Yazı: Fırat Yücel
Mayıs ayında Oberhausen Kısa Film Festivali’nde Alexander Sokurov’un erken dönemine ait on bir film gösterildi. 1978-1995 yılları arasında çekilmiş ve bir kısmı Sovyetler Birliği’nde sansürlenmiş olan bu filmler, sanatçı, devlet ve sansür mekanizmaları arasındaki ilişkiye dair birçok şey söylüyor.
Geçtiğimiz Mayıs ayında düzenlenen Oberhausen Kısa Film Festivali’nde Alexander Sokurov’un erken dönemine ait on bir film gösterildi. Festival, Eylül ayının başında, birçoğu uluslararası arenada seyirci yüzü görmemiş bu filmleri, festival için hazırlanmış İngilizce altyazılı kopyalarıyla dünya dağıtımına çıkardığını ilan etti. 1978-1995 yılları arasında çekilmiş ve bir kısmı Sovyetler Birliği’nde sansürlenmiş olan bu filmler, bir yandan Sokurov’un Molokh (1999) ile başlayan Gücün Adamları (Men of Power) dörtlemesine giden yolu aydınlatırken, diğer yandan da sanatçı, devlet ve sansür mekanizmaları arasındaki ilişkiye dair birçok şey söylüyor.
Filmlerin uzunlukları 11 ila 48 dakika arasında değişiyor; 326 dakikalık sıradışı bir uzunluğa ve uzun da bir isme sahip Dukhovnye golosa. Iz dnevnikov voyny. Povestvovanie v pyati chastyakh’ı (Spiritual Voices, 1995) hariç tutarsak. Beş filmin yanında ise iki ayrı yapım tarihi bulunmakta. İlk tarih filmin bitirildiği ve sansürlendiği yıla, ikinci tarih ise ilk kamusal gösteriminin yapıldığı yıla tekabül ediyor. Bunlardan biri de Sonata dlya Gitlera (Sonata for Hitler), Türkçesiyle ‘Hitler İçin Sonat’. Sokurov bu filmi, Alman ve Sovyet arşivlerinden bulunmuş görüntülerle 1979’de kurgulamış, filmin ilk gösterimi ise 1989’de yasağın kalkmasıyla yapılmış. Sovyetlerde sansürlenme sebebini tahmin etmek zor değil; faşizminin zulmünü ortaya koyan görüntülerden daha fazla Hitler’in kitlelerle kurduğu ilişkideki “ruhani” boyuta dikkat çeken bir kolaj bu. Ellere vurgu yapıyor Sokurov; Hitler’in ovuşturduğu elleri, sokaklardaki insanların Heil Hitler işareti yapmak üzere beklettiği eller, bayrak sallayan eller… Yönetmenin bu erken dönem tiran anlatısı, Hitler’le ilgili Jung’un tanımlamasını onaylar cinsten; binlerce insan ellerini havaya kaldırmış yukarı bakarken onlara seslenen Hitler bir “mistik-şifacı” olarak konumlanıyor. Ama savaşın son aşamalarına girilirken yakalanmış (görüntülerin çoğu son yıllardan), ne yapacağını bilemeyen bir şifacı bu. Kitleler biteviye bir hareketlenme içinde ritüellerini sürdürürken, Sokurov’un montajı sık sık başı öne eğik Hitler’e geri dönüyor. Ellerini ovuşturuyor Hitler ama heves değil endişeyle; insanlara verdiği vaatleri yerine getiremeyecek olmanın bilinciyle, kendisini arayan bakışların yükü altında ezilen yenik bir mesih gibi.
Sokurov, 80’li yıllarda yaptığı, bazısı video-makaleye bazısı kolaja yakın duran bu kısa-orta metraj filmlerin birçoğunu sinemadan üstün olarak gördüğü müzik sanatının terimleriyle adlandırmış. Bazen bir tirana, bazen bir sanatçıya, bazen bir şehre ithafen yapılmış sonatlar, ezgiler, ağıtlar… Ancak örneğin Moskovskaya elegiya’da (Moscow Elegy, 1987) olduğu gibi, Moskova şehrine ağıt, Sokurov’a Sovyetler Birliği döneminde iş bulması ve yurtdışına çıkabilmesi gibi konularda destek olmuş olan Tarkovski’ye ağıda da dönüşebiliyor. İster bir diktatör, isterse ustası olsun, insanları anarken jestlerine özel bir ilgi gösteriyor Sokurov. Moskovskaya elegiya’da Tarkovsky’yi hareketleri, sessizliği ve konuşma biçimiyle anmış: “İnsan onun jestlerini, gülüşünü, kendine has konsantre olma şeklini kolaylıkla hatırlayabiliyor.”
