Şu An Okunan
İşçi Filmleri Festivali: Temsil Kadar Temas

İşçi Filmleri Festivali: Temsil Kadar Temas

Yarışmasız, sponsorsuz, ücretsiz bir festivalin yirminci yılına ulaşması, bilhassa Türkiye’nin mevcut kültürel ve siyasi atmosferi göz önüne alındığında, alternatif sinema pratikleri açısından anlamlı bir istikrara işaret ediyor. Örgütsüzleştirme politikalarının yaygınlaştığı, ifade ve gösterim alanlarının daraltıldığı bir dönemde Uluslararası İşçi Filmleri Festivali hem emeğin hem de dayanışmanın sesi olmayı sürdürüyor. Yirminci yılında, yalnızca gösterdiği filmlerle değil, yürüyüşlerle, grev alanlarında, sokakta kurulan perdelerle ve birlikte üretmeye dayalı yapısıyla politik bir platform, bir eylem biçimi olarak da varlığını koruyor.

Bu yıl 1-11 Mayıs tarihleri arasında İstanbul, Ankara ve İzmir’de eşzamanlı olarak düzenlenen 20. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, başlığında “uluslararası” kelimesini taşısa da kökleri fazlasıyla yerel hafızaya, güncel mücadelelere ve sokağa dayanıyor. Festivaldeki filmler Şili’den Hindistan’a, Almanya’dan İran’a uzanan geniş bir coğrafyadan geliyor. Ancak bu uluslararası seçki, yüzeysel temsillere ya da ödül odaklı sinema anlayışına değil; sınıfsal gerçekliklere ve toplumsal mücadelelere dayanan bir anlatı bütünlüğüne yaslanıyor. Program kendi ülkesinin görmezden gelinen çatlaklarından süzülmüş, dirençle, sabırla ve çoğu zaman kısıtlı imkânlarla çekilmiş filmlerden oluşuyor.

Bugünün festival endüstrisinde bir festivalin yarışma bölümü olmadan varlığını sürdürebilmesi başlı başına politik bir tercih. Dahası, sponsor desteklerine bel bağlamadan, reklam gelirlerine yaslanmadan, jürilerin yönlendirici otoritesini kabul etmeden yürütülen bir festival tahayyülü, mevcut kültür politikalarının ve piyasalaşmış sinema ortamının dışında konumlanıyor. İşçi Filmleri Festivali tam da bu noktada “başka bir festival mümkün” diyor. Ve bu mümkünlük, yalnızca yapısal bir alternatif önermekle sınırlı kalmıyor; festivalin programı, dili, afişleri ve mekân seçimiyle de kendini belli ediyor. Festivalin İzmir ayağındaki gösterimlerde, salonlar yalnızca sinemalarla kısıtlı kalmadı; halkevleri, meslek odaları, kooperatifler ve kamusal alanlar da gösterim mekânı olarak kullanıldı. Bu durum izleyiciyi bir “seyirci” konumunun ötesine taşıyor; filmi izleyen değil, onunla birlikte düşünen, soran, yan yana gelen bir birliktelik yaratıyor.

Festivalin İzmir’deki 1 Mayıs kortejinden.

Kuir Sinemadan Grev Çadırına

İzmir’de festival, 1 Mayıs İşçi Bayramı sabahı Borsa Binası önünden başlayan yürüyüşle açıldı. Festival gönüllülerinden oluşan kortej toplumsal dayanışmayla kurulan bir sinema pratiğini de temsil ediyor. 1 Mayıs yürüyüşü İşçi Filmleri’nin emek odaklı yapısını sokağa taşıyarak kültürel bir etkinlikten öte, politik bir duruşu da barındırdığını gösteren sayısız örnekten biri. Bunun da ötesinde, festivalin, hem toplumsal meselelerle doğrudan temas kuran hem de halkın katılımına açık bir temsil alanı olduğunu ortaya koyuyor.

