yazdığı günler. İKSV’nin düzenlediği İstanbul Film Festivali, Nisan ayında 40. kez gerçekleştirilecekti. “Kadına yönelik şiddet politik”tir diyen bir belgeselin, Ölümüne Boşanmak‘ın yapımcıları filmlerinin festivalde gösterilmeyeceğini o günlerde öğrendiler. Kendilerine sunulan gerekçe de politikti. Belgeselin yürütücü yapımcılarından Seda Gökçe’den yaşananları ve yaşananlara getirdiği açıklamayı dinliyoruz. Sansürün sıradanlaştırılması ve ardındaki “göze batmama” mekanizması…

Filmekimi bu yıl “ne izlediğim önemli” sloganıyla duyurusunu yaptı. Tanıtım metninde iyi şeyler izlemenin ne kadar önemli bir ihtiyaç olduğu vurgulanıyor. Katılıyorum, ancak iyi şeylerden beklentilerimizin farklı olduğunu belirtmekte fayda var.

Ölümüne Boşanmak (Dying to Divorce, 2021) Chloe Fairweather’ın yönettiği, Özge Sebzeci ile birlikte yürütücü yapımcılığını üstlendiğimiz, Türkiye’de kadın hareketini odağına alan, çekimleri beş yıla yayılan bir belgesel. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) düzenlediği İstanbul Film Festivali’nin bu yılki seçkisinde yer almak için başvuru yaptık. Kerem Ayan (film festivali direktörü) belgeseli izledikten sonra beni arayarak, filmi çok beğendiklerini, çok iyi çekildiğini belirtti, ne kadar etkilendiklerini aktardı. Ancak filmin çok politik olduğunu, günün politik atmosferinde belgeseli programa alamayacaklarını rahat ve benim de onayımı bekler bir dille ifade etti.

Ölümüne Boşanmak’ın merkezinde iki dava var. Belgesel Türkiye’deki kadın hareketini, bu davaları takip eden Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na bağlı bir avukat (İpek Bozkurt) ve bir kadın hakları aktivisti (Ayşen Ece Kavas) ile birlikte takip ediyor. Kadına yönelik şiddetin politik olduğu savı üzerinden ülke gündemini ve bu gündemin belgeselin karakterleri üzerindeki etkisini izlemeyi amaçlıyor. 2014 yılı sonundan 2019 yılına kadar geçen süreçte Türkiye’de yaşanan politik olaylar bu çerçevede belgeselde ele alınıyor. Toplumsal olaylara ait görüntüler anaakım medya arşivleri kullanılarak aktarılıyor, yaşanan olayların kişisel ve toplumsal hayata etkisini ise avukat İpek Bozkurt kişisel duyguları ve gözlemleri ile paylaşıyor.

Hepimizin malumu bu ülkede anaakım medyada yokmuş gibi yapılan/konuşulamaz meseleler vardır. Ama henüz kadın hakları mücadelesinin politik yönünün bu kümeye girdiğini fark edememiştik.

Bu telefon konuşmasının ardından yüz yüze bir görüşme yapmak istedik. Avukat İpek Bozkurt ile birlikte talep ettiğimiz görüşmenin amacı hem bu sansür kararını anlayamamış olmamız ve bu konudaki şaşkınlığımız, hem de İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırıldığı bir dönemde bu belgeseli 40. İstanbul Film Festivali aracılığıyla farklı çevrelerden olabildiğince çok insana ulaştırma arzumuzdu. Yaptığımız görüşmede İKSV’nin belgeseli göstermek istemeyişinin nedeninin, İpek’in politik meseleler (belgeselde İpek, 15 Temmuz ve 2017 referandum süreçlerini kendi deneyimleriyle aktarıyor) hakkındaki görüşleri olduğunu öğrendik. Kerem Ayan, yaşadığımız yoğun baskı ortamında bu yorumlar nedeniyle belgeselin tepki çekme olasılığını göze alamayacaklarını belirtti. İstanbul Film Festivali’nde daha önceki süreçlerde yaşanan sansür olaylarından bahsetti, sonuçta bir sermaye grubu tarafından fonlanan bir festival olarak bu risklerin göze alınmaması gerektiğini düşündüğünü söyledi. Fazla dikkat çekmenin kazanılmış alanların da elden gitmesine neden olduğu, o yüzden daha dikkatli olmak gerektiğini 2014 yılında Altın Portakal Film Festivali sırasında belgesel sinemacıların Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek (2014) belgeseline uygulanan sansür sonrası festivalden çekilmelerini ve bu çekilme sonrası belgesel seçkisinin festivalden kaldırılmasını örnek vererek açıkladı.

