Şu An Okunan
Unutuşu Unutmak

Unutuşu Unutmak

Söyleşi: Senem Aytaç, Enis Köstepen
Çeviri: Aslı Ildır
Fotoğraflar: Haydar Taştan

Unutmaya programlanmış bir toplumda faşizmin geçmişi ve bugünü üzerine film çekilebilir mi? İspanya’da sosyal bir olay haline gelen ‘Diğerlerinin Sessizliği’nin yönetmenleri Almudena Carracedo ve Robert Bahar ile konuştuk.

Diğerlerinin Sessizliği (El silencio de otros, 2018) siyasi şiddetin ardından hayatta kalanların ve tanıkların mücadelesi üzerine eşine az rastlanır bir yolculuğu belgeliyor. Dünya prömiyerini 2018’de 68. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde yapan film geçtiğimiz iki yıl boyunca tüm dünyayı dolaşmakla kalmadı, İspanya’da Franco dönemi sonrası 1977’de parlamentonun yasalaştırdığı Af Yasası’nın ve Unutma Anlaşması’nın İspanya kamuoyunda hararetli bir şekilde tartışılmasına vesile oldu. Filmde Almudena Carracedo ve Robert Bahar, Franco döneminin işkence mağdurlarının, insanlığa karşı suçların cezalandırılabilmesi için evrensel yargılama mekanizmasını işletmek üzere Arjantin’de başlattıkları soruşturmayı takip ediyor.

Diğerlerinin Sessizliği üzerine konuşurken sadece filmin kendisinden değil, mücadeleden ve yürütülen kampanyadan da bahsetmek gerek. İlk olarak mücadeleye nasıl dahil oldunuz? 38. İstanbul Film Festivali’ndeki soru cevapta ilkin, doğduklarında ailelerinden çalınan çocukların hikâyesiyle ilgilendiğinizi söylemiştiniz.
Almudena Carracedo: Aslında filmin iki başlangıcı var. Biri benim içimde büyümekte olan bir tohumdu. İspanya, hafıza ve adalete dair olan kısım benim için oldukça acı vericiydi. Üniversitede politik olarak aktiftim. Dünyadaki insan hakları meseleleriyle ilgileniyorduk, fakat kendi ülkemizde de insan hakları ihlalleri olabileceği aklımıza gelmiyordu. Çünkü bilmiyorduk. Herkes Franco’yu bilir, biz de biraz biliyorduk ancak yaşananları bilmiyorduk. Bu durum hakkında da hiçbir şey yapılmıyordu, herhangi bir siyasi hareket yoktu. Üniversiteden sonra ABD’ye gittim ve orada film yapmaya başladım. Bu konularla ilgili filmler izledikçe içimdeki acı büyümeye devam etti. Robert’la beraber İrlanda’yı anlatan Özgürlük Rüzgarı’nı (The Wind That Shakes the Barley, 2006) izlediğim bir an vardı. Çok ağladım, eve geldim, iki gün boyunca ağlamaya devam ettim. Robert yanıma geldi ve dedi ki “Sanırım bu durumla yüzleşmen gerekiyor.” Biraz ileri saralım; 2010’da çalınan çocuklar haberi çıktı. Yeni filmimizin bununla ilgili olması gerektiğini düşündük. Kızımız yeni doğmuştu ve bu konularda çok hassastık. İspanya’ya taşındık çünkü uzaktan böyle bir filmi yapamayacağımızı biliyorduk. Sonra Arjantin’de başlatılan soruşturmayı takip etmeye başladık. Çalıntı çocuklar konusu Arjantin soruşturmasıyla kesişiyordu ve bu, bize filmin yapısını kurmak için iyi bir fırsat verdi. Anlatısal ve tematik bir çerçeve sağlayarak filmin ilerlemesine yardımcı oldu. Arjantin davası karanlığın içinde ilerleyen bir tren gibiydi, karakterler ise vagonlar. Dolayısıyla karakterlerin hikâyesi üzerinden Arjantin davasına dair daha büyük bir hikâye anlatabilirdik. Hikâyeyi günümüzde anlatabilmek için çok güzel bir fırsattı bu. Geçmiş hakkında bir film çekmek istemediğimiz konusunda çok nettik. Biz geçmişin mirasıyla ilgili bir film yapmak istiyorduk. Geçmişin gölgeleri, geçmişten günümüze kalan şeyler neler? Bu konu hakkındaki tartışmalar genelde geçmişte neler olduğu, kimin ne yaptığı gibi meselelere odaklanıyor. Günümüze pek bakmıyor. Dolayısıyla biz bu ilişkiyi yeniden bir çerçeveye oturtmak istedik. Geçmişte olanlar hakkında konuşmayalım, geçmişi yargılamayalım dedik. Geçmişte ne olduğunu biliyoruz, kimsenin bilmediği demokrasiye geçiş sürecinde neler olduğu. En önemlisi ise, bugün ne olduğu. Film geçmişe sadece bugünü anlamak için bakıyor. Bu çerçevede film, bugün ulusal çapta bir diyaloğun oluşmasına da imkân sağladı.