1 Mayıs yürüyüşüyle güçlü bir açılışa imza atan festival, farklı toplumsal mücadelelerin kesişim noktalarına alan açan seçkileriyle çoksesli, çokkültürlü bir programa sahip. Bu yılın dikkat çeken buluşmalarından biri, kuir sinemanın direniş hattındaki yerini görünür kılan etkinlikler oldu. Yıllardır sansürle mücadele eden Pembe Hayat KuirFest ve 20 Kasım Derneği işbirliğiyle düzenlenen gösterim ve panellerde kuir varoluşların sinemasal ve toplumsal mücadele hattı İzmir izleyicisiyle buluştu. KuirFest’in bu yılki programının iptalinin fitilini ateşleyen Bellekvari: KuirFest’in Sözlü Tarihi (2024) belgeseli başta olmak üzere Aycan Karadağ ve İbrahim Kucuş’un birlikte yönettiği Dönüşüm: Bornova Sokağı (2024) ve Atakan Yılmaz imzalı Merhaba Anne, Benim, Lou Lou (2024) gibi filmlerle başlayan etkinlik, “Görünmezlik Politikaları: Sansür, Oto-Sansür ve Kuir Varlığın Direnişi” paneliyle devam etti. Sansürün yalnızca yasal bir müdahale değil, aileden sanata uzanan biçimde içselleştirilen bir mekanizma olduğunu tartışmaya açan etkinlik, kuir sinemanın politik bir hat olarak festivaldeki yerini pekiştiriyor.

Gösterim programındaki filmler, kişisel hikâyelerden toplumsal hafızaya, gündelik hayattaki mikro tahakküm biçimlerinden tarihsel direniş pratiklerine uzanan çok katmanlı bir anlatı örgüsü sunuyor. Bağımsız sinemanın, bilhassa belgesel pratiğinin güncel üretimlerini izleyiciyle buluşturmanın ötesine geçen festival; aynı zamanda sınıf, emek, bellek ve mekân politikalarına dair düşünsel bir ortaklık kurulmasını sağlıyor. Örneğin Koray Kesik imzalı 60’’ (2024), deprem sonrası Antakya’da geçen sessiz ve sarsıcı bir hayatta kalma sürecini, şehirden çıkamayan ya da çıkmamayı tercih edenlerin gözünden izleyiciyle buluşturuyor. Film, kilometrelerce uzanan araç trafiğiyle açılarak terk edilen bir kentin ardından geride kalanlara odaklanıyor. Yıkıntıların arasında süren yaşam mücadelesi, bir yandan hafızayı diri tutarken bir yandan da toprağın, suyun ve insanın nefes almakta zorlandığı ağır bir yeniden inşa sürecini gözler önüne seriyor. Benzer şekilde, Önder İnce ve Fatin Kanat’ın yönettiği Bizim İsmail (2024) de bireysel bir yaşam öyküsü üzerinden kolektif hafızanın izini sürüyor. Film, yaşamının 17 yılını cezaevinde geçiren İsmail Beşikçi’nin mücadelesini odağına alarak, inkâr politikalarına karşı yürütülen düşünsel direnişi görünür kılıyor. Hem geçmişin baskı rejimlerine hem de bugünün suskunluklarına karşı duran anlatısıyla belgesel sinemanın yalnızca tanıklık değil, direnç üretme gücüne de işaret ediyor.

60″

Hafızayı canlı tutan bu anlatılar, yalnızca geçmişe değil bugüne de temas eden daha geniş bir direniş hattının parçası hâline geliyor. Derya Ar ve Begüm Aksoy’un İsmimi Yaz (2024) belgeseli, zorla yerinden edilen Filistin halkına duyulan tarihsel sorumluluğu görünür kılarken kolektif unutkanlığa karşı bir vicdan çağrısı yapıyor. Film, sürgün politikalarına karşı hafızayı sahiplenmenin ve dayanışma üretmenin sinemasal yollarını araştırıyor. Muhammet Emin Altunkaynak’ın yönettiği Çekiliş (2024) ise sistemsel eşitsizlikleri çocukluk perspektifinden, kara mizahın olanaklarıyla ele alıyor. Mahalle bakkalındaki çekiliş oyununu merkeze alan film, küçük bir çocuğun adalet arayışı üzerinden sınıfsal ayrımın gündelik yaşamdaki izdüşümlerine işaret ediyor. Her iki film de bireysel hikâyeler aracılığıyla kamusal sorulara kapı aralayarak, festivalin düşünsel zeminini daha da genişletiyor.