Film Arzu Boztaş’ın hikâyesini de anlatıyor. Ahmet Boztaş, kendisinden boşanmak isteyen Arzu Boztaş’ı 2014’te kollarından ve bacaklarından pompalı tüfek ile vurdu. Belgeselde hem Arzu Boztaş’ın hayata tutunma sürecini, hem de Ahmet Boztaş’ın üst sınırdan 20 yıl hapis cezası aldığı, kadın hareketine güç veren dava sürecini izliyoruz.

Burada şunu eklemem gerekiyor. Festival direktörü Kerem Ayan ile telefonda ve yüz yüze gerçekleştirdiğimiz görüşme sırasında konuşmaların kayıt dışı (off the record) ya da gayriresmî olduğuna dair kendisi bir not düşmedi. Bu nedenle aramızda geçen konuşmaları aktarırken bir tereddüt yaşamıyorum.

Bu görüşmeyi yapma nedenimiz ve yaptığımız görüşme sırasında belgeselin gösterilmesi konusunda ısrar etmemizin nedeni henüz sansür mekanizmalarının çeperinin ne kadar genişlediğini öngöremememiz. Hepimizin malumu bu ülkede anaakım medyada yokmuş gibi yapılan/konuşulamaz meseleler vardır. Ama henüz kadın hakları mücadelesinin politik yönünün bu kümeye girdiğini fark edememiştik. Dolayısıyla, belgesel içeriğinin kadın hareketi odağının başka alanlara kaymaması, manipülatif amaçlarla kullanılmaması için gösterdiğimiz çabanın altını çizerek belgeselin, İstanbul Film Festivali seçkisi geride kalsa da başka bir seçkide yer alması için ısrar ettik. Zira, ekip olarak belgeselin kadın hakları mücadelesinde bir düşünme/tartışma alanı açmasının ve toplumun farklı kesimleri ile buluşmasının kıymetine inanıyoruz. Ancak bu İKSV kapsamında mümkün olmadı.

İstanbul Film Festivali’nin ‘‘belgeseliniz seçkiye alınmaya hak kazanmamıştır” cevabı ile bitebilecek bir başvuru süreci, sonrasında bu yazıyı kaleme almama kadar evrildi. Yazının devamında yaşananlara kendi açımdan getirdiğim açıklamayı bulacaksınız.

Bahadır Özgür, 8 Eylül tarihinde Gazete Duvar’da yayımlanan Bir Burjuvanın Çıldırdığı An: Eczacıbaşı’na Ne Oldu? yazısında bir sermaye grubunun hegemonyasını kurmak için entelektüel sermaye ihtiyacına, bunu bir prestij aracına çevirme sürecine yakından bakıyor. “Eczacıbaşı (…) kültürel hegemonya ihtiyacını fark edip, 1970’lerde İstanbul Festivali’yle (…) tüccarların (…) anti-komünist siyasetine kültürel dokunuşla ‘burjuva inceliği’ katmıştı,” şeklinde başlayan yazısında, devir değişip inşaat sektörü yükselirken sermaye grupları içinde konumu gerilemeye ve pastadaki payı azalmaya başladığında Eczacıbaşıların “…onu diğer sermaye gruplarından farklı kılan alamet-i farikası kültürel yatırımları mümkün olduğunca görünmez kılıp ‘yapı ustalığını’ dönemin asil nişanı sayarak omzuna kondur”mak suretiyle döneme adapte olmaya çalıştığını anlatıyor.

İKSV’nin ‘kadın hareketi’ konusuna yaklaşımında ‘göze batmama’ refleksinin öne çıktığını düşünüyorum. Kadın hareketi gibi toplumsal desteği ve kabulü çok yüksek bir konuda, İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılması sonrasına denk düşen bir filmin kıymetini zamansal olarak göz ardı edemeyecekleri bir durumdalar. Muhtemelen tam da bu nedenle filmin kendisini risk olarak gördükleri için veriyorlar bu kararı.

İKSV’nin ‘kadın hareketi’ konusuna yaklaşımında bu ‘göze batmama’ refleksinin öne çıktığını düşünüyorum. Kadın hareketi gibi toplumsal desteği ve kabulü çok yüksek bir konuda, İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılması sonrasına denk düşen ve kadın hareketinin toplumsallığına ve hak mücadelesine vurgu yapan bir filmin kıymetini zamansal olarak göz ardı edemeyecekleri bir durumdalar. Muhtemelen tam da bu nedenle filmin kendisini risk olarak gördükleri için veriyorlar bu kararı.