Üniversitede politik olarak aktif olduğunuzu ancak bu konunun gündemde olmadığını söylediniz. Biz de Türkiye’de özellikle Kürt meselesi tartışılırken başka çatışma bölgelerine de bakıyoruz ve ETA’nın adı sıkça anılıyor. ETA çatışması ve barış süreci, hafıza ve adalete dair bu meselelerin gündeme gelmesinde etkili oldu mu?
A.C. Ben üniversitedeyken çatışma hâlâ devam ediyordu. Ama dediğim gibi çok karmaşık bir meseleydi. İspanya’da Franco rejimi mağdurlarına şöyle deniyor: “barışı bozmak istiyorsun, öyleyse sen bir ETA üyesisin” ya da “teröristsin.” Bu insanlar Avrupa’daki herhangi bir ülkede özgürlük savaşçıları ilan edilirlerdi. Fransa’da onur madalyaları var örneğin. İspanya’da ise kahraman ilan edilmemelerinin yanı sıra, bir de yok sayılıyorlar.

Maria Bueno’nun hikâyesini ilgi çekici kılan Franco diktatörlüğü ve demokrasi arasındaki devamlılığı göstermesi. Kendisinin filmde de dediği gibi, bu uygulamalar bir pazar günü aniden sona ermedi, devam etti.

Belgesel yasal mücadelede yer alan bazı karakterleri takip ediyor. Bu grubun ne büyüklükte olduğunu ve anlatıyı kurarken bu karakterleri nasıl seçtiğinizi merak ediyoruz.

Robert Bahar: Seyircinin, bu sessizliği ve unutuşu deneyimleyen birinin yerine kendini koymasını sağlayacak birkaç bireysel öykü anlatmaktı amacımız. Diğer yandan da sadece birkaç ana karakterden oluşan bir belgesel yapmak istemiyorduk. Bir kolektifin, hareketin hikâyesi olsun istiyorduk. Evet bazı ana karakterler var. Mesela Chato, 1960’lı ve 1970’li yıllarda öğrenci olmaktan, polisin insanlara nasıl işkence ettiğinden ve daha kötü şeylerden bahsediyor. Sonrasında o hikâyeyi bir diğer karakter, Kuchi sürüklüyor. Aynı deneyimin içinde iki karakteriniz oluyor, böylece hikâye büyüyor. Bazılarıyla ise sadece bir kez karşılaşıyorsunuz, siyah arka plan önünde konuşuyorlar. Birini affetmenin ve sessiz kalmanın ne demek olduğuyla ilgili çok önemli bir nokta yakalıyor biri mesela… Bana göre, insanlarla ilgilenen herhangi bir belgesel güçlü bir hikâyeye zaten sahiptir ve sizi kendine çeker. Mesela Emilia bize bir toplantıya gitmemizi ve Chato adındaki beyaz saçlı adamı bulmamızı söylemişti, Chato’yla böyle tanıştık. Hemen onu çekmeye başladık ve sorduk: “Seni biraz daha çekebilir miyiz?” Sevilla’ya gittiğimizde bir başka toplantıya katılmıştık. Orada bir kadın ayağa kalkmıştı ve avukatlarla çalıntı çocuklar davası hakkında konuşuyordu. Ben boom’u ve kulaklıkları tutuyordum, Almudena’ya döndüm ve dedim ki: “Bu kadın bir karakter!” Kadın Maria Bueno’ydu, çalıntı çocuklar davası hakkında konuşan karakter. Almudena’nın her zaman dediği gibi, bazı karakterleri biz seçtik, bazı karakterler ise bizi seçti. Daha çok kurguda karşımıza çıkan bir zorluk şuydu: Ta İspanya İç Savaşı’ndan başlayan bir hikâye kurmaya çalıştığınızda bir sürü hikâye arasından seçim yapmak zorunda kalıyorsunuz. Mesela 40’larda, İspanya İç Savaşı’nın sonlarında gerçekleşen yargısız infazlarla ilgili hikâyeler de var. 1960’lardaki öğrenci hareketinden insanların hikâyeleri tarihin bir başka bölümünü temsil ediyor. Çalıntı çocukların davası var. birçok hikâye arasından seçim yapmak zorunda kalıyorsunuz. Maria Bueno’nun hikâyesini seçmemizin nedenlerinden bir tanesi hikâyenin 1981’de yani diktatörlükten demokrasiye geçiş sürecinde geçiyor olması. Diktatörlük sırasında geçen hikâyeler de vardı ama onun hikâyesini ilgi çekici kılan diktatörlük ve demokrasi arasındaki devamlılığı göstermesiydi. Kendisinin filmde de dediği gibi, bu uygulamalar bir pazar günü aniden sona ermedi, devam etti. Karakterleri seçme süreci filmin kavramsal çerçevesiyle bağlantılıydı.

İki kişilik bir ekip olmamız, benim kamerayı, Robert’ın ise sesi halletmesi, hikâye için çok mühim olan bir yakınlık yaratıyor. Büyük bir ekibimiz olmadı. Karakterler kameraya doğru konuşurken aslında benimle konuşuyorlar.