Sokurov’un bazı filmleriyse isimleriyle de anlam üretiyor. Örneğin 1985’te sansürlenip 1987’de ilk gösterimini yapan Terpenie trud’da (Patience Labor), Sovyet devletinin öğretici sloganlarından olan “Sabır ve Emek”e, “ve”yi aradan çıkararak “Sabır Emeği” anlamını kazandırmış. Film, çoğu küçük yaştan ağır bir eğitim görmeye başlayan buz patencilerinin dünyasını, müzik ve zil sesleri ile ilerleyen ritmik bir kurguyla aktarıyor. Sovyetlerin dağılış sürecinde çektiği Prostaya elegiya’da (A Simple Elegy, 1990) da müziğin başrolde olduğunu görüyoruz ama bu kez çok farklı bir biçimde. Litvanya’nın bağımsızlığını ilan edip Sovyetler Birliği’nden ayrıldığı dönemde, tam olarak 21 Mayıs 1990’da, 13:51 ila 14:06 saatleri arasında çekilen filmde, bir adamı odasında piyano çalarken görüyoruz. Adam piyanonun tuşlarına basarken kamera usulca odada geziniyor. Söz konusu adamın Sovyetler’den ayrılan ilk ülke olan Litvanya’nın ilk başbakanı olduğunu öğreniyoruz. Sansür ve devlet baskısına çokça maruz kalan, Sibirya’daki çalışma kampına gönderilmekten son anda kurtulduğunu aktaran (kendi deyimiyle “Tanrı Gorbaçov’u gönderdi”) Sokurov, belki de Sovyetlere “sade bir ağıt” yakmak istemiş. Öte yandan, Litvanya’nın yeni başbakanının “bakın o bir kültür insanı, piyano çalıyor” gibi bir imayla övülmesi, bu metaforik ‘tarihe tanıklık etme’ filmine seçkinci bir boyut da katmıyor değil.
Tarihe tanıklıktan söz açılmışken, Oberhausen’in Sokurov paketinde Boris Yeltsin portreleri de var. Özellikle de, Yeltsin’i 1989’da siyasi kariyerinin dönüm noktasında yakalayan Sovetskaya elegiya’nın (Türkçesiyle Sovyet Ağıtı) Sokurov’un filmografisinde ayrı bir yeri olduğu söylenebilir. Zira sanat hayatı boyunca hep gücü elinde tutanların portresini çizmiş olan Sokurov bu filmde geleceğin muktedirine göz atmakta. Film çekildiği sırada Yeltsin, komünist partiden istifa etmiş, gizli saklı bir hayat yaşamakta. Sokurov Oberhausen’deki sinema dersinde, çekim sürecinin tehlikelerle dolu olduğunu söyledi. Yeltsin’le buluşması da maceralı olmuş; kendisine aktarılan plakaya sahip özel bir araca bindirilip siyasetçinin olduğu yere götürülmüş. Film Sokurov’un bir arabadan çıkıp geniş, ağaçlık bir arazide Yeltsin’le buluşmasıyla başlıyor. Bir banka oturup sohbet etmeye karar verdiklerinde Sokurov üşümesin diye Yeltsin’in oturacağı yere gazete seriyor ve söz konusu gazetelerin nasıl da yalan haber ürettiğine dair bir muhabbete başlıyorlar. Yeltsin’e yönelik övgü dolu sözleri Sokurov’un tarafını çabucak açık ediyor. Sokurov bir siyasetçinin portresini çizmekten çok, yıkılma emareleri göstermesinden memnun olduğu bir rejimin fotoğrafını çekme uğraşında gibi. Öte yandan, bu angaje tavrının yanı sıra diğer filmlerinden aşina olduğumuz bir şeyler de var Sovyet Ağıtı’nda. Örneğin, Yeltsin’in evindeki sahnelerde, siyasetçiyi uzun uzun sessizce dururken gösteriyor Sokurov, yüzünde nerdeyse ağlamaklı bir ifade var. Sokurov’un her ne kadar Yeltsin’i pohpohlayıcı bir tavrı olsa da, bu sahnelerdeki Yeltsin ile ‘Hitler İçin Sonat’taki Führer’in sessizliği arasında bir bağ kurmak bile mümkün; birinde yakında gücü elinde toplayacak bir siyasetçi, diğerindeyse gücünü yitirerek yok olacak bir diktatör var. Sokurov daha çok insanın taşıyamayacağı kadar (esasında “taşımaması gereken” demeli, ama yönetmenin böyle bir politik bakışı olduğu söylenemez) büyük bir gücü elinde bulundurması durumuyla ilgileniyor. “İşte o insan ve sırtında tarihin yükü” der gibi yönetmen. Bu bakış, bir yandan güç olgusunun gizemini eritiyor -nihayetinde Yeltsin’i günlük bir anında yakalıyor Sokurov- ama öte yandan Sokurov’un bakışı, gücün bir insan bedeninde yoğunlaşma anlarında, o tedirgin sükûnetlerde “yüce” ve “derin” bir taraf da buluyor gibi. Yönetmenin bundan iki yıl sonra çekeceği Primer intonatsii’de (An Example of Intonation) ise, bu kez Rusya’nın başkanı olmuş bir Yeltsin’e bakacağız. Werner Herzog’un, yakın zamanlı Gorbaçov’la Görüşme (Meeting Gorbachev) belgeselinde, tankların üzerine çıkarak kendini “demokrasi kahramanı” gibi pazarlayan bir oportünist olarak tanımladığı Yeltsin, Sokurov’un filmlerinde Rusya’nın yeni bir yol arayışının simgesi haline getiriliyor. Sokurov’un genç Rus yönetmenleri desteklemek amacıyla 2003 yılında kuracağı vakfın isminin de bu ikinci Yeltsin filmiyle aynı adı taşıdığını (Primer intonatsii) not düşelim.