Gösterimler, sinemanın yalnızca temsil ettiğine değil, temas ettiğine de dikkat çekiyor: İşçi mücadelesiyle yan yana gelen bu filmler, gündelik şiddetin görünmez biçimlerine karşı birer kayıt ve hatırlama aracı.

Bütün bu yapımlar, yalnızca içerikleriyle değil, aynı zamanda izlendikleri mekânlarla—grev çadırları, sendika salonları, bağımsız gösterim alanları—kurdukları ilişkiyle de sinemayı politik bir temas biçimine dönüştürüyor. Festival, böylece sinemanın temsil ettiğiyle yetinmeyip temas ettiği bir alan olarak yeniden tariflenmesini mümkün kılıyor. Temel Conta işçilerinin grev alanında yapılan gösterimler, festivalin sinemayı emek mücadelesiyle ilişkilendiren çizgisine doğrudan referans veriyor. Grevdeki işçilerin direniş alanında izlenen iki kısa film, mekânla ve seyirciyle kurduğu ilişki sayesinde sinemanın yalnızca bir izleme etkinliği değil, kolektif bir düşünme pratiği de olabileceğini hatırlatıyor. Gösterim programında yer alan Ferhat Özmen imzalı Eksi Bir (2024) ve Efe Can Yıldız imzalı Recce (2024), farklı bağlamlarda ama benzer biçimlerde sınıfsal çatışma, gündelik tahakküm ve ayrımcılığı gözler önüne seriyor.

Temel Conta işçilerinin grev alanındaki film gösterimlerinden.

Eksi Bir, bodrum katına yeni taşınan bir kiracının “kokusu” bahane edilerek başlatılan bir apartman içi imza kampanyası üzerinden, orta sınıf kent yaşamında yer etmiş dışlayıcı tutumları ifşa ediyor. Film, konut hakkı, mekân politikaları ve görünmeyenin marjinalleştirilmesi gibi meseleleri sade ama etkili bir sinema diliyle ele alıyor. Recce ise sinema üretim süreciyle gündelik hayatın iç içe geçtiği bir alanda, hiyerarşik ilişkilerin izini sürüyor. Evini bir film setine açan bir ailenin küçük oğlu ile setteki yönetmen arasında yaşanan gerilim, görünürde kişisel bir çatışma gibi başlasa da zamanla üretim ilişkilerindeki tahakküm biçimlerine işaret ediyor. Film, kamera arkasındaki gücün nasıl işlediğine dair eleştirel bir bakış öneriyor. Her iki film de kısa film mecrasında sınıfsal adaletsizliklere dair güçlü okumalar sunarken, direniş alanında, grevdeki işçilerle birlikte izlenmeleriyle yeni bir bağlama taşınmış oldular. Gösterimler, sinemanın yalnızca temsil ettiğine değil, temas ettiğine de dikkat çekiyor: İşçi mücadelesiyle yan yana gelen bu filmler, gündelik şiddetin görünmez biçimlerine karşı birer kayıt ve hatırlama aracı olarak öne çıkıyor.

