Şu An Okunan
Otosansür’ün Oto’su

Otosansür’ün Oto’su

Baskı yalnızlaşma demekse eğer, otosansürden, kendimize uyguladığımız baskılardan da ancak yalnızlaşmanın tek panzehriyle, kolektif iradeyle bahsedebiliriz belki. Kimse de çıkıp ben otosansür yaptım demiyor nihayetinde. Özneler gizli. Otosansür tespit edilebilir, raporlanabilir bir şey değil. Bu konuda bir raporlama yapılacaksa ya da istatistik tutulacaksa eğer, Bilge Karasu’sun “Gece”sindeki sorulara cevap bulmasını isterdik belki çoğumuz: Konuştuğumuz takdirde mi, sustuğumuz takdirde mi daha fazla kişinin başına bir şeyler gelir? Sahiden de sustukça sıra bize geliyor mu? Ve yine başını kumdan çıkaran o soru: Peki ya gelmezse? Peki ya hep böyle, suskunluğun konforu içinde yaşamaya devam edersem? Neyi söyleyemediğimi dahi unutursam?


Bu yazı, Susma Platformu’nun 2024 yılı ‘Türkiye’de Sansür ve Otosansür’ raporu için kaleme alınmıştır.


Özgür ve bağımsız yaratıcılar olduğumuzu varsayıyor, bununla övünüyoruz. Ama kimse şunun aksini iddia edemez herhalde: Kararlarımız, fikirlerimiz, projelerimiz, hayallerimiz siyasi iklim içinde şekilleniyor. Rüzgârın nereden estiği, daha da önemlisi, kendini toplumsal muhalefetin parçası sayanlar için nereden esemediği, yaptıklarımızın ve yapamadıklarımızın sınırlarını belirliyor. Zamanı bloklara ayırdığımızda daha da görünür oluyor yaratıcılığın sınırları: 12 Eylül öncesi ve sonrası, Gezi Direnişi öncesi ve sonrası, KHK’lar öncesi KHK’lar sonrası (öyle bir şey varsa), pandemi öncesi – pandemi sırası – pandemi sonrası… Bir döneme damgasını vuran meseleler -elbet bir gün geri dönmek üzere- hasıraltı edilmiş, çok dilli filmler bir bakmışsınız tek dilli olmuş, radikal siyasi hayal gücü kendini kültürel çeşniye bırakmış, eşitlik kardeşlik olmuş, ana karakterlerse yan karakter. Dönem değişmiş, birileri hapsedilmiş, birileri dışarıda kalmış, projeler rafa kalkmış… Tüm cümleler gizli özneyle kurulmuş.

Otosansür böyle bir şey. İsminde özneyi taşıyor. Antik Yunancada “kendi” anlamına gelen auto‘yu. Otobiyografi gibi; yani öz yaşam öyküsü. Otonomi gibi; yani kendi kendini yönetme. Ama otosansür bahislerinde özne neredeyse hiç yok. İklim var, dönem var, haletiruhiye var. Gizli özneler var. Kimse “ben otosansür yaptım” demiyor; esasında “ben”e de gerek yok ya, “otosansür yaptım” da demiyor.

Şu an bu yazıyı yazdığım, sessizlik ve sansürle mücadele etmek için 2016’da kurulan Susma Platformu, her yıl “Türkiye’de Sansür ve Otosansür” başlıklı raporlar yayınlıyor, fakat hem platform isminin hem de yayınladığı raporların başlığında yer alan bir kavram olsa da raporlarda otosansür vakaları kendine çok az yer buluyor. Otosansürün adı var, cismi yok. Yüklemi var, öznesi yok. Otosansüre dair tüm cümleler gizli özneye sahip.

Ama herkesin kabulü: Bugün Türkiye’nin siyasi, görsel-işitsel ve kültürel üretim coğrafyasına otosansür hâkim. Gültan Kışanak, sekiz yıllık mahpusluğunun ardından verdiği ilk söyleşilerden birinde[1], dışarı çıktığında ilk dikkatini çeken şeyin “otosansür iklimi” olduğunu söylemiş, bunun 12 Eylül sonrasının atmosferiyle benzerlik taşıdığını ifade etmişti. Esasında hapisteyken bu konu üzerine yazmaya başlamıştı Kışanak. “Firari Yazılar”da[2] şöyle diyor: “Hapishanede sansür ve oto sansür meselesi ise bambaşka bir konu. Yazdıklarını dışarı çıkarabilmek, hep aklını kurcalıyor. (…) inandığın düşüncelerini bedel ödemeyi göze alarak mahkeme salonunda savunuyorsun ama yazıya dökünce cezaevinden çıkartamıyorsun.” Özgür düşüncenin içeride, dışarıdakinden daha mümkün olduğu bir iklimin tarifi bu. İçeride üretilen fikirlerin “cezaevinden çıkartılması”nın önünü kapatan bir toplumsal geri çekilme hali.

