Yazı: Oktay İnce
Ben video-eylemci, belgesel videocu. Yalnızca, gerçeğin kölesiyim. Tabi olduğum tek yasa, devletlerin değil, görülmeyi ve gösterilmeyi bekleyen hakikatin yasasıdır. Kör edici utancım ise, görüp de görmezden geldiğim gerçektir.
İçimdeki otosansür, farkındayım ki, korkularım ve elimdeki konfor kırıntılarını kaybetmek kaygısından beslenir. Onu beslemeyeceğim, çünkü gözüm ve sözüm özgür olmazsa varlığım anlamını yitirir.
Devletin hiçbir yasası, bir görüntüyü niye çektiğimi veya bir filmi niye yaptığımı soramaz. Filmlerimi, yalnızca insanların temel hukukuna uygunluk açısından, kendi etiğimce kendim kontrol ederim. Bunun dışında hiçbir dışsal zorlamayı, ne devletlerin ne de paranın baskısını kabul eder, çalışmalarımı özgürlüğüm esasında yürütürüm. Bu özgürlük, olumsuz dış koşullar açısından serbestlik ihtiyacı olsa da, her koşulda doğru bildiğinden şaşmama anlamında asıl olarak kendi içsel özgürlüğümdür.
Video-eylem kolektifimiz Seyr-i Sokak’ın twitter hesabından atılan bir tweette, vurulan iki TİKKO militanı için “terörist” sıfatının kullanılmamış olmasını “terör örgütü propagandası” sayarak açılan soruşturma neticesinde, evimizdeki, yirmi yıllık kültürel emeğim diyebileceğim her şeyi, filmler, yazılar, projeler, ham görüntüler, tüm arşivi, savcının talebi, mahkemenin oluruyla alıp götürdü polisler.
Nedir terörizm, terörist kimdir? Her iktidar kendi teröristini kendisi tanımlar.
Bu göreceli tanımlarla kimin kimi ne olarak ilan ettiği bir belgeselci olarak beni bağlamaz. Bizim meseleleri açımlayan kendi kavramlarımız, bakış açılarımız vardır. Herhangi bir iktidar odağı, devlet veya sermaye ile aynı dili kullanmak, bir güç odağının bakış açısına yerleşmek kendi özümüzden ayrı düşmek olur.
“Yeryüzünde bir yaprağı kıpırdatan, yerinden oynatan her şey, olup bitenin aktörleri olarak bizim gözümüzde aynıdır. Gerçekliğin yapıcıları. Olay yaratanlar. Olaylara neden olanlar. İyiler ve kötüler gerçek olmak bakımından aynıdırlar…”
Yeryüzünde bir yaprağı kıpırdatan, yerinden oynatan her şey, olup bitenin aktörleri olarak bizim gözümüzde aynıdır. Gerçekliğin yapıcıları. Olay yaratanlar. Olaylara neden olanlar. İyiler ve kötüler gerçek olmak bakımından aynıdırlar, çünkü varlar. Her biçim, yalnızca içeriğinin taşıyıcısı ve işlevsel değil, bakışa bir davettir. Açıkça görülebilir her şeyi kayda alır, gösterilebilir her şeyi kendi bakış açımızdan gösteririz. Toplumsal veya siyasi otoritenin baskısıyla değil, sinemanın, sanatın kendi kavramlarıyla konuşuruz. “Terörist” sinemasal bir kavram değildir, ilan edilen ve ilan eden kim olursa olsun. Sinemasal bir kavram hâline getirdiğimizde ise, bu devletinkiyle aynı anlamları yüklenmeyecektir elbette. Bizler imaj teröristleriyiz diyelim misal. İmajların kaosu, tekinsizliğiyle kurulu bütün anlam tarlalarını mayınlarız.
18 hard disk, 41 DVD içinde belgesel, haber, videoact veya videoart olarak yapılandırılmış ya da ham, devlet tarafından zorla el konulan imajların zaten bir öyküleri vardı. Şimdi rehine, tutsak veya atık, serbest kalmaları için uğruna mücadele verilen imajlar olarak, kaydedeni ya da onları devletten koruyamayanı ve hattâ kaydedileni hapse attırabilme potansiyeli taşıyan imajlar olarak, bizim kendilerine yüklemediğimiz bir işlevin, suçumuza delil taşıyıcı imajlar olarak başka bir öyküye dâhil oldular. Salaha ermelerinden sonra yapılacak hiçbir montaj, kurulacak hiçbir anlatı bunu dışlayamaz. Bu bir bedel midir? Ama kim ödeyecek göreceğiz.
“Belgeselcinin etik sorumluluğu sadece kendisine, kendi emeğine, üretimine öz saygısını yitirmeme üzerine değil. Öykülerini ödünç aldığımız insanların emanetçisiyiz biz.”
“Neyi göze alabilirim onları geri alabilmek için?” sorusu, herkes için, bu kültürel emeğin varoluşunda kendi kapladığı yerin neresi olduğu sorusuyla anlamlı bir cevap bulabilir.
