Şu An Okunan
Serge Avédikian: Gömülmüş Hafızayı Diriltmek ve Paylaşmak

Serge Avédikian: Gömülmüş Hafızayı Diriltmek ve Paylaşmak

Ailesinin köyü olan Sölöz’ü 1987’den beri dört kez ziyaret eden Fransalı Ermeni yönetmen Serge Avédikian, 2007’de bölgedeki Ermeniler ve Türklerin ortak tarihi üzerine Aynı Sudan İçtik adlı belgesele imza atmıştı. Retourner à Sölöz‘de (2021) ise Sölöz’e geri dönüyor ve yıllar önce başlatılan diyaloğu günümüz Türkiye’sinde devam ettirmek mümkün mü sorusunu soruyor. Avédikian ile, Osman Kavala hapiste olduğu sürece Türkiye’de gösterilebileceğini düşünmediği filmi üzerine konuştuk.

Fransalı Ermeni yönetmen, oyuncu, dramaturg Serge Avédikian, ailesinin köyü olan Bursa yakınlarındaki Sölöz’ü ilk defa 1987 yılında ziyaret eder. 2003 ve 2005 yıllarında kamerasıyla birlikte köye geri döner ve Sölözlüler ile on yıllara yayılacak olan bir diyalog kurar. Aidiyet, kimlik ama en çok da hafıza, Ermeniler ve Türklerin ortak tarihi üzerine sorduğu soruları, Aynı Sudan İçtik (Nous avons bu la même eau, 2007) adlı belgesel aracılığı ile başkaları ile paylaşmaya karar verir çünkü paylaşmak, Avédikian’ı üretmeye iten en büyük güçlerden biridir. Türkiye ile ilgili projeleri bununla da sınırlı kalmaz. Gérard Torikian’ın Ermeni Konseri ya da Türk Atasözü adlı oyununu 2009 yılında, Osman Kavala’nın desteği ile Diyarbakır ve İstanbul’da sahneye koyar. 1910 yılında hükümetin emriyle İstanbul’daki on binlerce sokak köpeğinin Hayırsızada’ya ölüme gönderilmesini anlatan Chienne d’histoire (Barking Island, 2010) adlı kısa metraj animasyon filmi, Cannes Film Festivali’nde kısa film dalında Altın Palmiye ödülünü kazanır. Ertesi yıl ise, televizyon için, İstanbul’daki sokak köpekleriyle ilgili Histoire de chiens (Köpek Hikâyeleri) adlı belgeseli hazırlar. Osman Kavala bu her iki projede de ortak yapımcı olarak yerini alır. Avédikian’ın Sölöz’e tekrar dönmesi ise 2019 yılında olur. Fakat bu kez yönetmenin aklındaki sorular ilk üç ziyarettekinden bir hayli farklıdır. Geçtiğimiz yıl Fransa’da gösterime giren, henüz Türkiye’de hiç gösterilmemiş olan Retourner à Sölöz (Back to Sölöz, 2021) belgeseli, Avédikian’ın Sölöz’e yaptığı dört ziyaretin görüntüleri aracılığıyla seyirciyi “zamanın yokuşunu tırmanmaya” davet ediyor. 2005’ten 2019’a Sölöz nasıl değişimlerden geçti? Dünün çocukları olan bugünün gençlerinin beklentileri neler? On yıllar önce başlatılan diyaloğu günümüz Türkiye’sinde sürdürmek mümkün mü? Bunun koşulları neler? Ve gömülmüş olan hafızayı diriltebilir miyiz? Avédikian ile çevrimiçi görüşme vasıtasıyla yaptığımız söyleşide hem belgeselin yapım, anlatım dili, dağıtımı üzerine konuştuk hem de bu sorulara cevap aradık.