Otosansür “açık bir baskı olmadan” kişinin kendi kendini sansürlemesi, sınırlandırması ve sınıflandırması anlamına geliyor. Belli bir yasaklama kararı, valilik belgesi, doküman, e-posta vb., yani açık bir baskı aparatı yokken öznelerin kendine sansür uygulaması… Çünkü “içinde bulunduğumuz zaman böyle”, çünkü “bu iktidar böyle”, çünkü “bundan çok kişinin başı yandı.”[3] Söz konusu ülke ve zaman, günümüz Türkiye’si olunca, “açık bir baskı” olmayan vaka bulmak oldukça zor. Daha çok sansürü uygulayan tarafın ve sansürün zamanının muğlaklığından bahsedebiliyoruz. Örneğin, Kanun Hükmü (2023) belgeselini 60. Altın Portakal’da sansürleyen festival midir, bakanlık mıdır, yargı mıdır, valilik midir, sponsorlar mıdır, aktroller midir, kolluk kuvvetleri midir? Sansür ne zaman gerçekleşmiştir ve bir sonu var mıdır? Örneğin, Kanun Hükmü ne olursa gösterilebilir? Anayasa mahkemesinin ifade özgürlüğüne yönelik hak ihlali kararıyla mı, eser işletme belgesi alınca mı, herhangi bir etkinlikte polis baskını olmadan fiilen gösterilince mi? Tüm bunlar hâlâ tartışma konusu. Dahası Türkiye’de sansür çoğu kez kendini bizzat üretim sürecinde, hatta daha da öncesinde destek süreçlerinde, elle tutulur olmayan, yani kanıtlanabilir olmayan yollarla var ediyor. Örneğin “rica” kisvesinde bir tehdit telefonuyla ya da telkin ve nasihatle.

Kanun Hükmü

Durum böyle olunca, herhangi bir vakanın sansür mü otosansür mü olduğunun ayırdını yapmanın kendisi imkânsızlaşıyor. Dahası sansürünün kaynağının bu kadar belirsiz olduğu; her an, herhangi bir devlet ve sermaye aparatı ya da paramiliter bir aparat tarafından uygulanabildiği bir ortamda otosansür uygulayıcının açıklığı, görünürlüğü ya da görünmezliğiyle ilgili bir şey olmaktan çıkıyor; tamamen öznelerin üzerine yıkılan bir ruh hali olarak karşılık buluyor. Bu yüzden de otosansür Türkiye’de bugün en fazla şu demek: Sansürü bizzat yaşamayanların (ya da bedel ödemeyenlerin, ödemeyi göze almayanların) hissettiği korku. Örneğin 2014 Altın Portakal’ında festival komitesi eliyle sansürlenen Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek… (2014) belgeseli sanki yasaklıymış, hakkında bir yasak kararı varmış gibi hareket etmek (esasında yok), filmin çeşitli yerlerde pek çok kez sorun yaşanmadan gösterilebildiğinin farkında olmamak. Yani mevcut görece özgürlük alanlarını değerlendirmemek, bu alanları değerlendirenleri “ucuz kahramanlık” ya da “koşulların farkında olmamakla” etiketlemeye yatkın olmak, devlet aparatlarının AYM tarafından hak ihlali sayılmış “ön sansür” uygulamalarını içselleştirip üretimlerini buna göre şekillendirmek… Otosansür bir mevhum olarak Türkiye’nin sinema finansmanı, üretimi ve dağıtımı ortamlarında bu şekilde hayat buluyor. Dolayısıyla da cesaret-kahramanlık arasındaki ahlaki bir alana sıkışıyor. Bir yandan fazla-kişiselleştirilirken, diğer yandan politik öznelik çerçevesinde tartışılmıyor. Uygulama süreçleri de, karşısında verilecek mücadele de tam anlamıyla politikleştirilemiyor, stratejik bir düzleme çekilemiyor. Otosansürün öznesiz, yani ‘oto’suz kalmasının en önemli sebeplerinden biri bu.

Sözlük anlamıyla otosansür zaten maddi karşılığı olan bir süreç değil; çoğu kez yaratıcıların kendi zihinlerinde yaşanan, bazen kendi kendilerine dahi itiraf edemedikleri bir pratik. Bilge Karasu’nun 12 Eylül darbe sonrasını anlattığı “Gece” romanında tarif ettiği ruh hali her haneyi, her zihni kuşatıyor; “birileri alınıyor, ben de alınabilirim”, “başkalarının başına gelen benim de başıma gelebilir”, “piyango bana da vurabilir”. Ama şu soru da var, berilerden bir yerden kafasını çıkartan, Karasu’nun romanına gecenin rengini veren asıl soru: Peki ya alınmazsam? Peki ya başıma bir şey gelmezse? Yapmak istediklerimi yapamayıp, söylemek istediklerimi söyleyemeyip geçirsem bu yılları ve hiçbir şey başıma gelmese? O yapılamayanların, o söylenemeyenlerin hesabını başkalarına değil, kendime nasıl verebilirim?