Hem bireysel hikâyeler anlatmak hem de bu hikâyeleri tarihsel bir bağlama oturtmak çok zor olmalı.
R.B. Filmin sonunu getirmek 14 ay sürdü. Altı ayın sonunda bireysel hikâyelerin kaba hâli aşağı yukarı hazırdı. Kaba kurguyu insanlara izlettik, özellikle İspanya’yla bir bağı olmayan ve tarihsel arka plana hâkim olmayan kişilere. Pek bir şey hissedemediler ve içine giremediler, tüm bunların neden olduğunu ve neden bu kadar zorlu bir mücadele verildiğini anlayamadılar. Böylece karakterlerin duygusal yolculuğunu anlamlandırabilmek için belirli bir bağlamın sağlanması gerektiğini fark ettik. Dolayısıyla filmde Almedana’nun bilgi verdiği bir ara bölüm ve arşiv görüntülerinin gözüktüğü yerler var. Böylece büyük resimden de bahsetmiş oluyoruz. Tüm bunları bir araya getirmek ve filmin bağlamsal çerçevesini kurmak bir altı ayımızı daha aldı. Yavaş yavaş fark ettik ki devam edebilmek için biraz bilgi vermek gerekiyor. En nihayetinde, belgeselde bir politik söylem ortaya çıkıyor ama incelikli bir politik söylem.

İç savaşta yitirdiği annesinin kemiklerini arayan 82 yaşındaki María Martín ile nasıl tanıştınız?
A.C. María Martín biz filmi çekmeye başladığımızda soruşturmayla ilgisi olmayan nadir karakterlerden biriydi. Her bir karakterin farklı bir hikâyesi var. Bu uzun süreli bir ilişki. María’yla iki yıl boyunca çekim yaptık. Kızıyla ise bir iki yıl daha çekim yaptık. Kızının tam olarak devreye girmesi iki sene sürdü. Bu sırada bizi arıyordu, buluşup konuşuyorduk. Her zaman şunu soruyordu: “Ne yapmalıyım?” Biz de şöyle cevap veriyorduk: “Seçimini yapmalısın. Hazır olduğunda sadece söyle, biz orada olacağız.” Bir gün telefon açtı ve “Hazırım” dedi. Dolayısıyla aramızdaki ilişki tamamen güven üzerine kuruluydu. İki kişilik bir ekip olmamız, benim kamerayı, Robert’ın ise sesi halletmesi, hikâye için çok mühim olan bir yakınlık yaratıyor. Büyük bir ekibimiz olmadı. Karakterler kameraya doğru konuşurken aslında benimle konuşuyorlar. Seyirci olarak yakın hissetmenizin nedeni bu, sanki orada onlarla berabermişsiniz gibi oluyor. Çünkü öylesiniz, ben öyleyim. Yönetmenler ve özneler arasındaki yakınlık çok önemli. Bizim bakış açımızdan, hikâyeleri topladıktan sonra kayıplara karışmamak çok önemliydi. Karakterlerin filmi nihai haline ulaşmadan önce görebildikleri bir ilişki bu, gelişimini, etkisini görüyor, dağıtım sürecine ve gösterimlere katılıyorlar.

Bu süreçte güvenlikle ilgili endişeleriniz oldu mu?
A.C. Bazı endişelerimiz vardı. Doğruyu söylemek gerekirse karakterler kendi kararlarını zaten çoktan vermişlerdi. Film sadece bu kararı ulusal ölçeğe taşıyor. Örneğin karakterlerden bir tanesinin yaşadığı sokağı artık filmi izleyen herkes biliyor. Bu bizim açımızdan verilmesi gereken bir karardı. Fakat kendimizle ilgili bir endişemiz hiç olmadı.

Filmi İspanya’da bir milyon kişi izledi ve tahmin edersiniz ki pek çok kişi ailelerine ne olduğu konusunda meraklandı.

R.B. İnsanlar bu soruyu bize hep soruyorlar. Ancak İspanya’da bu konuların konuşulması güvenlik anlamında bir sorun teşkil etmiyor. Bu konular hakkında konuşmak daha ziyade “uygunsuz” kaçıyor. Almudena’nın neslinde bu korku yok ancak önceki nesillerde var. O zamanlarda yaşamış olmaktan kaynaklı ve günümüzde de hâlâ geçerli olan bir korku. Avukatlardan biri Arjantin davasına katılmaktan korkan birkaç kişiden bahsetti örneğin. Filmi gördükten sonra davaya katılacaklarını söylemişler.

A.C. Filmden sonra pek çok ses yükseldi, insanlar çocuklarını aramaya başladılar. Yakınlarda kuzenim annesinin bir çalıntı çocuğu olduğunu söyledi bana örneğin. Hep şüphelenmiş, bebeğin cesedini hiç göstermemişler, şimdi yıllar sonra neden bu kadar acı çektiğini anlamış ve ne yapabileceğini, nasıl bulabileceğini soruyormuş…

Böyle durumlarda ne yapıyorsunuz peki?
A.C. Onlara bu konuda çalışan örgütler olduğunu söylüyoruz. Örneğin güneyden birinden bir mesaj aldık. Büyükbabası öldürülmüş ve onun nerede olduğunu bilmiyormuş. Filmi izledikten sonra onu aramaya karar vermiş ve bize ne yapabileceğini soruyordu. Biz de onu kendi bölgesindeki örgüte yönlendirdik. Böyle pek çok vaka var. Filmi İspanya’da bir milyon kişi izledi ve tahmin edersiniz ki pek çok kişi ailelerine ne olduğu konusunda meraklandı.