İşçi Filmleri Festivali, aynı zamanda Türkiye’nin yakın tarihine alternatif bir hafıza inşa eden, arşiv çalışmalarına katkısı büyük bir etkinlik. Her yıl kayda aldığı direniş hikâyeleri, taşeronlaşma süreçleri, işçi ölümleri, göç, zorunlu çalışma, sendikasızlık gibi konular üzerinden sadece belgeler değil, hatırlama ve hatırlatma araçları da sunuyor. Berke Baş imzalı Dargeçit (2024), bu yönüyle festivalin üstlendiği hafıza politikasına güçlü bir örnek oluşturuyor. 1990’larda Mardin’e bağlı Dargeçit’te zorla kaybedilenlerin izini süren belgesel, yalnızca faili meçhul cinayetlere değil, devlet şiddetinin kuşaklar boyunca süren etkilerine de ışık tutuyor. Hevî Nimet Gatar’ın patriyarka ve temsiliyet meselelerini tartışmaya açarak söz ve stran yoluyla kolektif bir kadın hafızasını inşa ettiği belgeseli GotûbeJin (2024), İlkay Nişancı’nın deprem sonrası Hatay’da sınav stresiyle yas sürecinin iç içe geçtiği bir dönemde, öğrencilerin ve öğretmenlerin hafıza, umut ve çıkış arayışlarına odaklandığı belgeseli Zamanın Kıyısında Sınav (2024), Türkiye’den sanatçı ve sinemacıların anlatılarıyla, sansür ve otosansürün gündelik pratikler ve içselleştirilmiş sınırlar üzerinden nasıl işlediğine dair çarpıcı bir çerçeve sunan Görünür Görünmez: Bir (Oto)Sansür Antolojisi (2024) gibi yapımları bir araya getiren festival, bu yönüyle emek mücadelesinin olduğu kadar toplumsal adalet arayışının kolektif belleğinde önemli bir yere sahip.

Festivalde Türkiye sinemasının emek eksenindeki önemli seslerine de dikkat çekildi, Yeşim Ustaoğlu retrospektifi gibi özgün ve etkileyici seçkilere yer verildi. Ustaoğlu’nun bireysel ve toplumsal direnişin izlerini süren filmleri festivalin genel politik duruşunu da derinleştirdi. Her gösterim, bir sinema deneyiminin ötesinde sınıf, kimlik ve hafıza üzerine düşünmeyi teşvik eden bir buluşma oldu aynı zamanda.

Çocuk: Bir Alan Değil, Bir Alan İhlali

Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, bu yılki temasını “Çocuk” olarak belirledi. Seçkide yer alan filmler, toplumsal eşitsizliklerin, yapısal şiddetin ve politik baskının çocukluk deneyiminde nasıl katmanlaştığını gösteren örneklerle öne çıkıyor. Çocuklar üzerinden anlatılan hikâyeler, bireysel duygulara değil, kolektif gerçekliğe yaslanıyor: Çocukluk, içinde bulunduğumuz düzenin en açık biçimde ifşa olduğu alanlardan biri.