Baskı ortamı demek yalnızlaşma demek. Sendikaların, kolektiflerin, örgütlerin, merkezlerin, öğrenci kulüplerinin devlet ve sermaye eliyle kapatılması ya da faaliyetlerinin kısıtlanması demek, bütçe krizleri demek, grev yasakları demek; zamanında harıl harıl siyaset tartıştığımız WhatsApp gruplarından tek bir bildirim dahi almamak demek; kurgu odasında başınıza iş açabilecek o kararla baş başa kalmak demek.

Baskı yalnızlaşma demekse eğer, otosansürden, kendimize uyguladığımız baskılardan da ancak yalnızlaşmanın tek panzehriyle, kolektif iradeyle bahsedebiliriz belki. Kimse de çıkıp ben otosansür yaptım demiyor nihayetinde. Özneler gizli. Otosansür tespit edilebilir, raporlanabilir bir şey değil. Bu konuda bir raporlama yapılacaksa ya da istatistik tutulacaksa eğer, Bilge Karasu’sun “Gece”sindeki sorulara cevap bulmasını isterdik belki çoğumuz: Konuştuğumuz takdirde mi, sustuğumuz takdirde mi daha fazla kişinin başına bir şeyler gelir? Sahiden de sustukça sıra bize geliyor mu? Ve yine başını kumdan çıkaran o soru: Peki ya gelmezse? Peki ya hep böyle, suskunluğun konforu içinde yaşamaya devam edersem? Neyi söyleyemediğimi dahi unutursam?

Belki temel sorularımızdan biri de şudur: Korku ikliminde bu korkuya da, “ya başıma bir şey gelmezse” korkusuna da yer var mı? Bunun korkusundan da bahsedilebilir mi? Kitleselleşebilir mi bu korku?

Korkuları açık etmenin, cesaretini kaybetmiş olmakla eşdeğer görüldüğü düşünce dizgesinin ötesine geçmeyi deneyebiliriz bunu yapmak için. Belki de kırılganlıklarımızı görünür kılmak daha büyük cesaret gerektiriyordur. Öyleyse soruyu güncelleyelim: Sanatçının özgür olmadığını kabullenmesi, ona daha geniş bir özgürlük alanı sağlayabilir mi? Klasik distopyalarda bireyin karşı karşıya olduğu asıl çıkmaz, neden korktuğunu dahi unutmuş olmasıdır; kahramanın korkularını yeniden keşfetmesi gerekir ki norm olarak, olayların doğal akışı olarak kabul ettiklerinin korku rejimi tarafından dayatılanlardan müteşekkil bir bütün olduğunu görebilsin.

Bu düşünce akışından devam edelim, distopyadan çıkış, korkuları keşfetmeyi gerektiriyorsa baskının şiddetini arttırdığı dönemlerde de sanatçıların “yaptığımı yapmaya devam edeyim” demek yerine “neyi, nasıl yapamadığını” sorgulaması gerekmez mi? Niye o projeyi rafa kaldırdım? Niye bitiremedim? Niye yarım bıraktım? Niye onu değil de, bunu yaptım? Niye o resme şu kitapta yer vermedim? Ev baskınlarının olağandışı olmaktan çıktığı, belgeselcilere çektikleri filmlerden dolayı hapis cezası verildiği, kurgucuların, görüntü yönetmenlerinin, menajerlerin tutuklandığı, kayyumların etrafı sardığı, yıllara yayılan emeklerle var edilen film merkezlerine bir çırpıda el konulduğu, LGBTİ+ filmlerinin gösterimlerinde seyircilerin dahi gözaltına alınabildiği, sinema sektörünün Gezi’deki varlığını yüksek sesle savunamadığı bir zamanda, özellikle de böyle zamanlarda neyi, niye yap(a)madığımızdan bahsetmemiz gerekmiyor mu?

Altyazı Fasikül’ün Görünür Görünmez video serisi bu gibi sorulardan doğdu: Yaratım sürecindeki tereddütlerimizi, korkularımızı, endişelerimizi ya da tersine haddini aşan cesaretlerimizi, sonradan utanarak bakacağımız cevvalliklerimizi, bir coşku ya da öfke anında sorduğumuz, sonra yersiz ya da zamansız bulup çıkardığımız soruları, çaresizlik ya da yılgınlık anlarında yazdığımız, kime hitap ettiğini dahi bilmediğimiz mektupları, mesajları, günlükleri; fazla umutlu ya da fazla umutsuz diye rafa kaldırdığımız finalleri, kaydetmeden kapattığımız dosyaları açığa çıkarmaya, görünür kılmaya çalışsak ne olur? Kısacası, otosansüre özneyi yeniden kazandırabilir miyiz? Kazandırırsak ne olur?