İletişim hâlinde olduğunuz örgütlerin filmden stratejik anlamda herhangi bir beklentileri oldu mu, yoksa yönetmen olarak bağımsızlığınızı koruyabildiniz mi?
A.C. Bizim için onlarla tanışmak ve bakış açılarını görmek çok önemliydi. Hiç kimsenin başta filmin ne olacağını anladığını zannetmiyorum. Mesela, avukatlardan biri olan Carlos, sürekli bize diyordu ki: “Hadi ne zaman bitireceksiniz filmi? Bitirin işte, sonra devam edersiniz. Filme şu anda ihtiyacımız var.” Ona eğer filmin işe yaramasını istiyorsak üzerinde çalışmaya devam etmemiz gerektiğini açıklamamız gerekti. Yoksa benzer filmlerden öteye geçemeyecekti. Dolayısıyla öncesinde ve sonrasında pek çok konuşma yapıldı. Yeni bir strateji geliştirmek için Arjantin davası hakkında çalışacak yeni bir örgüt koalisyonuna ihtiyacımız vardı. Bazen bu konuşmalar sırasında “şunu yapmalısınız” da dendi, o zaman alternatif düşündük. Ya da “haklısınız, filmin böyle olması gerekiyor” da dendi… Ama genel olarak farklı amaçların bir kesişimi gibiydi film. Onlara üzerinde çalışabilecekleri bir araç sağlamış olduk. Bu simbiyotik bir ilişkiydi. Başından beri, neredeyse otuza yakın toplantı çektik. Siz sadece iki tanesini görüyorsunuz filmde ama orada bir varlığımız vardı. Bazen dönüp soruyorlardı: “Almudena, geçen toplantıda şu konu hakkında ne karar vermiştik?” Kamerayı kapatıp onlara cevap veriyordum, sonra tekrar çekime başlıyorduk.

Örgütlerin filmden beklentileri kadar filmin karakterlere ne yaptığı da önemli. Karakterler altı yıl içinde kameraya o kadar alıştılar ki, artık kameranın varlığını dahi fark etmiyorlardı… Öte yandan kameranın varlığı karakterleri güçlendiriyor da; çünkü birileri onlarla ilgileniyor, onları dinliyor.

R.B. Bireyler, örgütler ve davalar arasındaki bu dayanışmaya dair bir başka durum daha var. Bir yandan, eninde sonunda bağımsız bir film çeken yönetmenlersiniz ve filmin tamamen bağımsız olması, belirli bir bütünlük için çabalaması önemli. Bir yandan ise aslında insanlarla iletişim kurmaya çalışıyorsunuz ve bu alandaki pek çok aktivist yıllardır bu mücadelelerle ilgili iletişim yolları formüle etmeye çalışıyor. Chato’yla konuştuklarımızı hatırlıyorum örneğin, soruyordu: Bunu insanlara nasıl açıklayacaksınız? İnsanlar şunu şunu sorduğunda ne diyeceksiniz? Sanırım bu gayri resmâ diyaloglar, sadece avukatların görüşmelerde neler dediklerini dinlemekten daha yararlı oldu. İşin ayrıca daha resmî bir tarafı da var. Örneğin konuya dair görüşümüzü belirledikten ve kaba kurguyu ortaya çıkardıktan sonra kendi alanımız dışındaki bazı insan hakları örgütlerine de yer verdik. Rwanda ve Kamboçya’dan örneklerin verildiği, geçiş dönemi geçiş adaleti ile ilgili sekansı danışmanlarımıza gönderdik, doğru anlatıyor muyuz diye. Bize dediler ki aslında gösterdikleriniz o kadar da tarihî değil, onu değil de bunu kullanın. Pek çok seyirci aradaki farkı anlamayacaktır bile… Fakat çok hassas olmak gerekiyor bu konularda. Ve bunun için de danışmanlara ihtiyaç var, çünkü bir yönetmen olarak siz o konuların uzmanı değilsiniz.

 

A.C. Örgütlerin filmden beklentileri kadar filmin karakterlere ne yaptığı da önemli. Karakterler altı yıl içinde kameraya o kadar alıştılar ki, artık kameranın varlığını dahi fark etmiyorlardı. Film boyunca rol yapmadıklarını, sadece kendileri olduklarını görebilirsiniz. Öte yandan kameranın varlığı karakterleri güçlendiriyor da; çünkü birileri onlarla ilgileniyor, onları dinliyor. Spesifik bir an hatırlıyorum buna dair. Chato ifadesini vermek için hazırlanıyordu, ben de çekiyordum. Robert yoktu, sadece benim olmama karar vermiştik. İki saatin sonunda Chato oturdu ve dedi ki: “Sence insanlar gerçekten neler hissettiğimi hiç anlayabilecekler mi?” Ben de döndüm ve dedim ki: “O zaman sen de verilerle konuşma. Eğer yürekten konuşursan, seninle empati kurarlar ve senin 22 yaşındayken neler hissettiğini de anlayabilirler.” Orada kestik. Ertesi gün ifadesini verdi. Film soyut bir şey değil sonuçta, film aslında biziz.

Filmi izledikten sonraki tepkileri nasıldı?
A.C. Her biri için ayrı gösterim düzenledik, çünkü herkes farklı bir yanıyla ilgileniyordu filmin. Kendinizi ekranda görmek kolay bir şey değil. Bazılarının soruları oldu, açıkladık ve çözüldü. Bazılarının geri bildirimleri filme dahil edildi. Orada çok iyi bir denge kurulması gerekiyor; yönetmen olarak hem geri bildirimleri dinleyip değişiklikler yapmanız hem de kendi amacınıza sadık kalmamız önemli. Çekirdeğin dışındaki insanların nasıl tepki vereceğini de görmeye çalıştık. İspanya’dan olmayan insanların da durumu anlamalarını ve bu konuyu önemsemelerini nasıl sağlayabiliriz diye düşündük. Bağlamla ilgili sorular sorduklarında, onların geri bildirimlerini aldık ve eklemeler yaptık. Bir cerrah gibi çalışmalısınız, “Bakalım hastayı iyi edebilecek miyiz?” diye sormalısınız, duygusallaşmamalısınız. Film için en iyisi bu.