Büyüklerinin köyü olan Sölöz’ü dördüncü kez ziyaret etmekle yetinmedin, aynı zamanda bu ikinci belgeseli de çektin. Bu ihtiyacı nasıl açıklayabilirsin? Belgeselde, 1987 yılındaki ilk yolculuğunla ile ilgili şöyle diyordun: “Elimdeki kameranın beni koruduğunu hissediyordum.” Kameranın ve bu belgesel projesinin senin için bir tür kalkan görevi üstlendiğini ya da bu dördüncü yolculuk için bir giriş kapısı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Bu çok iyi bir soru çünkü gerçekten de Aynı Sudan İçtik adlı ilk film, ilk üç ziyareti kapsayan, köklerime dönme ve büyük babalarımın yaşadıkları yerlerde yaşayan insanları görme isteğimi karşılayan, kendi kendine yeten bir film oldu. O dönemki motivasyonum, 2003’te, Sölöz’de yaşayan insanların, aşağı Sölöz’deki gibi bölgenin yerli Türkleri değil, Balkan göçmeni olmalarını öğrenmem olmuştu. İkinci filmde ise durum farklıydı, kameranın beni korumasından söz etmek bu filmde mümkün değildi. Osman Kavala, Cengiz Aktar ve daha niceleri ile olan ilişkilerimden dolayı çekim yapamamaktan korkuyordum. Bu proje benim için bir tür meydan okumaydı ama beni asıl ilgilendirenin çocuklar olduğunu söyleyebilirim. Birinci film, çocukların Ermenilere ait olan mezar taşları üzerindeki fotoğraflarıyla bitiyordu. Dolayısıyla, artık orada Ermenilerin yaşamış olduğunu bilen çocukların akıllarında benim ziyaretimden neler kaldığını sorgulamak benim için doğaldı.

“Artık hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışmak gibi bir niyetim yok. İnsanlar bazı şeyleri söylemiyorlarsa, kendilerine göre nedenleri vardır. Bunun neden olduğunu biliyorum. Korkuyorlar.”

Diğer yandan, Türkiye’nin içinden geçtiği değişimi göz önünde bulundurursak, benimle kuracakları diyalogda eskiye göre ne kadar tolerans gösterebileceklerini görmek istiyordum. Bu yüzden, gitmeden önce onlarla iletişime geçtim çünkü eğer bana “Buraya gelme, ilgilenmiyoruz,” deseler, bu filmi yapmazdım. Soykırım ya da geçmiş ile ilgili konuşmak için yola çıkmadım, bunu zaten yapmıştım. Asıl yapmak istediğim, onların günümüz Türkiye’sinde nasıl konumlandıklarını görmekti. Dört çocuktan ikisi görüşme isteğimi kabul etti. Hamit ise görüşme için bir koşul koydu: “Eğer tekrar Soykırım ile ilgili konuşmak için geliyorsan, hiç gelme.” Ona, “Hayır, sizlerle ilgili konuşmak istiyorum,” dedim. Filmde onun olduğu sekans, bugün Ermenilerin, Türkiye ile kurabilecekleri olası bir diyaloğun koşullarını açıkça ortaya koyuyor. Bu film, ilk filmdeki soruların güncellemesi değil, devamı. Nesiller arası bir yanı da var. Eskilerden Levent’i tekrar görüyoruz ama Murat gibi yeni tanıştığım ve bana diyaloğu devam ettirme isteğini veren gençler de var. Murat, diğerlerinin söylemeye korktuklarını söyleyebilen kişi. Sölöz’ün vicdanı gibi.

Ön yapım ve bütçeden bahsedebilir miyiz biraz? Bu yolculuk ve çekimler için nasıl hazırlıklar yaptınız? 2019’un koşullarını göz önüne alarak aldığınız önlemler oldu mu?

2005’tekine göre çok daha doğaçlama gelişen çekimlerden bahsedebiliriz. O zaman, harcamalar için biraz paramız, gerçek bir çekim ekibimiz ve arkamızda bir yapım şirketi vardı. İlk belgeselin yapımcısı Les Films d’Ici bu kez proje ile ilgilenmedi ve yapımı kendim üstlendim. Çok hızlı çalışmamız gerekti çünkü harcamaları asgari seviyede tutmamız lazımdı. Yine de daha önce Ermeniler ile ilgili çalışmalar yapmış olan, fotoğraf sanatçısı/kameraman Erhan Arık ile çalışma şansım oldu. Ses konusunda başımızın çaresine bakmamız gerekti. Gazeteci Burçin Gerçek’i de sayarsak toplam üç kişilik bir ekip idik. Bu kez eşimin de bana eşlik etmesini istedim çünkü gerçekten de turist gibi gitmek istiyordum Sölöz’e. Zaten tarihleri de ona göre seçtik: Noel’in ertesi günü geldik, yılbaşından bir gün önce döndük. Beş çekim günümüz olduğu için her şeyi çok iyi organize etmek gerekiyordu. Toplam 15 bin Euro harcadım. Bir belgesel bütçesine göre bu meblağ bir hiç. Kimseye hak ettiği kaşeyi ödeyemedim. Birçok arkadaşımın yardımları sayesinde filmi tamamladım.

