Şu An Okunan
Ultraviyole İmajlar: IDFA ReFrame Filmleri

Ultraviyole İmajlar: IDFA ReFrame Filmleri

Yıpranmış bir fotoğrafı kazıyan feminist bir manifesto, Fransa işçi sınıfının kesişimsel portresi, Loznitsa’nın arşiv görüntülerine dayanan dört saatlik son filmi… 34. Amsterdam Belgesel Film Festivali’nin (IDFA) ReFrame ödülüne aday olan filmler, arşivlerdeki boşlukların izinden giderek buluntu görüntülerin artan önemine ışık tutuyorlar.

Belgesel sinemanın en önemli festivallerinden IDFA’da son iki yıldır arşiv görüntülerinin yaratıcı kullanımı dalında ReFrame1 ödülü veriliyor. Buluntu görüntülerden örülü belgesel üretimi, özellikle dijital tarama ve restorasyon imkanlarının artmasıyla son yıllarda arşiv görüntülerinin erişilebilir olmasının sonucunda giderek yaygınlaşan bir pratik. Yaygınlaşmanın yanında, yeni yeni anlatım stillerinin denendiği, oldukça çeşitlenen bir üretim alanı var karşımızda. IDFA da belgeselciliğin yeni formlarını programında kapsama çabasıyla, örneğin sanal gerçeklik (VR) teknolojisi kullanan belgeseller gibi, buluntu görüntüye dayalı belgesellerin artan görünürlüğüne ve çeşitliliğine ReFrame ödülüyle dikkat çekiyor.

Sergei Loznista, Babi Yar. Context‘te askerlerin kamera kayıtları ve arşiv görüntüleri eşliğinde izleyeni Nazi kuşatması altındaki Ukrayna’ya götürüyor.

Bu sene ReFrame ödülüne aday gösterilen belgeseller arasında usta isimlerin yanı sıra genç belgeselciler de vardı. Örneğin arşiv görüntülerini kullanan usta belgeselci Sergei Loznista’nın bu yıl Cannes’da prömiyer yapan filmi Babi Yar. Context, izleyicileri Nazi kuşatması altındaki Ukrayna’ya götürüyor. 1941 yılında Kiev’in yakınlarındaki Babi Yar’da üç gün içinde otuz bin Yahudi’nin katledildiği korkunç bir katliamın görsel hafızasını perdeye taşıyor Loznitsa. Askerlerin çektiği görüntülerin yanı sıra haber filmlerini derleyerek, pek konuşulmamış ve pek anlatılmamış bir kıyımın resmini çizmeye çalışıyor. Bir söyleşide Loznitsa kronosit kavramını kullanıyor bu işiyle ilgili olarak. Rus felsefeci Mikhail Epstein’dan ödünç aldığı bu kavram, toplumun hafızasındaki kimi olaylara ve dönemlere dair sessizliği, suskunluğu ifade ediyor. “Tarihi yutan bir kara delik varmış gibi kimi toplumların hafızasında,” diyor Loznitsa. Babi Yar. Context de işte böyle bir kara deliğin içine dalıyor. İnkâr, afazi, unutkanlık bir kara delikse eğer, arşivlerden toplayarak gözümüzün önüne getirdiği ve görelim istediği tüm imajlar, fotoğraflar, hareketli görüntüler ile katliamın hafızasını kuruyor Loznista – kayıp zamanın peşine arşivlerde düşerek onu yeniden hatırlıyor, hatırlatıyor. Loznitsa’nın belgeseli ReFrame özel mansiyona layık görüldü.

Viagem ao Sol‘da İkinci Dünya Savaşı Viyana’sından görüntülerin üzerine çocukluklarını bu dönemde yaşamış insanların anıları düşüyor.