Bir söyleşide belgeselin finansmanı için 90 başvuru yaptığınızı ve büyük çoğunluğunun reddedildiğini okuduk. Şimdi başarılı bir film ortaya çıkarmış olduğunuza göre, sizce uluslararası alanda belgesel fonlama sürecine dair neler değişmeli? Sizi en çok ne zorladı?
R.B. Sanırım bütün yönetmenlerin hayali HBO’ya ya da Netflix’e gitmek, “işte benim fikrim bu” demek ve para alıp filmlerini çekmek. Ancak insan haklarına dair belgesellerin bu şekilde fonlandığını hiç sanmıyorum. Haklısınız, 90 başvuru doldurduk ve 70-80 tanesi reddedildi. 15-20 tanesi sayesinde yedi yıl boyunca bu filmi çekebildik. Kalp kırıcı olan ise şu: Filmin yapım sürecinde tüm riski siz alıyorsunuz, kimse sizinle beraber bu riski almıyor. Sürecin ortasında kiramızı ödeyemedik, neredeyse evimizi kaybediyorduk. İnsanlar şöyle diyor “Vay canına, çok büyük bir filme benziyor, harika müzikleri var…” Her bir dolar için mücadele verdik ve çok riskli bir süreçti bu. Dolayısıyla, neyi değiştiririm? Sanırım tüm bu kurumların sürece daha erken dahil olmalarını ve filmi yapanlarla beraber riski üstlenmelerini umabilirim. Hâlâ yapım sürecinden kalan borçlarımızı ödüyoruz. Keşke daha kolay olsaydı. Bazı insanlar “Amerikan parasına ulaşımınız vardı” gibi şeyler söylediler. Şunu söylemek önemli, filmin fonlarının çoğu tüm dünyaya açık olan fonlardan, insan hakları kuruluşlarından ve Sundance’ten geldi. İnsan hakları hikâyeleriyle ilgilenen ve onları destekleyen yapılar var, ancak bu yapılara ulaşmak çok zor.

A.C. Film için harcanan zamanın yarısı başvuruları yazmaya ayrılan zamandı. Film üzerine çalışmak yerine buna zaman harcandı. Bu süreç sizden özgürlüğünüzün ve zamanınızın çoğunu alıyor. Keşke bu filmi üç yılda tamamlayabilseydik. Tabii ki filmin gücü uzun bir sürede çekilmiş olmasından da kaynaklanıyor ve başvuru yazma süreci kafanızı netleştirmenizi de sağlıyor. Fakat o başvuruların yarısını yazsaydık da yine yeterince iyi bir yere varırdık tabii. “Yeniden kavramsallaştırma” adını verdiğimiz uzunca bir google dokümanımız vardı. Her yeni fikirde “yeniden kavramsallaştırmalıyız” diyorduk ve oraya yazıyorduk. Çünkü oldukça karmaşık bir film. Son halini izlediğiniz zaman, güzelce kurgulanmış ve bir araya getirilmiş olduğunu görüyorsunuz ancak bunun ne kadar zor olduğunu fark etmiyorsunuz. Yedi karakter, bir uluslararası dava, tarihsel bağlamı oluşturan arşiv sekansları var, heykeller var. Hep diyorlar ki: “Bunların orada ne işi var? Hiç uymuyor.” Tüm bu parçaların bir araya gelmesi için mücadele vermek zorunda kaldık. Sonra vérité sekansları var. Tüm bu farklı tarzlar bir arada işliyor. İşliyor, çünkü bunun için çok uğraştık. Her bir başvuruda tekrar tekrar mücadele verdik. Filmin yapım süreci yüzde seksen yaratıcıydı ve yüzde yirmisi ise kağıt işiydi.

İlk karar verdiğimiz şey şuydu, film açılışını İspanya’da yapmamalıydı. Eğer prömiyerini İspanya’da yapsaydı, etrafında gelişecek olan aktivizmi engellemek için yok sayılacaktı, on yıllardır aktivistlerin yaşadığı gibi. Kendi niş’inin dışına çıkmayacaktı.