20 Ekim tarihinde e-Skop’ta yayınlanan İKSV’yi Kim Yönetiyor? başlıklı yazısında Ali Artun Ağustos ayında İKSV’nin yönetim kurulunda yapılan değişikliğe değiniyor ve vakfın yönetim kadrosundaki hemen herkesin “şirket patronu veya yöneticisi; hükümran unvanlarıyla işletmeciler ve iletişimciler” olduğunu not düşüyor: “Görülüyor ki, kültürü ve sanatı yönetiyor olmasına rağmen İKSV’nin başındaki kadroda tek bir kültür sanat temsilcisi yok. ‘Kamu yararına’ çalışıyor olmasına rağmen bir tek kamu temsilcisi, örneğin sanat tarihçisi bir öğretim üyesi, yok.”

20-30 Mayıs 2021 tarihleri arasında çevrimiçi gerçekleştirilen 40. İstanbul Film Festivali’nde gösterilmeyen Ölümüne Boşanmak, 4-11 Haziran tarihlerinde düzenlenen 24. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nde seyirciyle buluştu. Soldan sağa: Filmin yürütücü yapımcılar Seda Gökçe ve Özge Sebzeci, filmin karakterlerinden Arzu Boztaş ve avukat İpek Bozkurt, Uçan Süpürge direktörü Azize Tan.

Ali Artun aynı yazının girişinde “Kültürün ve sanatın özelleştirilmesinde, kamu yönetiminden şirket yönetimine devrinde başı çeken o” diyerek İKSV’yi tanımlarken, ben de bu kurumla yaşadığımız karşılaşmanın Türkiye’de sansür ortamına dair tekil bir olaydan ziyade daha genel bir alana işaret ettiği kabulüyle durumu ele almayı amaçlıyorum. Diğer yandan Argonotlar.com sitesinde yayınlanan, Özlem Altunok’un Devlet Şiddetiyle Şekillenen Sanat Dünyası adlı söyleşisinde Banu Karaca’nın belirttiği gibi “bu kurumlarda görev alan ve çalışmalar yürütenler kişisel olarak iyi niyetli olsalar ve büyük çabaları olsa da, kurumsal olarak bu yapılar er ya da geç devletin çizdiği çizgilerin dışına çıkamadıkları durumlara düşüyorlar. Oralarda oluşan ‘özgürlük alanları’ da aslında tam da devletle özel kurumların iş bölümünün içinde kurgulanmış alanlar.”

Kültür sanat faaliyetlerinin özel sektör eliyle gerçekleştirilme tarihi kısa olmasa da, yeni politik düzlemde baskı rejimi arttıkça hem baskı uygulanan alanlar genişliyor hem de baskının dozu artıyor. Bu çelişki içinde sermaye grupları da tarafını hiç olmadığı kadar net belli etmek zorunda. Argonotlar.com sitesinde yayınlanan aynı söyleşide Banu Karaca’nın The National Frame: Art and State Violence in Turkey and Germany (Ulusal Çerçeve: Türkiye ve Almanya’da Sanat ve Devlet Şiddeti) adlı kitabından şu alıntı da yapılmış: “Bu çelişkiler sürekli bir uzlaşma, bir arabuluculuk ihtiyacı üretiyor ama aynı zamanda eleştirel düşünce ve pratikler için bir mücadele alanı da açıyor. Mevcut koşullarda, yani kapitalizm çerçevesinde, sanat dünyasının çelişkilerini uzlaştırmanın veya çözmenin mümkün olduğunu düşünmüyorum, ama bu çelişkileri eleştirel bir şekilde takip etmek ve eleştiride ısrar etmek yine ve hâlâ önemli. Sanatın özgürleştirici gücüne inanıyorsak -ki ben inanıyorum- sanat dünyasının nasıl işlediğine dikkatli bakmamız ve takibini sürdürmemiz gerekiyor.” Bu ifadenin belgesel ekibi olarak yaşadığımız süreçte hem belgeselin gösterimi ile ilgili yaptığımız görüşmeleri, hem de bu yazının yazılma amacını açıklar nitelikte olduğu kanısındayım.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ndan Ayşen Ece Kavas (solda) ve avukat İpek Bozkurt (sağda) gibi mücadelenin içinden isimleri de takip eden Ölümüne Boşanmak, karakterlerinin hikâyelerini Türkiye’nin çalkantılı siyasi iklimi ile iç içe anlatıyor.