Çekimler için izin aldınız mı?

2005’te Sölöz’e geldiğimizde jandarma bizi bekliyordu. Çekim yapabilmemiz için, izinlerden ismimi çıkarmamız gerekti. Gülünç bir durum… 2019’da izin almadan çekim yapmaya karar verdim çünkü çekimlerden altı ay önce, bir Ermenistan televizyon kanalının Anatolian Story (Anadolu Hikâyesi) adlı dizisi için iki buçuk hafta boyunca Kars, Van, Adana, Mersin, İstanbul gibi birçok şehirde hiçbir izin almadan çekim yapabilmiştik. Sovyet döneminden böyle işler yapmaya alışığız. Kimse her şeyi kontrol edemez. Bu yüzden, iyi organize olursak, çekimleri yapabileceğimize inanıyordum. Bir de tabii Sölöz’ü tanıyordum, Erhan, Burçin ve Murat gibi güvendiğim kişilerin bana eşlik edeceğini biliyordum.

Belgeselin doğrusal olmayan anlatımını inşa ederken aldığın kararlardan bahsedebilir misin?

Bu çok yerinde bir soru çünkü daha önceki yolculuklarda çektiğimiz görüntüleri de kullanmak istediğim için, bazı kararları çok erken almam gerekti. Şimdiyi geçmişten ayırmak için günümüzden görüntüleri siyah-beyaz, eski görüntüleri renkli kullanmak gibi… Montajı birlikte yaptığımız Philippe Vallois ile şöyle bir yöntem izledik: 1987, 2003 ve 2005’teki görüntüleri ilk kullandığımız yerlerde görüntülerin üstüne yıl bilgisini düştük. Zaten en çok görüntü 2005’ten. Farklı yolculukların tarihlerini belirttikten sonra, kronolojik anlatımı terk ettik ve daha çok karakterler üzerinden ilerledik. Bu film, klasik anlamda tarihi bir belgesel olmayacaktı. Daha kişisel bir anlatımı var, kurgusu da geleneksel olarak televizyon belgesellerinde gördüklerimizden farklı. Belgeselin TV kanallarının ilgisini çekmeyeceğini bildiğimden anlatımı, sinema salonlarında gösterilecek bir filminki gibi tasarladık.

Retourner à Sölöz

Sinemada siyah-beyaz genelde geçmişe gönderme yapar. Sen ise siyah-beyazı günümüzün temsili için kullanmayı tercih ettin. Son yıllarda yaşananların sende bıraktığı acı tadın ya da Sölöz’ü son ziyaretinde gözlemlediklerinin oradaki halk için de pek umut verici olmamasının bu kararı almanda etkili olduğunu söyleyebilir miyiz?

Sölöz’e ilk defa bu kez kış aylarında geldim. Her şey zaten biraz siyah-beyazdı. Ağaçlar yeşil yapraklarını kaybetmişti. Çektiğimiz görüntüler o kadar güzeldi ki, bu etkiyi yoğunlaştırmak için günümüz görüntülerinde siyah-beyaz kullanmaya karar verdim. Tabii bir de şimdiki zamanı siyah-beyaz olarak görmemle ilgisi var. Üç sene öncesine göre bugün çok daha fazla hissettiğim bir şey bu. Merkezinde savaşlar olan, jeopolitik bir çıkmazın içindeyiz. Kısaca hem bu hissiyattan hem de estetik kaygılardan yola çıkarak bu kullanımı seçtim.