Sokurov’un kitlelere bakışında ise muktedirlere bakışındaki “büyülenme”yi bulmak pek mümkün değil. Örneğin 1984’te sansürlenip 1987’de ilk gösterimini yapan Zhertva vechernyaya (Evening Sacrifice), 1 Mayıs İşçi Bayramı kutlamaları sırasında Leningrad sokaklarında şarkı söyleyen, eğlenen, sarhoş olan, kameraya bakan vs. insan güruhunu gösterirken, bu “dağılma” hâlinde (Sovyetlerin dağılışını ima eden bir alt metnin yanı sıra) neredeyse tedirgin edici bir şeyler buluyor. Nitekim yönetmenin kendisi de Oberhausen’deki sinema dersinde insanların büyük şehirlerde bir araya gelme isteklerinin ardında bir nevi “hayvani içgüdü” olduğunu düşündüğünü söyledi. Çoğu sarhoş binlerce insanın sokaklara yayılmasını “korkunç” olarak tarif eden Sokurov’un bu gibi yorumlarında Sovyet bürokrasisine-ritüellerine yönelik bir öfkeyle birlikte ahlakçılığın da öne çıktığı görülebiliyor, filmleri de bundan azade değil.
Sovyetler döneminde filmleri “fazla biçimci” ve “anti-Sovyet” bulunarak sansürlenen Sokurov, uluslararası çapta tanınmasını sağlayan Ana ve Oğul’u (Mat i syn) 1997’de çekti ve 2000’lerde kendi sanatsal arayışlarını Rus Hazine Sandığı (Russkiy kovcheg, 2002) gibi büyük prodüksiyonlarla sürdürme imkânı buldu. Ancak olgunluk dönemi olarak adlandırılabilecek bu dönemde, yeni rejimle ilişkilerinde çok daha ihtiyatlı davrandığını, erken dönem işlerindeki kadar risk almadığını da söyleyebiliriz. Rusya tarihi, kültürel mirası, diktatörler ve güç olgusu gibi konulara eğilen filmlerinin iktidarı rahatsız edecek bir boyutu olduğunu söylemek güç. Belki bir tek Rus-Çeçen çatışmasına eğildiği Aleksandra (2007) bir istisna olarak gösterilebilir; ancak bu filmdeki savaş karşıtlığının daha çok insancıl bir boyuta tekabül ettiğini not etmeli.
2009 yılı ise Sokurov’un Putin rejimiyle ilişkileri açısından bir dönüm noktası. Yönetmen, küresel ekonomik kriz sonucu Rusya’da film yapımcılığının can çekiştiği 2009’un sonbaharında, Putin’i Moskova’nın çeperlerindeki evinde ziyaret etmiş. Gücün Adamları dörtlemesinin son filmi Faust’u yapabilmek için fazlasıyla Faust-vari bir hamle. Bu görüşmeden bir ay sonra, Putin’in inisiyatifiyle kurulmuş iki ayrı fon Sokurov’a filmin neredeyse tüm bütçesini karşılayan yardımlar yapmış. Sokurov, Venedik’te Altın Aslan aldıktan sonra Putin’in kendisini arayıp tebrik ettiğini ve filmi “şaheser” olarak tanımladığını da aktarıyor. Sinema dersinde Sokurov, bu destekle ilgili bir soruya şöyle cevap verdi: “Putin belki Almanlardan daha Alman çünkü her anlamda filmi destekledi. Goethe’nin önemini anlamıştı, biz unutabiliyoruz bazen.” Burada Sokurov, “Goethe’nin önemini anlamıştı” derken, Putin’in Doğu Almanya’da KGB ajanıyken Alman kültürüne beslediği hayranlıktan bahsediyordu kuşkusuz1.