Sağın yükselmesinden bahsedecek olursak, filmde Franco destekçilerinin Franco’yu andığını görüyoruz. O sahnede daha çok yaşlı insanlar var. Sanki geçip gidiyormuş gibi. Ama şu anda sağda güncel bir yükseliş de var. Bu sağ popülizmin Franco dönemiyle nasıl bir bağlantısı olduğunu düşünüyorsunuz? Sizce bu hareketle sizin filminizde gösterdiğiniz sağ unsurlar arasında bir etkileşim var mı?
A.C. Bir yıl önce Berlin’de prömiyer yaptığımızda seyircilerden biri şöyle dedi: “Ne kadar şanslısınız, İspanya’da bir aşırı sağ hareket yok.” Çünkü filmde gösterdiğimiz bir tür sağ nostaljisiydi. Bazı gençler de vardı tabii fotoğraf çeken ama genel olarak bir tür nostalji olarak gösteriliyordu. Rakamların da azaldığını görüyordunuz vs. Ama Aralık’taki seçimlerde İspanya’nın güneyinde aşırı sağ ilk defa koltuk kazandı. Biz de Berlin’de şöyle cevap vermiştik: “Aşırı sağ var ama kendilerini göstermiyorlar. Nazi selamı vermiyorlar ya da Franco bayrağı asmıyorlar. Ama varlar ve kurumların içerisindeler.” Şimdi bu aşırı sağ hareket, dünya çapındaki ayaklanmalar, milliyetçi sağ hareketlerin yükselmesi ve “güçlü adam” rejimlerinin ortaya çıkmasıyla beraber maskesini çıkardı. Dolayısıyla herkes bir şekilde bağlantılı şu anda. Film de bir anda bu an için doğru bir araç olarak konumlandı. Mesela şöyle mesajlar alıyoruz: “Filmi izledim, şimdi nasıl oy vereceğim?” Bunlar çok güçlü etkiler.

Şu an İspanya’daki reel politikanın bir parçası olmak konusunda kendinizi rahat hissediyor musunuz?
A.C. Rahatız. Biz her zaman film üreticileri olarak pozisyon alıyoruz. Filmle ilgili başardığımız şeylerden bir tanesi de hiçbir siyasi partiyle iş birliği yapmamak oldu. Biz insan haklarıyla ve hafızayla birlik olduk. İnsan hakları, adalet ya da hafıza konularında çalışan partiler filmi gösterebilirler. Herkes gösterebilir. Bu gösterimleri destekliyoruz ancak hiçbir partiyle birlikte hareket etmiyoruz. Hafızaya oy verebileceğiniz bir seçim kampanyası düzenledik. Bence bu film için çok önemliydi çünkü film ne sağ ne de solda. Şu ya da bu insanlarla birlik olmuyorsunuz, film insan haklarından yana taraf alıyor ve insanlar tarafından da öyle algılanıyor. Film politik, ancak partizan değil. Bizim teşvik ettiğimiz şey, insanların hikâyesini anlatmak, politik söylemin içinden değil, politikacılar aracılığıyla değil. Gerçekten oraya, o kadının karşısına oturup gözünün içine bakarak kemikleri mezara gömmeye izni olmadığını söyleyebilir misiniz? Mevzuyu insanlar arasındaki bir iletişim hali olarak yeniden çerçevelediğinizde nasıl değiştiğini göreceksiniz, neredeyse devrimci bir değişim. Filmin yayınlanmasından sonra bunu gördük, film çok daha geniş bir kitleyi harekete geçirebildi.

O gece film hakkında 52 bin tweet atıldı. Çok güzel bir şey oldu. 11.30’da film sona erdikten sonra sabah yediye kadar hashtag’siz bir trending topic çıktı ortaya.

Biraz da filmin yarattığı etkiden bahsedelim.
R.B. İlk karar verdiğimiz şey şuydu, film açılışını İspanya’da yapmamalıydı. Eğer prömiyerini İspanya’da yapsaydı, etrafında gelişecek olan aktivizmi engellemek için yok sayılacaktı, on yıllardır aktivistlerin yaşadığı gibi. Kendi niş’inin dışına çıkmayacaktı. Dolayısıyla Berlin’de prömiyer yapmış ve ödül kazanmış olmaktan dolayı çok mutluyuz. Berlin’de İspanyol gazeteciler vardı, filmi izlediler, tepkileri gördüler ve İspanya’ya haber verdiler. Sonrasında film İspanya’da konuşulmaya başlandı ama hep sinema ve Berlinale üzerinden pozitif bir söylemle. Dolayısıyla filmin etrafında bir koruma kalkanı oluştu. Berlinale’den dokuz ay sonra İspanya’da prömiyer yaptık. İspanya’ya geldiğimizde, film 20 şehirde gösterime girdi. Ayrıca Almodovar ekibinden destek aldık. Tüm basın mensupları filme çok pozitif yaklaştı. Sağ kanattan popüler bir gazetenin başlığı şöyleydi: ‘Unutma paktını unutmalı mıyız?’ Yirmi beş binden fazla insan filmi sinemada izledi. Bir hafta önce de, 4 Nisan’da ulusal kanalda gösterildi. İnsanlar filmin posterinin çıktısını alıp mahallerine astılar. Yayından iki saat önce Başbakan Pedro Sánchez bir tweet attı: “Herkes bu filmi izlemeli. Bu an üzerine düşünmeliyiz.” 24 saatin sonunda Twitter’da ‘trend topic’ olmuştuk. Bir milyondan fazla insan filmi izledi.