Anlatım, bu dört ziyaretin görüntüleri arasında gidip geliyor. Üst sesin de hem bunları birbirine bağlıyor hem de bizi, zamanın doğrusal olarak akmadığı, biraz döngüsel hatta kaotik bir akışı olan bir yolculuğa çıkarıyor. Bu döngüselliğin, eski görüntülere, gezdiğin yerlere dönme ama aynı zamanda Sölöz’deki tanıdıkları tekrar görme ve yeni sorular aracılığıyla diyaloğu canlı tutma ihtiyacından kaynaklandığı hissine kapıldım ve Parrhesia1 kolektifinin düzenli olarak yayınladığı sözleri hatırladım: “Herkes aynı şimdide var olmaz.” (Ernst Bloch, Heritage of Our Times) ve “Doğrusal zaman unutturur. Döngüsel zaman hatırlatır. Sömürgeci ‘unutur’, yerli hep hatırlar.” Döngüsellik ya da en azından doğrusal olmayan zaman sende karşılığı olan kavramlar mı? Hâlâ hatırladığın ya da unutamadığın için mi bu görüntülere geri dönme ve doğrusal olmayan bir yazım tercih etme ihtiyacını hissettin?

Evet, sorduğun soruda biraz da verebileceğim cevap saklı aslında. Bir yandan, unutmamak için, çünkü hâlâ çözülmemiş, askıda kalan bir şeyler var ve bunu üzücü buluyorum. Hesaplaşmama, aklın çürümesidir ve bu, kabul edebileceğim bir şey değil. İnsanlar neler olduğunu bilmeli ve kendi kendilerine insanların trajik hikâyelerine saygı göstermeleri gerektiğini söyleyebilmeli. Ama bu kendimi kurban konumuna koyduğum anlamına gelmiyor. Ben her zaman hafızayı paylaşmak, geçmişte olanlar ile ilgili bir bilinç oluşması, bu bilincin nesiller arası aktarılması ve insanların artık cehalet ve yalanlardan kurtulması için adım attım. İnsanların gelişimini ve ötekiyle kuracak olduğu ilişkileri sınırlandıran tarihsel yalanları hiçbir zaman sevmedim. Ama bir şeyleri kanıtlama çabasından da sıyrıldım artık. İlk film, hâlâ aydınlığa çıkmamış olan bir şeylerin olduğunu kanıtlıyordu. İkinci filmde ise şimdiki zamanın tam içindeyim, onların gerçekliğinin içinde. Yazım aşamasında beni ilgilendiren buydu aslında: Bugünün Türkiye’sinde, büyük bir şehre çok da uzak olmayan bir yerde yaşayan 25-30 yaşlarındaki bir gencin şimdisi nedir? Bu soruyu sorduğumda, durumun hiç de iyi olmadığını fark ettim. Gidip başka yerlerde çalışmak zorundalar. Sölöz’de gelecek yok. Köy, zeytun2 dışında hiçbir şey üretmiyor. Halbuki geçtiğimiz yüzyılda bu köyde yedi tane ipek atölyesi vardı. Şarap ve yağ üretiliyordu. Bu anlamda bir gerileme söz konusu. Sadece geçtiğimiz yüzyıl değil on beş yıl öncesine göre de bir gerileme gözlemliyoruz.

Sölözlüler “ortak tarihimizin hassas konuları” üzerine konuşurken onları sükûnet ve metanet ile dinliyorsun. Bunu, artık bir şeyleri kanıtlama çabasında olmak istememen dışında insanları provoke etmeme, bazılarının koyduğu “diyalog” koşullarına saygı gösterme ve onlara karşı çıkmadan sadece dinleme isteği ile de açıklayabilir miyiz?

Tam da söylediğin şey aslında. Öncelikle, insanların konuşmak istemedikleri konular hakkında konuşarak onları rahatsız etmeyeceğime dair söz vermiştim. Sözümü tuttum. Ayrıca daha önce de söylediğim gibi, artık hiçbir şeyi kanıtlamaya çalışmak gibi bir niyetim yok. İnsanlar bazı şeyleri söylemiyorlarsa, kendilerine göre nedenleri vardır. Bunun neden olduğunu biliyorum. Korkuyorlar. Çünkü bu, onların tarihinin bir parçası değil.

Yıllara yayılan bir ziyaretten diğerine, Ermenilere ait olan bazı mezar taşlarını keşfediyorsun, sonra bu taşlar kayboluyor, ama düzenli olarak yenileri de ortaya çıkıyor. Ermenilerin hafızasının Sölöz’de bir şekilde sürekli varlık gösterdiğini söylemek mümkün mü?