Morî

Seçkinin birçok filminde çocuklar, özne olmanın ötesinde, taşıyıcısı oldukları deneyimler üzerinden bugünün emek rejimini, sınıfsal eşitsizliklerini ve siyasal şiddetini görünür kılan bir rolde çıkıyorlar karşımıza. Yakup Tekintangaç’ın Morî’si (2024), izleyiciyi babasından kalan masal ses kaydını dinleyerek büyüyen bir çocuğun dünyasına dâhil ediyor. Morî’nin, okula gelen yeni öğretmeni babası sanması ve bu yanılgı üzerine kurulan duygusal bağ, kayıp ve aidiyet arayışının sessiz ama güçlü bir yansıması. Bu masalsı atmosferde çocuk, kaybettiği baba figürünün izini sürerken, aynı zamanda gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalıyor. Böylesi bir duygusal boşluk ve aidiyet arayışını aktaran bu filmin hemen ardından, Kötü Bir Gün’de (2024) çocuk mevhumu, şiddetin ve tahakkümün daha sert, doğrudan yaşandığı bir alana taşınıyor. Ahmet’in basit bir pantolona yama yaptırma isteği, terzide yaşadığı tacizle travmatik bir deneyime dönüşüyor. Babasının sakatlığı ve ailenin kırılgan ekonomik koşulları, bu olayın çocuğun hayatında nasıl derin izler bıraktığını gösteriyor bizlere. Film, çocuk bedeninin, toplumsal şiddet ve iktidar ilişkileri içinde nelere maruz bırakıldığını ve bu travmaların sessiz bir tanığı olmadığını gözler önüne seriyor. Bir başka film, Turgut Kanal imzalı Mümeyyiz (2024) ise çocukluk ve adaletin çarpıcı bir kesişimini gündeme taşıyor. Mevsimlik işçi bir çocuğun ceza ehliyeti muayenesi için götürüldüğü ilçede karşılaştığı doktor, kendi vicdani hesaplaşmasını yapamamış, hiyerarşi içinde güçsüzü yargılayan bir figür. Burada çocuk, sadece bireysel değil sistematik bir adaletsizliğin parçası olarak yer alıyor. Doktor ve çocuk arasındaki ilişki, güç dinamiklerinin çocuk bedeni ve hayatı üzerindeki tahakkümünü ve toplumsal suçların üzerinin nasıl örtüldüğünü ortaya koyuyor. Seçkide çocuk mefhumu, masumiyetle romantize edilmekten uzak, zorla biçimlenen, şiddetle ve hiyerarşik yapılarla kuşatılmış bir deneyim olarak karşımıza çıkıyor. Morî’nin kayıpları, Ahmet’in şiddetle sınanışı ve Mümeyyiz’de adaletle yüzleşilmesi, çocukların yaşadığı toplumsal gerçekliklerin farklı yönlerini açığa çıkarırken, festival seçkisi de çocukluğa dair politik ve etik bir sorgulamayı zorunlu kılıyor.

Türkiye’nin ve dünyanın farklı coğrafyalarındaki emeğin sesini görünür kılan festival; kuir direnişten çocukluk deneyimlerine, grev alanlarından mekân politikalarına kadar geniş bir yelpazede üretim ve mücadele alanlarını bir araya getiren programıyla yirminci yaşını kutladı. Festival başladığı günlerde aramızdan ayrılan, sinemacı kimliğinin yanı sıra Türkiye’nin değerli politik figürlerinden olan Sırrı Süreyya Önder’in hatırlanması festivalin önemli anlarından biriydi. Önder bundan yirmi yıl önce festivalin ilk açılış gecesine katılmış, İşçi Filmleri’ni “Dünyanın en güzel isimli festivali” olarak tanımlamıştı. 3 Mayıs’ta hayata veda eden Önder, festivalin İstanbul ve Ankara programlarında, emek ve hak mücadelesine dair vizyonunu yansıtan, yönetmenliğini Muharrem Gülmez’le birlikte üstlendiği Beynelmilel (2006) filminin gösterimiyle anıldı.

Ankara’da Beynelmilel filmimin gösterimi sonrası DEM Parti milletvekilleri Sevilay Çelenk ve Mithat Sancar’ın katılımıyla bir söyleşi de gerçekleştirildi.

Kolektif üretim ve dayanışma zemini, Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’ni geleneksel festivallerden ayıran en belirgin özelliği. Türkiye’nin mevcut siyasi ikliminde sansür ve yasaklamalara rağmen yirmi yıldır varlığını sürdüren, sadece film göstermekle kalmayıp, emek mücadelesini görünür kılan, unutulanları hatırlatan ve ses veremeyenlere ses olan bu kolektif hareket alanının daha da genişlemesi umuduyla…

İstanbul, Ankara ve İzmir’deki gösterimlerini tamamlayan Uluslararası İşçi Filmleri Festivali, yıl boyunca Türkiye’nin dört bir yanındaki kentlerde gösterimlerine devam edecek. Festival 23-25 Mayıs tarihlerinde Batman’da takipçileriyle buluşacak. Güncel gelişmeleri festivalin internet sitesi üzerinden takip edebilirsiniz.