Bir diğer usta belgeselci Susana de Sousa Dias’ın Ansgar Schaefer ile birlikte gerçekleştirdiği Viagem ao Sol (Journey to the Sun, 2021) aynı zamanda ana yarışma seçkisinde yer alıyordu. Şiirsel anlatımı ve etkileyici üslubuyla de Sousa Dias, bu sefer bizi kuşatma altındaki Viyana’nın yıkıntılar içindeki sokaklarına götürüyor. Bu görüntülerin üzerine, o dönemi çocuk yaşta bizzat yaşamış anlatıcıların anıları düşüyor ses bandında. İnsanın ruhunu kemiren korku, tenini tırmalayan soğuk, bedenini tüketen açlık ve dört bir yandan yaklaşan ölüm… Yıkımın hafızası öyle taze ki, arşiv görüntülerini izlerken bu duyguların dehşetini tüm canlılığıyla hissediyorsunuz. Journey to the Sun pek bilinmeyen bir öyküyü taşıyor perdeye: İkinci Dünya Savaşı’nda ailelerini kaybeden çocuklar, bir yardım örgütü tarafından Portekiz’e bakıcı ailelerin yanına gönderilmiş. Bombaların ve tankların yerle bir ettiği, semalarını toz bulutunun kapladığı gri bir memleketten, günlerce süren yolculukla güneşin ışıldadığı bir memlekete göçün hikâyesi bu. Yıkıntıların fotoğraflarıyla güneşli iklimde çekilmiş gülümseyen yüzlerin fotoğraflarının yan yana gelebildiği, dokunaklı bir öykü kuruyor film. 

Turn Your Body to the Sun‘da Aliona van der Horst İkinci Dünya Savaşı görüntülerine müdahale etmekten geri durmuyor.

Daha önce Liefde Is Aardappelen (Love is Potatoes, 2017) ile büyük başarı elde eden Aliona van der Horst da İkinci Dünya Savaşı’nı kurcalıyor yeni belgeseli Turn Your Body to the Sun ile. IDFA’da dünya prömiyerini yapan ve ana yarışma seçkisinde yer alan belgesel, Tatar kökenli bir Sovyet askerinin esir alınmasına odaklanıyor. Love is Potatoes’da kendi annesinin öyküsünün peşine düşerek Rusya’ya yolculuk eden van der Horst, bu sefer kendisi gibi ailesinin anlatılmayan ve konuşulmayan belleğinin izine düşen bir kadına, Sana’ya eşlik ediyor. Sana, babasının günlüklerindeki bilgileri arşivlerdeki belgelerle harmanlıyor, kişisel ve toplumsal bellek birbirinin boşluklarını dolduruyor. Arşiv görüntülerine müdahale etmekten çekinmemiş yönetmen, bir nevi bu görsel belgeleri kendi hafızasına, kendi anlam dünyasına, kendi sanatına taşımış, onları kendisinin yapmış. 

Hollandalı gazeteci ve tarihçi Bianca Stigter’ın filmi Three Minutes – A Lengthening ise 1938 yılından bir buluntu görüntünün peşine düşüyor. Polonya’da çekilmiş bu üç dakikalık renkli görüntüde bir köyün Yahudi sakinlerini görüyoruz. Stigter, kare kare okuyarak bu filmi görülmeyeni görünür kılmakla ilgileniyor. Hollanda prömiyeri IDFA’da gerçekleşen belgeselin üst sesinde Helena Bonham Carter’ı dinliyoruz.

Retours à Reims (Fragments), Fransa’daki kadın ve göçmen işçilerin yarım yüzyıllık tarihinden parçaları bir araya getiriyor.

ReFrame ödülü için yarışan belgeseller arasında kişisel ve toplumsalı kuvvetli ören işlerden bir diğeri de Jean-Gabriel Périot imzalı Retours à Reims (Fragments) (Returning to Reims (Fragments), 2021) idi. Didier Eribon’un aynı adlı kitabından ilham alan filmde, kendi ailesinin tarihinin peşine düşen karakterin serüveni, tüm bir işçi sınıfının portresine uzanıyor. Périot kesişimsel bir yaklaşımla işçi sınıfının kadın mensuplarının, göçmen mensuplarının dünyasına çeviriyor gözünü. 1968’in coşkusu kadar, o yıllarda Fransa’nın Afrika’daki sömürge topraklarından gelen göçmenlerin karşılaştığı ırkçılığı da taşıyor perdeye. Bir ülkenin yarım yüzyıllık tarihini arşivden topladığı kurmaca, amatör, belgesel film parçacıklarıyla temsil ediyor.

Jüri üyeleri ses tasarımcısı Pascal Capitolin, belgesel sinemacı Maciej Drygas ve Hollanda Film Müzesi EYE Baş Küratörü Giovanna Fossati, ReFrame ödülünü Robin Hunzinger imzalı Ultraviolette et le gang des cracheuses de sang (Ultraviolette and the Blood-Spitters Gang, 2021) filmine verdiler. Benim için de ödül için yarışan filmler arasından en büyük heyecan uyandıran bu film olmuştu.