Çok güçlü bir şekilde kendini hissettirdiği kesin. Tabii birçoğu bu mezar taşlarını bir gün para edeceğini düşünerek saklamıştı. Kanıtı? Müze fikrini ortaya attığımda hemen evet dendi çünkü turizm, para getirebilecek bir şey. Bana istersem taşlardan birini alabileceğimi söylediler ama bu teklifle anladım ki bazı nostaljik Ermenilere de bu taşları satabilirler. Onlara bu taşları yerinde bırakmak gerektiğini çünkü onların aynı zamanda bu köyün hafızasını taşıdığını söyledim. Bunu anladılar ve birlikte bir müze inşa etmek istedik ama olmadı. Bence yetkililerden korktular. En üzücü olan ise, bu son ziyaretimde, hiçbir mezar taşı bulamamış olmam oldu. Yerlerini biliyorduk. Oralara gittik ama geriye hiçbir iz kalmamıştı. Böylesi büyük taşları kırmak ve taşımak kolay değildir. Bence hepsini oldukları yerlere gömdüler. Levent, birkaç tanesinin İznik Müzesi’nde olabileceğini söyledi ama müzeyi aradık ve ellerinde böyle bir şey olmadığını söylediler. Bence tam da bu hafızadan, bu varlıktan, bu musallattan kurtulmak için gömdüler. Eskiye ait hafızayı tabula rasa yaptılar. Benim için bu da köyün gerilemesinin işaretlerinden biri.

Belgeselde birçok sekansta, mezar taşlarının üstündeki tozların elle, suyla, süpürgeyle temizlendiğini görüyoruz. Bu görüntülerin sembolizminin çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Genelde yakın plan görüntüler kullanıldığı için bu hareketi kimin yaptığını tanımlamak her zaman mümkün olmayabiliyor ama en az diğerleri kadar güçlü bir plan, senin bir kapının eşiğinde, güneş ışığından faydalanarak tek başına, bir mezar taşının üstündeki yazıları okumaya çalıştığın an. Bu görüntüyü izlerken hem yoğun bir hüzün hem de karamsarlık hissettim çünkü bende “gömülmüş hafızayı” tek başına “diriltmeye” çalıştığın intibasını bıraktı.

Hissiyatın oldukça doğru, haklısın. Sanırım benim iç sesim olarak işleyen dış ses böyle hissedilmesine yol açıyor. Üstelik üstündeki yazıları okuyabilmek için o taşı dışarıya kendi başıma taşıdım. Ama hafızayı diriltme konusunda yalnız olmadığımı düşünmeye, korkmamaya, kendi kendime cesaret vermeye de ihtiyacım vardı. Bu noktada, Burçin’e, Erhan’a, Levent’e, Murat’a ve bana bu anlarda kalplerini açarak eşlik eden ve beni rahatlatan herkese teşekkürlerimi sunmam lazım. Onlar olmadan, bunu yapamazdım. Tek başınıza böyle bir şeyi yapamazsınız. Yapsanız bile bir anlamı olmaz. Tekrarlıyorum: Bu filmi ve hatta başka filmleri de yaparken beni ilgilendiren tek şey, paylaşım. Birlikte neler keşfettiğimiz…

Saint André des Arts sinema salonundaki gösterimden sonra yönetmen Serge Avédikian, akademisyen Sibil Çekmen ve yönetmen Robert Guédiguian ile söyleşi, 26 Kasım 2021.

Paylaşımdan bahsetmişken biraz da belgeselin gösterim sürecine değinelim mi? Yapımını ve dağıtımını üstlendiğin bu film için nasıl bir gösterim stratejisi belirledin? Aklında yer eden gösterimler oldu mu?

Paris’teki gösterimler, bağımsız bir sinema salonu olan Saint André des Arts’da, bir buçuk aya yayılan ve hepsi saat 13:00’te olan toplam ön dört seans ile sınırlı olacaktı. Gün ortasında sinemaya gitmeleri için insanları harekete geçirmek gerekiyor. Her gösterime, soru-cevap kısmında bana eşlik etmek üzere, Türkiyeli olan ya da Türkiye üzerine çalışan iki gazeteci, tarihçi, sinemacı, sanatçı, akademisyen arkadaşımı3 davet ettim. Bu konulara farklı açılardan yaklaşan kişilerin katılımı, seyircinin gösterim tecrübesini zenginleştiren bir şey oldu. Mesela Hamit Bozarslan’ın duruma ilişkin analizleri çok öğreticiydi. Bitmek tükenmek bilmeyen bir kaynak gibi, birçok noktayı aydınlattı. Her gösterim belgeselin yolculuğuna bir şeyler kattı. Paris dışında birçok başka şehirde de gösterimler oldu ama Covid-19 krizi yüzünden o kadar çok film gösterime girememişti ki, belgeseli salonların programlarına aldırmak pek de kolay olmadı. Bu sezon gösterimlerin devam edeceğine inanıyorum çünkü filmin hikâyesi bir yandan belirli bir dönemi kapsıyor bir yandan da Türkiye’de yaşanan bazı değişimleri Sölöz özelinde, otuz yıllık bir süreç üzerinden gösteriyor.