Bir diğer meselenin, sansürün içselleştirilmesiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Beğendikleri ve göstermek istediklerini söyledikleri halde belgeseli seçkiye almamalarının nedenini ve tebriklerini paylaşırken takındıkları tavrı bu sıradanlaştırmaya bağlamak mümkün. Sansürü konuşmak için görüşme talep ettiğimizde buna sansür demeyelim refleksi de bu tutumdan kaynaklanıyor. Sansüre sansür demediğimiz bir dönemdeyiz. Ancak vakıf içi konuşmalarda bu durumu nasıl ifade ettiklerini de merak etmiyor değiliz. Yazı bütününde İKSV olarak atıfta bulunduğumuz bir kurum ve bu kurum dahilinde görüştüğümüz tek bir isim var, festivali direktörü Kerem Ayan. Ayan’la yaptığımız konuşmalarda kendisi, karar konusunda tek başına inisiyatif alamayacağını, daha üst mercilerin görüşüne ihtiyacı olduğunu söyledi. Kurum içi hiyerarşide kimlerin belgeseli gördüğünü ya da verilen karara ortak olduğunu bilmiyoruz ancak bu konunun konuşulduğunu tahmin etmek zor değil. Böyle bir konuşmanın yapılmış olmasının vahametinin de altını çizmiş olalım.

Tanınmayan bir sektör çalışanının çok da sesinin duyulmayacağını ve bu bilgiyle de sesini duyurmaya uğraşmayacağını düşünüyor olmalılar. Sıradanlaştırma, kanıksama ve kabullenme olarak devam eden sansür mekanizmasının ilk basamağı bu olsa gerek. Bizim de gösterdiğimiz ilk refleks susmak oldu.

Eklemek gerektiğini düşündüğüm bir durum daha var. Biz bu belgeselin yürütücü yapımcıları olarak sinema dünyasında tanınan/bilinen isimler değiliz. Festivalin bizimle kurduğu iletişimde de, daha sonra sansürle ilgili yapacağımızı bildikleri açıklamalarımıza karşı sergiledikleri rahatlıkta da bu durumun etkisi olduğunu düşünüyorum. Açık sözlülüklerinde aramızda geçen konuşmaları başka bir platformda paylaşmayacağımıza dair -muhtemelen önceki deneyimlerinden de kaynaklanan- duydukları güven söz konusu. Tanınmayan bir sektör çalışanının çok da sesinin duyulmayacağını ve bu bilgiyle de sesini duyurmaya uğraşmayacağını düşünüyor olmalılar. Sıradanlaştırma, kanıksama ve kabullenme olarak devam eden sansür mekanizmasının ilk basamağı bu olsa gerek. Bizim de gösterdiğimiz ilk refleks susmak oldu. Ama bu sansürü sıradanlaştırma girişimlerini kabul ettiğimiz için değil; toplumsal olarak geldiğimiz noktanın kanıksama olduğunu düşündüğümüz için. Çok yoğun ülke gündeminde, hak ihlalleri ve hayat koşullarının ağırlığı altındaki toplum açısından sansür kanıksanmış bir durumken sesimizi duyurmak, sansürü gündeme getirmek zor olacaktır. Stratejik olarak doğru zaman ve koşullarda konuşmayı bekledik. Bu metni yazma amacım da bu. Bu sıradanlaştırma mekanizmalarına karşı sansürü kanıksamadığımızı ve kabul etmediğimizi belirterek, olayın sıcaklığından uzak, daha sakin bir düzlemde bu konuyu konuşabilmek. Sansürü bir mekanizma olarak ele almaya devam edersek, kabullenme mekanizmasından sonrasının otosansüre doğru hızla yol aldığını görmemek mümkün değil.

Sinema, yaratım ve gösterim süreçlerinin hem maddi hem manevi açıdan çok meşakkatli ve uzun olduğu bir yaratıcı alan. Kişinin kendini ve düşüncelerini ifade etmek için verdiği emek çok fazla. Yolun başındaki bir sinemacı için, özellikle kendini var etme çabası içindeyken bu kararlarla sınanmak kabul edersiniz ki çok zor. Altyazı Fasikül ekibinden Fırat Yücel’le burada yazdıklarımı onunla paylaştığım ilk konuşmanın sonunda Fırat hafif tereddütlü bir ifadeyle anlattıklarımı kendi adımla Altyazı Fasikül’e yazmak isteyip istemediğimi sordu. Ben de size sormak isterim. Sizce sansürü dillendirmek cesaret ister mi? Başıma bir şey gelir mi? Başka belgesel yapmak istersem sinema dünyasında hepimizin bildiği fişlenmeden ben de nasibimi alır mıyım?