Ancak, 2018’de, Sokurov’un kendisi için verimli olan bu ziyaretinden 9 yıl sonra, Rus polisi Sokurov’un genç yönetmenleri desteklemek için 2013’te kurduğu Primer Inotnatsii adlı sinema vakfına yönelik bir soruşturma başlattı. Hatırlanacağı üzere, benzer bir soruşturma 2017’de Leto’nun yönetmeni Kirill Serebrennikov’un tiyatrosuna da yapılmış ve Serebrennikov’un yolsuzluk suçlamasıyla ev hapsinde tutulmasıyla sonuçlanmıştı. Rusya’daki sanat çevreleri bu soruşturmaların yeni bir sansür ve göz korkutma biçimi olduğu, muhalif sanatçıların şirketlerini hedef aldığı konusunda hemfikir. Bunun yanı sıra, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, Rusya’da da terör propagandası gibi gerekçelerle sinemacılar hapse atılıyor. Örneğin 2014 Kırım Krizi sırasında gözaltına alınan Oleg Sentsov, terör suçlamasıyla tam beş yıl hapiste tutuldu. Geçtiğimiz Eylül ayında serbest bırakılan Sentsov’la ilgili Askold Kurov’un çektiği, 2017 yapımı Dava: Rusya Devleti Oleg Sentsov’a Karşı (The Trial: The State of Russia vs Oleg Sentsov) adlı bir belgesel de bulunuyor.
Sansür ve baskı şekil değiştirirken Sokurov’un buna yanıtı ne oldu derseniz, öncelikle yakın zamanlı bir habere referans vermek gerek: 2019’un Temmuz ayında yönetmen, genç yönetmenlere destek olmak için kurduğu sinema vakfını kapattığını açıkladı. Oysa ki, bir yıl önceki polis soruşturmasında herhangi bir usulsüzlük bulunamamıştı. Sokurov vakfı kapatma nedeni olarak Kültür Bakanlığı’nın kendilerine yönelik “dostane olmayan ve agresif” tutumlarını gösteriyor. Bundan beş yıl önce ise yönetmen, 2014 Kırım krizinden sonra oluşan çatışmalı atmosferde ifade özgürlüğünün zarar gördüğünü düşünerek, Faust’a destek olan Putin’e açık bir mektup yazmıştı2. Mektubunun devlet gazetesi Rossiyskaya gazeta’da yayımlanmasını istemişti, ama tabii ki devlet sansürü buna izin vermedi; mektup, yaşam tarzı odaklı bir yayın olan Snob’ta kendine yer bulabildi. Her ne kadar savaş politikalarına ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasına yönelik eleştiriler içeriyorsa da, Sokurov’un mektubunun daha çok Putin’e yönelik ‘dostane bir uyarı’ niteliğinde olduğunu söylemek gerek. Mektupta Dozhd adlı muhalif TV kanalının kapatılmasına değinen yönetmen, bu TV kanalının çalışanlarını çokbilmiş sinikler olarak niteliyor ve Putin’e sahiden de iftira attıklarını söylüyordu. Ama onlar “gençti” ve “hata yapıyorlardı, tüm gençlerin yapması gerektiği gibi”. Rusya’nın başkanı hiciv ve eleştiriden korkmamalıydı. Mektubunun son kısmında ise usta yönetmen, “Ben genç değilim. Ama gençler hazmetmez ve hazmetmemeli,” ifadelerine de yer verecekti. Kısaca özetlemek gerekirse ‘ben gençken sansüre karşı yapacağımı yaptım, şimdi sıra gençlerde’ der gibi Sokurov mektubunda. Belki de Oberhausen’in dağıtıma soktuğu gençlik dönemi filmlerine de bu gözle bakmamızı istiyor; cevval gençlik işleri olarak. Ama öte yandan, sistematik sansürle mücadelede topu genç sanatçı bireylerin cesaretine atan, herhangi bir çıkış önerisi yapmayan bu tavırda yoğun bir ‘kabullenmişlik’ de var.
1 “Sokurov says Putin put his money on Faust,” The Daily Star Lebonan, 14 Eylül 2011, erişim 2 Ekim 2019, <bit.ly/2nN4f86>.
2 “Film legend Sokurov writes open letter in defence of free speech and tolerance,” The Calvert Journal, 12 Şubat 2014, erişim 2 Ekim 2019, <bit.ly/2ploBWB>.