Osman hapiste olduğu sürece, belgeselin Türkiye’de gösterilebileceğini düşünmüyorum. Tabii şunu da diyebiliriz: Tam tersine, bu film tam da bugün Türkiye’de gösterilmeli ki insanlar Osman’ın asılsız suçlamalarla hapiste tutulduğunu öğrensinler.

Belgeseli izleyen Türk izleyicilerden nasıl bir geri dönüş aldın?

Gösterimlerden sonra birkaç kişi beni görmeye geldi ve yaklaşımımı çok beğendiklerini söylediler. Bir film aracılığıyla insanların bu tamamlanmamış tarihe pozitif bir yerden bakabilmeleri muazzam bir şey. Sanırım bu, yaklaşımımla ilgili. Yaptığım işte nefrete, intikam duygusuna, hesaplaşmaya yer yok. Hikâyelerin insani yönlerini öne çıkarmam insanlara ulaşmamı sağlıyor. Benim için her zaman önemli olan şu: Çok zor şeylerden bahsetmem gerektiğinde bile konulara insan ölçeğinde yaklaşmak.

Chienne d’histoire filminin gösterimi için Cannes Film Festivali’nde, 2010. Soldan sağa: Ortak yapımcı Osman Kavala, yönetmen Serge Avédikian, eşi Anahid Krimian ve filmin yapımcısı Ron Dyens.

Belgesel şimdilik Türkiye’de hiç gösterilmedi. Ufukta bir gösterim var mı?

Şimdilik böyle bir planım yok. Şunu unutmamak lazım ve bunu özellikle yazmanı istiyorum: Bu film, Osman Kavala’ya ithaf edildi. Sorunun cevabı burada: Osman hapiste olduğu sürece, belgeselin Türkiye’de gösterilebileceğini düşünmüyorum. Tabii şunu da diyebiliriz: Tam tersine, bu film tam da bugün Türkiye’de gösterilmeli ki insanlar Osman’ın asılsız suçlamalarla hapiste tutulduğunu öğrensinler. İlk belgeselimi, Hrant’a (Dink) ithaf etmiştim. İkinci filmi, Osman’a ithaf ettim. İkisi de birlikte çalıştığım kişiler. Osman ile özellikle sinema alanında, Ermenistan’da tekrar çalışabilmeyi umuyorum çünkü Ermenistanlı ve Türkiyeli gençlerin birbirlerinin ülkelerinde film yapmalarına olanak sağlayan platformu4 destekliyordu. Durum böyle. Eğer gösterim için bir teklif gelirse, seve seve gelirim, ama kendim böyle bir organizasyona şu anda girmeyi düşünmüyorum.

Umarım yakın bir gelecekte Türkiye’de, Osman Kavala, Çiğdem Mater ve diğer arkadaşlarımız ile, belgeselini izlemek için buluşabiliriz. Bu söyleşi için çok teşekkür ederim, Serge.


NOTLAR
1 Parrhesia kolektifi, “Kendini doğruyu söylemekle sınamak isteyen herkese açık bir alan.” Takip etmek için: https://www.facebook.com/parrhesiacollective/
2 Fransızca yapılan söyleşide Avédikian, Fransızcası olive, Ermenicesi ձիթապտուղ (tsitabduğ) olan zeytin’den bahsetmek için zeytun kelimesini kullandı.
3 Cengiz Aktar, Hamit Bozarslan, Sedef Ecer, Ariane Bonzon, Robert Guédiguian, Guillaume Perrier bu kişilerden sadece birkaçı.
4 Anadolu Kültür’ün Yerevan Uluslararası Altın Kayısı Film Festivali ile birlikte yürüttüğü, Türkiye koordinasyonunu Çiğdem Mater’in yaptığı Ermenistan Türkiye Sinema Platformu.