Ultraviolette Barbara Hammer’a, Maya Deren’e, Germaine Dulac’a selam çakan, feminist coşkuyla dolup taşan bir belgesel. Yönetmen Robin Hunzinger, annesi Claudie ile birlikte ananesi Emma’nın kişisel arşivinde özenle sakladığı bir dizi fotoğraf ve mektupta, daha önce adını hiç duymadıkları ve hiç tanımadıkları bir genç kadına rastlıyorlar: Marcelle. Peki kimdi Marcelle? Neden hiç ondan bahsetmemişti Emma? Yine bir suskunluğun peşinden gidiyor bu belgesel de… Film, Marcelle ve Emma’nın yıpranmış bir fotoğrafına zumlayarak imajın maddeselliği, sınırları, katmanları üzerine düşünerek başlıyor. Yüzeyini kazıyoruz fotoğrafın, derin katmanlarını açıyoruz zamanın, arşivin, belleğin. 1923 yılında bir yatılı okulda Emma ve Marcelle arasında yeşeren arkadaşlığın dostluğa, dostluğun arzuya evrilişini dinliyoruz. Ekrandan fışkırırcasına taşan genç kadın portrelerinin muzır enerjisiyle deneyimliyoruz bu dizginsiz arzunun heyecanını. Söze dökülemeyen, açık açık dile getirilemeyen lezbiyen arzunun ifadesi bu imajlar oluveriyor.

IDFA’da ReFrame ödülüne layık görülen Ultraviolette et le gang des cracheuses de sang‘da Robin Hunzinger imzalı yırtık bir fotoğrafın öyküsünün izini sürüyor.

Okul bittikten sonra ayrı düşseler de Marcelle’in Emma’ya yazmayı sürdürdüğü mektuplar kimi zaman birer feminist manifesto gibi… Kadın cinselliğini ve arzusunu perdeye taşımış koca bir görsel hafızadan faydalanıyor bu kısımlarda film: Marcelle’in sözleri Maya Deren’in sürrealizmine, Germaine Dulac’ın empresyonizmine eşlik ediyor. Filmin bu dolup taşan enerjisi, Marcelle’in verem teşhisiyle bir sanatoryuma kapatılmasıyla biraz karanlık ve depresif sulara sürükleniyor. Ancak hayata meydan okuyuşuyla, erkek egemen sisteme ve kurumlara karşı açık mücadelesiyle kadın özgürleşmesine baş koymuş bir karakter Marcelle, burada da yılmıyor ve yakın dostluklar kuruyor üç kadınla: Biju, Helene, Magriet. Nam-ı diğer, filme adını veren, kan tükürenler çetesi. Bir yaz sabahı sanatoryumu terk ederek Alplerde bir köyde bir ev tutuyor bu dört kadın.

Kız kardeşlik, yoldaşlık, poliamori… Ölümcül hastalıkla mücadele ederken bir yandan birbirlerine aşkla, tutkuyla bağlanıyorlar. Marcelle, takma adıyla ‘ultraviyole’, Emma’ya mektup yazmaktan vazgeçmiyor, hiç bitmeyen tükenmeyen yılmayan bir aşkla bağlı kalıyor ona. Barbara Hammer’ın Female Closet’ini (1998) akla getirecek bir stilde kuruyor Hunzinger görüntü, arşiv ve bellek arasındaki ilişkiyi bu kısımlarda. Walter Benjamin ve Henri Bergson çalınıyor bazen kulağımıza; hatırlama eylemi, belleğin hayaletleri, arşivlerin boşlukları ve imajların gizledikleri üzerine… Film son sözünü Benjamin’e veriyor: Tıpkı ultraviyole ışınlar gibidir hafıza, diyor. Kurumsal veya ulusal değil de kişisel bir arşivin peşinden gittiği için olsa gerek, büyük oranda 8mm, 9,5mm ve 16mm gibi küçük format filmler kullanmış Hunzinger. Hem duygusal hem fikirsel düzlemde, malzemesiyle bu kadar derinlikli ve etkileyici bir ilişki kurabildiği için öne çıkmış olsa gerek bu belgesel.


NOTLAR
1 Yeniden çerçeveleme anlamına geliyor.