Görünür Görünmez: Bir (Oto)Sansür Antolojisi

İlginçtir, serinin videolarından oluşan Görünür Görünmez: Bir (Oto)Sansür Antolojisi‘ni (2024) bir arada tutan da, içerisi ile dışarısı arasında bir rabıta kuran “Duvarlar” oldu. Bu video, cezaevlerinde kitap-yayın hakkı için yapılan “avlu duvarlarına yazılama” eylemlerini konu alıyor. İş nasıl oraya vardı tam olarak bilmiyorum ama Kışanak’ın sözlerini yankılar biçimde, siyasi mahkûmların sözlerini “cezaevinden çıkartmak”, Görünür Görünmez ekibinin kolektif üretiminin harcına dönüştü. “Tereddütler”, “Duvarlar”, “Eksik Belgeseller”, “Sevgili F”, “Çark” ve “Sevil” başlıklı altı videoyu birbirine bağlayan “Duvarlar”ın avlu görüntüleri oldu. Filmin finalinde de yarım kalmış bir duvar yazısı: Kitap yayın hakkımız eng

Devlet bu duvar yazılamalarını yapan mahkûmları “kamu malına zarar”dan yargılıyor. Öyleyse cezaevi de bir kamusal alan olarak görülebilir. İçerideki fikirler “dışarıya çıkarılmalı”, kamusallaştırılmalı. Ama dışarının havasına otosansür sinmiş. Başka bir soru daha ufuğumuzda beliriyor böylelikle: Sorun dışarıdaysa, rüzgârı belli bir yönden estirmeyi başaramayan toplumsal muhalefetse, kolektif bir mevcudiyetse, o zaman neyi nasıl yapamadığımız da kişisel bir mesele değildir. Sanatçının bireysel özgürlüğüyle, cesareti ya da korkaklığıyla ilgili bir mesele değildir ya da sadece bununla ilgili değildir. Politik hayal gücünün sınırlarıyla, nerede başlayıp nerede bittiğiyle ilgilidir.[4]

Sanatçıların bireysel özgürlük mitinden vazgeçmeleri oldukça zor. Özgür olmadığımızı, olamadığımızı kabul etmeyi; düşüncelerimizin içeridekilerinkilerden daha tutsak olduğunun bilincine erişmeyi gerektiriyor. Otosansüre özneyi geri kazandırmak ancak kolektif bir güçlenme süreci ile mümkün. İşte o zaman asıl politik korkudan, “peki ya başıma bir şey gelmezse”den de söz etmeye başlayabilir ve bu korkuyu kılavuz bilerek cesaret kazanabiliriz.


[1] 8 yılda ne değişti? Gültan Kışanak anlatıyor… | İrfan Aktan ile DİPNOT
[2] Görülmüştür Kolektifi, “Hapishanede sansür ve oto sansür… Tutsak yazarlar anlatıyor…
(Firari Yazılar, Klaros Yayınları, 2021)
[3] Yeri gelmişken Vikipedi ansiklopedisinde yer alan otosansür tanımını da aktaralım: “[A]çık bir baskı olmadan, başkalarının hassasiyetlerine saygı göstererek, herhangi bir makamın ve yetkili kurumun engellemesi olmadığı halde, kişinin kendi çalışmalarını (blog, kitap, film veya diğer anlatım araçları gibi) sansürleme veya sınıflandırması eylemidir.”
[4] Türkiye’de gösterimi engellenen Sûr: Ax û Welat‘ın yönetmenlerinden Zana Kibar, şu an Türkiye’de mevcut olan otosansür iklimini tarif etmek için Fransa’daki kuş avcılarının bir yöntemine atıfta bulunuyor:
“Avcılar avlanmanın yasak olduğu dönemde, ormanın üstüne tel örgüler atıyorlar. Kuşlar bu tel örgülere takıla takıla yükseğe, uzağa uçmamaya alışıyorlar. Tel örgülerin sınırı gökyüzünün sınırı olarak zihinlerine kazınıyor artık. Av sezonu geldiğinde o tel örgüyü kaldırıyorlar. Kuşlar önlerinde bir engel olmasa bile, artık tel örgülerin belirlediği sınırları ve dolayısıyla avcının avlanma mesafesini geçmiyorlar, ötesinde bir tahayyülleri yok. Bizim durum da biraz öyle.”
Sibil Çekmen, “Gökyüzünün Sınırı“, Zana Kibar ve Erhan Örs’le söyleşi, Altyazı Fasikül: Özgür Sinema