A.C. O gece film hakkında 52 bin tweet atıldı. Çok güzel bir şey oldu. 11.30’da film sona erdikten sonra sabah yediye kadar hashtag’siz bir trending topic çıktı ortaya. Özel olarak yaratılmamıştı yani: “Amnesty Law 1997”. İnsanlar af hakkında tweet atmaya, konuşmaya ve tartışmaya başladılar. Saat 19:00 gibi ikinci sıraya taşındı başlık. Çok güçlü bir şeydi. Film bu ulusal tartışmayı yarattı ancak biz yine mütevazı kalmak istedik. Bu film binlerce insanın yıllardır verdiği mücadelenin bir parçası ve sadece ulusal bir tartışmanın ortaya çıkmasına yardımcı oldu. Gerçekten güçlü bir andı, 52 bin beğeni yapmamız gerekti Twitter’da (gülüyorlar). Facebook’ta yayının duyurusunu yayınladığımızda 24 saat içinde 300 bin etkileşim aldık. Biz bunun hafızaya ve bilmeye dair bir açlığın göstergesi olduğunu düşünüyoruz. İnsanlara bilmenin ve öğrenmenin araçlarını verdiğiniz zaman alıyorlar. Çünkü buna ciddi biçimde ihtiyaçları var. İspanya’da karakterlerin de katıldığı pek çok gösterim düzenleniyor. Artık biz pek katılmıyoruz. 25 karakterin de yer aldığı bir Whatsapp grubumuz var. Ne zaman bir gösterim olsa oraya yazıyoruz ve sonrasında onları gösterimleri düzenleyenlerle bir araya getiriyoruz. Şu anda kendi filmlerini tanıtanlar onlar. Çünkü bu “bizim” filmimiz. Filmin yarattığı etkinin en önemli kısmı bu bence. Film yapmak zor bir süreç, ancak bu noktaya ulaştığınızda karşılığını alıyorsunuz.

R.B. Filmi kapsayıcı ve katılımcı film yapmaya çalışmak önemli bir mesele. Bu sadece insanlara kaba kurguyu izletmek ve sonrasında yorumlarını almaktan ibaret değil, sürecin nasıl daha katılımcı olabileceğini anlamaya çalışmakla ilgili. Film Berlin’de gösterileceği zaman fon sağlayıcılarımıza gittik ve şöyle dedik: “Bakın, İspanya’dan Berlin’e götürmek istediğimiz 25 kişi var, hepsinin prömiyerde olması gerekiyor.” Yine risk aldık elbette, çünkü fon sağlayıcılarının karar vermek için zamana ihtiyaçları var. “Herhalde kabul ederler” diyerek biletleri aldık. Kabul ettiklerini Berlin’deki otele gittiğimizde öğrenmiştik. Eğer asıl amacınız sessizliği kırmaksa, marjinalize edilmiş ve görünmez kılınmış olanı görünür kılmaksa, bu gibi platformlar tam da bunun yeri. Tabii ki her şey bu kadar iyi gittiği için ve bu platformlara ulaşabildiğimiz için çok şanslıyız.

Mezardan çıkarma sahnelerinden birinde sanki kafatasını gereğinden fazla görüyormuşuz gibi geldi bazılarımıza. Sanki anne ve baba arasındaki özel bir ana müdahale ediyormuşuz gibi hissedenlerimiz oldu. Bu konuda konuşmuş muydunuz hiç?
A.C. Bence kesinlikle bir kemik pornografisi var, kemiklerin ürkütücü olmalarıyla da alakalı bu. Bundan kaçınmak bizim için çok önemliydi. Filmin sonuna kadar hiçbir şey görmüyoruz. Ortada bir ara var, mezardan çıkarma süreci hakkında konuşuyorlar ve hiçbir şey görmüyorsunuz. İnsanlar konuşuyorlar ancak hiçbir şey görmüyorsunuz. Bu bizim için çok önemliydi. Çünkü bu kemiklerin ne anlama geldiğini algılayabilmek için filmi izlemeniz gerekiyor. Herkes kendi arka plan hikâyesiyle ve duygusuyla izliyor filmi, ama biz bunun ölüme bir saygı niteliğinde olmasını umduk. Filmde o noktaya geldiğinizde artık o kemikleri insanlar olarak görebiliyorsunuz. Filmde ortam sesinin olmadığı tek sahne o; müzik ve insanların konuşması var sadece. Karakterin görmeye geldiği son sahnede kafatası görünüyor var evet. Bundan kaçmak da istemedik. Sonuçlarını ve etkilerini göstermeden şiddeti nasıl gösterebilirsiniz? Bu nedenle kaçmak istemedik. Son sahnede, karakter kafatasına baktığı için biz de orayı gösterdik. Ama bu çok haklı bir nokta ve kemiklere bir tür hassaslıkla yaklaşmak çok önemli, çünkü onlar da insandı.

R.B. Öte yandan uluslararası bir film yapmakla ilgili karmaşık bir durum var… Genel olarak bu noktanın tam da yönetmenlerin çok hassas bir denge tutturması gereken bir yer olduğu konusunda hemfikirim. Buna tepkinizi kesinlikle anlıyorum. İki plan var. Belki sadece bir plan yeterliydi. Ama daha az incelikli ve daha doğrudan imgelere ihtiyaç duyan başka tür bir izleyici profili de olabilir. Dünya çapına işleyen bir filmde bir denge tutturmaya çabalıyorsunuz. Bunu geniş bir skalada test edemezsiniz, bir noktada içgüdülerinize dönmek zorundasınız. Acının ne kadarını gösterdiğimizle ilgili benzer sorular aldık. Bir tane söyleşi esnasında birisi ağlamaya başladı. Genelde yönetmenler ekrandakilerin değil izleyenlerin ağlamasını isterler. Biz ne gösterdiğimizle ilgili ölçüşü ve kontrollü olmaya çalıştık. Bu duygu paleti ile ekrandaki dehşet arasında bir denge tutturmaya çalıştık. Duyguların en aşırı uçlarına gittiğinizde sınırın nerede olduğuna karar vermek zorundasınız. Bu sınırın nerede olması gerektiği konusu çok haklı bir tartışma.