Boşluk, yitirdiğimizde, geri dönmeme ihtimalinin keskin acısını hissettiğinizde görebileceğiniz bir şey. Tam da bu: İnsan kendi öz etkinliğiyle, dışarıdan, faydacı bir ilişki mi kurmuş, yoksa onu içeriden kendi varoluşunun parçası hâline mi getirmiş? Canınızdan can mı kopmuş? Hızlı tren raydan çıktığında, içindeki, çocuklar da dâhil onlarca can için devlet yetkilisinin “gençsiniz bir çocuk daha yaparsınız” dediğini düşünün. “Bir film daha yaparım ne olacak ki, yeter ki hapse girmeyeyim, canım sağ olsun” diyebilir miyim? Pazarlık yok.
Belgeselcinin etik sorumluluğu sadece kendisine, kendi emeğine, üretimine öz saygısını yitirmeme üzerine değil. Öykülerini ödünç aldığımız insanların emanetçisiyiz biz. “Bu imajlar kime aittir” sorusuna vereceğimiz yanıt çok net, “kayıt edene değil kayıt edilene ait.” En çok da bu emanetin istenmeyen ellere geçmiş olmasından, razı olmadığımız kem gözlerin bu görüntülere değecek olmasından duyduğum, tam anlamıyla ıstırap.
Yaptığım herhangi bir belgesel veya videoact’in, ya da yazdığım bir yazının yasal kovuşturmaya uğraması, hüküm alma ihtimali daha kolay katlanılabilir, dışsal bir ceza. Tam
da hikâyelerini, suretlerini, seslerini bize emanet eden insanlar için, asıl tam olarak bunun için protesto yoluna çıkmam gerekiyordu. Bu yolda göze alabildiğim her risk, bu emanete verdiğimi değeri yükseltecek hissiyatı içindeyim.
“Eylemin görüntüsünden görüntünün eylemine” düsturuyla yola çıktığımız, “20 yıllık video-eylem ve belgesel uğraşımızın sağladığı bir protesto deneyimimiz var”, desem yalan olmaz. Kameramızın, kadrajımızın, elimizin ve gözümüzün, duygu ve fikriyatıyla tüm bedenimizin, buna göre aldığı bir form var. Biz asıl olarak kendimizi sinemacı değil, videocu, video belgeselci diye çağırırız. Hattâ bunun için ortaya koyulan teorik farklar vardır, Ulus Baker’in kulağını çınlatalım. Bir ayağımız özgür haberci video-eylemde, öteki ayağımız belgesel filmde. Protestoya başlarken yola çıktığım “özgür haber özgür sinema” sloganından, “özgür sinema”, bir tür görece daha konformist, daha elit bir alana sığınma duygusu vermiyor değil bana. Hareketli imajlarla yapılan her türlü uğraş anlamında kendimize “görüntü işçileri” dediğimiz de olur. Sinema, video belgesel ya da videoart ve videoact, hareketli görüntünün işlenişinde farklı yollar gibi.
Video ile sinema farkı üzerinden, bizim teorik tartışmalarımız sürebilirdi, icraatta farklılıklarımızla birlikte. Bir protesto için kamusal alana çıktığımızda ise, benim ne dediğimden çok, beni dinleyenlerin ne anlayacağı ön plana çıktı. Kamusal olarak “video” kavramı algısı, özel bir düşünme biçimiyle özgün bir yapıt üretme yolu değil de, gündelik hayatta artık kendilerince de “çekip paylaşılan” hareketli görüntü biçiminde hâliyle. Sinema ise hâlâ, hareketli görüntüyle yapılan sanatları kamusal olarak kapsayan, temsil eden tek kavram.
Sinema nasıl direnebilir, neyle? Başlarken şöyle bir not düşmüşüm: “Sinema yalnızca sinemanın araçlarıyla değil, taşla, sloganla, aktif pasif ezilenlerin kullandığı bütün yol yöntemleri, direnme biçimlerini kullanabilir.” Öyle ama “yaptığını yapmaya devam ederek” de bir direniş sergileyebilir. Bugün zaten, yaptığını yapmaya devam edenler işte, kendi doğrusuyla, hakikatle, gerçeklikle kurduğu ilişkide bir zedelenme olmasın isteyen belgeselciler yargılanıyor.
Sesim, diğer belgeselcilere, görüntü işçilerine doğru yayılır veya yayılmaz, ortak bir sese güçlenerek yükselir ya da yükselmez. Video-eylemciler ve belgeselcilerle, hareketli görüntünün bütün işçileriyle dilim döndüğünce kendi kavramlarımızla konuşmaya çalışırım. Ama devletle, videoyu, sinemayı tartışmam. Bize bu zulmü reva gören devletle, ezilenlerin direniş tarihinden bize bıraktıkları her araca, birikmiş bütün bir mücadele geleneğine yaslanarak mücadele ederim. Bu noktada benim için mesele etik-politik bir mesele, estetik değil.