Franco Vakfı’nı temsil eden kişi aslında diktatörlükle demokrasi arasındaki güçlü devamlılıklardan bahsediyor. Özellikle İspanya’daki izleyicinin bu argümanın bizden değil de onlardan geldiğini duyması önemli.

Franco’nun mirasına sahip çıkan Franco Vakfı’na da yer veriyorsunuz filmde… Onlarla nasıl bir iletişim kurdunuz?
A.C. Bu çok ilginç bir konu çünkü filmde Franco Vakfı’nın temsilcisiyle yapılan röportajın başında henüz onun antagonist olduğunu bilmiyor seyirci. Biz bu vakfın -ki bu yılın sonunda diktatörlüğü ve suçlarını savunduğu için illegal olacak artık bu kuruluş- bakış açısını göstermek istedik. Film boyunca vermek istediğimiz asıl olarak şuydu: Bu insan esasında bizim antagonistimiz değil. Antagonist ülkenin tamamı, sistemin tamamı ve bu çok karmaşık bir konu. Bu yüzden röportaj onunla başlıyor, böylece spektrumun diğer ucunda ne olduğunu görüyorsunuz. Buradan başlıyor, daha sonra çok daha zor bölgelere doğru ilerliyor ve Af Yasası’na bağlanıyor. Bir nevi süreci yapısökümüne uğratıyor.

R.B. Franco Vakfı’nı temsil eden kişi aslında diktatörlükle demokrasi arasındaki güçlü devamlılıklardan bahsediyor. Özellikle İspanya’daki izleyicinin bu argümanın bizden değil de onlardan geldiğini duyması önemli. Bu argüman hiç beklenmedik bir yerden geliyor. Çünkü insanlar genelde bu iddiaları soldan ve aktivistlerden duymaya alışıklar; demokrasi ve diktatörlük dönemi arasındaki bağlantılar, mahkemelerde ve güvenlik güçlerinde çalışan insanların bağlantıları… Peki bu argümanın beklenmedik bir yerden geldiğinde ona nasıl karşı çıkabilirsiniz? Bu nedenle söz konusu sekansın büyük bir gücü olduğunu düşünüyorum.

A.C. Ayrıca bu karaktere Michael Moore’un yapacağı gibi davranılmadığını da belirtmek istiyorum. Kendisine saygıyla yaklaşıldı. Filmi gördü mü bilmiyorum ancak ne söylemek istiyorsa onu söylüyor, dalga geçilmiyor onunla. İnsanlar kim olduğuna bağlı olarak onun söylediklerinden farklı şeyler çıkarabilirler, ama biz ona saygıyla yaklaştık.

En sevdiğimiz kısım filmin sonu ve orada söylenen şarkı. Çünkü sözler melankolik bir havaya sahip ancak film bir şekilde umut veriyor.
A.C. Bir mezar kazma sekansı gördükten sonra filmin umutla bitmesi ilginç. Filmin nasıl olduğunu anlamadığı bir şekilde umutla bittiğini söyleyen bir eleştiri okudum, bu tam da filmin yapmasını istediğimiz şeydi. Örneğin Franco rejimi mağdurlarına anısına yapılan heykellerle çok kez çekim yaptık. Bir gün gittiğimizde vadi tamamen kirazlarla doluydu, çünkü kiraz mevsimiydi. Heykellerde çekim yapmak istediğimizde orada pek çok kişinin olduğunu gördük ve insanlar heykellerle etkileşim halindelerdi. Film boyunca bu heykellerin mağdurlar için bir tür Olympos’u sembolize ettiğini görüyorsunuz. Mağdurları yıkıyorlar, onlarla seviniyorlar, onlarla acı çekiyorlar. Dolayısıyla sanki insanların mağdurlarla iletişime geçtiği bir an açılıyor, sonrasında çocukları görüyorsunuz. Şarkı umutlu olmamasına rağmen filmin umutlu bitmesi çok ilginç.

Karakterin gelip o şarkıyı söylemesi sizin için bir sürpriz miydi?
A.C.Şarkı söyleyeceğini bilmiyorduk. Bir tür tören yapıyorlardı ve biz de bunu filme alıyorduk. Çekerken şarkıyı duyduğumda şöyle dedim “bu çok güzel, mükemmel bir an…”. Tabii ki şarkı kısaltıldı, çok daha uzundu. Ama mükemmel olduğunu hissettim. Uzun süredir savaşan tüm bu insanlar, İspanya’nın kayıp çocukları… Sadece yetişkinler değil çocuklar da heykellerle iletişim halindeydiler. Küçük bir kızın heykele dokunduğu bir plan var. Yeni neslin bu konuyu bizim yapamadığımız bir şekilde ele alacaklarına dair bir umut hissediyorsunuz.

Solun Melankolisi adlı bir kitap kaleme alan Enzo Traverso, sol hareketlerin gücünü kayıplardan alması gerektiğini söylüyor. Melankoli illa ki sizi pasif olmaya ya da kötümserliğe itmemeli, çok daha güçlü bir şey olabilir iddiasında…
A.C. Evet bir gücü var. 68 şarkılarını dinlediğinizde o enerjiyi hissediyorsunuz. Her zaman daha iyi bir dünya için umut ediyoruz, daha iyi bir dünya için umut tabii ki var. Eğer umudumuz olmasaydı savaşıyor olmazdık.